Cuma

O sıkışmışlık duygusu..

(agos, 29 aralık 2011)

Fransa meclisindeki oylama bir fırtına gibi geldi geçti. Epey de hasar verdi. Hem şöyle bir etrafa bakıp üstümüzü başımızı silkelerken bir hasar raporu çıkarmak, hem de Fransa’yı bilmem ama Türkiye’de 1915’te olup bitenler hakkında kamuoyundaki pervasız havayla ilgili bir çift laf etmek faydalı olabilir. Yılbaşı sayısı nedeniyle yerimiz az olmakla birlikte muhataralı bir alana da girerek bizim, Türkiyeli Ermenilerin meseleye bakışı ile ilgili de “dertleşme” esprisinde sesli düşüneceğim.
Geçen haftaki yazıda,”Bu tip durumlarda Türkiye kamuoyu hemen ‘bize’ bakar..” demiştim. Bize, yani Türkiyeli muhalif Ermenilere. Fakat bize gelene kadar cemaati resmi temsil konumundaki kurumlar zaten resmi görüşün beklediği çıkışı yapmışlardır. “Türk-Ermeni ilişkilerine zarar vermeyin” temalı bu çıkıştan sonra bizden beklenen tıpatıp aynısı olmasa da, -biraz sitem etme hakkı tanınmıştır- temelde, işin özünde benzer laflar etmemizdir. Bu da gelirse mesele hallolur. Ve üç aşağı beş yukarı bu da gelir. Çünkü çoğumuz bu tip vesilelerle kabaran milliyetçi havadan hayli ürkeriz.  Ve yine çoğumuz bu meselenin, bu ülkedeki  çoğunluk tarafından “hasbi” olarak, açıksözlü biçimde  ele alınmasını, yüzleşilmesini ve bize öyle yaklaşılmasını umar, tercih ederiz. Dolayısıyla çok genel manada, fikri düzeyde –bence- doğru söylemekteyizdir. Fakat bu son vakadan sonra bu denklem üzerinde biraz durmamız  gerekiyor sanki. Zira bu konu üzerinde düşünür ve tavır alırken acaba kendimize bazı sınırlar koyuyor, belli bir denklem içinde mi düşünüyoruz, demeye başladım. Yani iki çerçeve içinde düşünüyoruz sanki. Hem resmi görüşün çizdiği çerçeve, hem de Türkiye’deki liberal zihniyetin (ki risk almışlar ve  tartışmanın aleni olarak tartışılmasına epey katkıda bulunmuşlardır) çizdiği çerçeve. Yani sadece bir değil, iki çerçeve içinde sıkışmış olabilir miyiz acaba? Biraz daha açayım.

Pazartesi

O koroya ben de katılırdım, eğer...

(agos, 23 aralık 2011)

Bu haftaki Agos çıktığında Fransa’da “Ermeni soykırımını inkar edene hapis ve para cezası” öngören yasa Fransız alt meclisinde oylanmış olacak. Çok çok büyük bir sürpriz olmazsa meclis’ten geçmiş olacak. Yasanın bundan sonraki yolculuğu üst meclis olan senato’da oylanması ve cumhurbaşkanı tarafından onaylanması. 2006’dakinin tıpatıp benzer bir süreci yaşıyoruz esasen. O vakit de yasa gündeme gelmiş, alt meclis’te oylanmış, ancak Fransız Hükümeti’nin duruma el koymasıyla senato’dan geçmemişti. O vakit de AKP Hükümeti, muhalefet, ulusal basın, sivil toplum kuruluşları, özetle “çoğunluk” Fransa’nın önce kendine bakmasını, onların da ellerinin kanlı olduğunu, üstelik bu yasanın düşünce özgürlüğüne sığmayacağını söylemişler, Fransa ile ticari ilişkileri kesme tehdidinde bulunmuşlar, hatta bazı ihalelerden Fransız firmalarını elemişler, boykot fikrini ortaya atıp bu konuda kararı “halka” bırakmışlardı. Bildiğiniz gibi “başarılı” da oldular. Fransız Hükümeti de  geri adım attı ve süreç Türkiye açısından “mutlu son” ile bitti.
Aradan 5 yıl geçti. Bu sefer olanları biliyorsunuz. Durum daha ciddi. Hükümet, sözcüleri ve kanaat önderlerinin geneli baştan beri olaya “efendim seçimler geliyor, orada 500 bin Ermeni var, oy kaygısıyla yapıyorlar” esprisinde yaklaşmakta.  İşi iyice ciddiye binince de yine “önce kendilerine baksınlar” “ticari ilişkilerimiz bozulur” kartları devreye girdi. 5 yıl boyunca “Ermeni meselesiyle” yüzleşmek için hiç bir şey yapmayan bu güç odakları şimdi yoğun bir faaliyet içindeler. Dolayısıyla çok kısaca bunları yapanların kimliğine bir bakmamız lazım.Hükümet biliyorsunuz Türkiye’de vesayet sistemine son veren sivil devrimin öncüsü olarak selamlanıyor, taçlandırılıyor. O payın oranı kişiden kişiye değişmekle beraber bu görüşün haklılık payı  var. Dolayısıyla Hükümet’in resmi görüşün dışında adımlar atmasını beklemek en büyük hakkımız, hele ki vesayet sistemi de bitmişken.  Bu  yazının konusu olmadığı için Kürt sorunu meselesine girmiyorum (ki durum gayet açıktır, bilhassa peşpeşe gelen  KCK operasyonlarıyla baskı iyice ağırlaşmıştır) ama Ermeni sorununda vesayet sisteminin bakış açısı aynen devralınmış durumda, bunu bilmemkaçıncı defa görmekteyiz. Muhalefet kısa süren bir sosyal demokratlaşma tiyatrosunun  ardından bunu da (yani tiyatrosunu bile) beceremeyerek tarumar oldu ama sorsanız hala solcular, ezilenlerin yanındalar.  Eski merkez medya, AKP’nin sert darbesinden sonra toparlanamadı ama zaten bu mevzularda ezberi tektir, bir vakitler ne ezberletildiyse onu söylüyor. Burada belki ilginç nokta,  öğrencilerin  gözaltına alınması,  KCK operasyonları, Kürt sorunu gibi konularda ciddi çıkışlar yapabilen iş dünyasının bu konuda (yani yüzleşme konusunda) hiçbir gayreti yokken koşarak Fransa’ya çıkarma yapması olabilir. Demek ki onların da sınırları 1915’e kadarmış. Onlar da o sınırı geçemediler.

Çarşamba

Boy boylamış, soy soylamış..

(agos, 20 ağustos 2010)

Birkaç acayip konu var, bunları birbirine bağlamaya çalışmadan aynı yazı içinde işlemek bu hafta için makul göründü. Birincisi Hrant Dink cinayeti için Hükümet’in  Avrupa’ya gönderdiği savunma..Olayı kısaca özetleyelim: Hrant ölümünden önce hakkında verilen ‘Türklüğü tahkir’ cezasıyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyor. Gazetelere göre,  ölümünden sonra bu kez ailesi suikasttan jandarma ve polisin haberdar olmasına karşın cinayeti önlemediği gerekçesiyle yeni bir başvuru yapıyor.. AİHM bu iki başvuruyu birleştirerek tek davaya dönüştürüyor. Hükümet’e de bazı sorular  yöneltiyor. Olay, Hükümet’in bu sorulara verdiği yanıttan çıkıyor. Mesela diyor ki Hükümet., (Radikal’in yaptığı özete göre) “Dink hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun da onayladığı 301. madde mahkûmiyetine ilişkin dava, öldürüldüğü için düştü, ceza kesinleşmedi. Bu yüzden Dink’in başvuru hakkı yok. Dink ailesi de 301. madde mahkûmiyetinden doğrudan zarar görmediği için ‘mağdur’ sayılamaz.”
Gerçekten birileri oturup hiç yüreği sızlamadan bunu nasıl yazabiliyor, hiç anlamıyorum. Davanın Harınt’ı nasıl hedef haline getirdiğini,duruşmalarda faşist güruhların, adliye koridorlarına girerek Hrant’a nasıl saldırdıklarını bilmiyorlar mı? Nasıl mağdur olmuyor Hrant ve nasıl mağdur olmuyor Hrant’ın ailesi acaba?
Bitmedi. Hükümet ayrıca Hrant hakkında dava açılmasına neden olan meşhur yazı için de şu savunmayı geliştirmiş: “AİHM, daha önce Almanya’da bir Nazi örgütü liderine nasyonal sosyalizmi savunan yazısı için verilen cezayı yerinde buldu. Demokratik bir toplumda bu tür yazılar  halkı tahrik etmek suçunu oluşturacak ve kamu düzenini bozacaktır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin ‘nefret söyleminin engellenmesine’ ilişkin tavsiye kararı bulunmaktadır.”

Türkiye’nin “çağdaş”lıkla imtihanı..

(agos, 22 mayıs 2009)

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Profesör Doktor Türkan Saylan 18 Mayıs sabahı hayata veda ettiğinde cüzam hastalığı ile yıllar boyu sürdürdüğü hayranlık uyandırıcı mücadeleye ek olarak bir de eğitim alanındaki çalışmaları da çok özet haliyle gazetelere yansıdı. Radikal gazetesinin çıkardığı listeye göre, “96 şubeye ulaşan ÇYDD, eğitim olanağı bulamayan binlerce kızı okulla buluşturdu. Saylan’ın ölene dek genel başkanlığını yürüttüğü dernek, tüm projelerini Milli Eğitim Bakanlığı’yla ortak yürüttü. Sadece 36 bini aşkın kız öğrenciye öğrenim hayatları boyunca burs desteği sağlandı. Anadolu’da 5. sınıftan sonra okuyamayan kızlar için başlattığı ‘Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak’, Turkcell’le birlikte binlerce kızın okula gönderildiği ‘Kardelenler- Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’, Milliyet’le ortaklaşa yürüttüğü ‘Baba Beni Okula Gönder’, Ericsson -Türkiye ile İstanbul ve Ankara Meslek Liseleri’nin elektrik- elektronik bölümlerindeki kızlara yönelik yürüttüğü ‘Bilgi Toplumu Kızları’, Mercedes -Benz Türk ile okuyamayan 1000 kız çocuğu için gerçekleştirdiği ‘Her Kızımız Bir Yıldız’ projelerine imza attı. Dernek ayrıca ‘Geleceği Taşıyan Kızlar’, ‘Geleceğin Sigortası Kızlarımız’ ve ‘Geleceğin Aydınlık Kızları’ gibi projelerle, okuma şansı olmayan kızları okula gönderdi.”
Aslında listenin daha da kabarık olduğunu biliyoruz. Türkan Saylan’ın fikirleriyle, toplum projesiyle hemfikir olmayabilirsiniz ama şu çok özet liste, nereden bakarsanız bakın saygı duyulacak bir çabanın sonucudur.  Cenazesine katılan ve onun çabalarıyla okuyabilen gençlerin çoğu kendilerine uzatılan kameralara neredeyse aynı şeyi söylüyordu: “O olmasa biz okuyamazdık..” Doğrudur, o olmasa herhalde başta binlerce kız çocuğu olmak üzere yoksul bir dünyaya, geri kalmış bir bölgeye doğan birçok genç okul ile tanışamayacaktı, ya da yarım yamalak tanışacaktı. Dolayısıyla cenazesinde toplanan kalabalık herhalde şaşırtıcı olmasa gerek. Evet hiç şüphe yok Ergenekon soruşturması çerçevesinde Türkan Saylan’ın ağır hasta iken evine düzenlenen baskın, cenazeye katılımı çoğaltmıştır, böyle bir cenazeye gelmek gibi bir niyeti olmayacakları inadına oraya getirmiştir. Ancak bu son derece lüzumsuz operasyon ve peşine sağ basında çıkan tiksinç yorumlar olmasaydı da o cenazeye binlerce kişinin katılması beklenirdi.

Pazartesi

Sorular, sorular..

(agos, 9 aralık 2011)

Köşe yazarları bazen böyle yaparlar. Başı sonu belli bir yazı yazamayacaklarını anladıkları zaman “sorular” kisvesi altında, dağınık, bir yere varmayan yazılar yazarlar. Ben de öyle yapacağım bu hafta, affınıza sığınarak. Başlıyorum.

-Şike yasası olarak bilinen mesele, siyasi tabloya ilişkin tuhaf  detaylar içeren ilginç bir hal aldı. Burada aklıma yatmayan mevzular var, ama önce duruma bakalım. Şike yasası olarak bilinen yasa meşhur operasyon yapılmadan çıkarılmıştı, kulüpler de bu yasaya destek vermişti. Yasa çıktıktan sonra meşhur operasyon yapıldı. Fenerbahçe camiası’nın tüm lobi ve taraftar gücünü kullanarak operasyona  yüklenmesi ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun beceriksizlikleri ile buna çanak tutması sonucu operasyon hakkında şüphe bulutları çoğalınca AKP’nin önderliğinde tüm partiler (BDP hariç) yasayı değiştirmeye kalktılar. Gerçekten de yasa şikeye 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası öngörüyordu ki, bu gerçekten de fazlaydı. Şike, nihayetinde, yapan takımı küme düşürmek, puanını silmek, yöneticiyi de haklarından mahrum etmekle bile cezalandırılabilir. Sonuçta AKP liderliğinde partiler yasayı yeniden düzenlediler ve cezayı 1 ila 3 yıl arası hapis diye tanımladılar. Zamanlamanın uygunsuzluğu ve hafifçe sırıtan eyyamcılık dışında bir sorun yok gibi görünüyordu. Beri yandan Yıldırım’ın şikenin yanısıra asıl olarak çete yöneticiliği gibi bir suçlamamayla yargılanacağı az çok ortadaydı. Yani yasa değişse  bile Yıldırım’ın bırakılacağı su götürür bir öngörüydü. Tam bu esnada AKP milletvekili Şamil Tayyar,  Cumhurbaşkanı Gül’e mektup yazarak “yasa değişikliği etik değil,  onaylamayın” dedi. Gül de yasanın içine sinmediğini söyledi ve müteakiben yasayı TBMM’ye iade etti. Bu süreçte gördük ki Gülen cematine yakın gazeteler ve yazarlar değişikliğin veto edilmesi için yoğun kampanya yürüttüler. Argümanları “kişiye özel düzenleme yapılmasın” idi.Fakat bu çapta bir muhalefet akıllara “Aziz Yıldırım’ın lehine bir düzenlemeye neden böylesine alerji gösteriliyor?” sorusunu getiriyor ister istemez. Çünkü Yıldırım’ın yasa değişse bile çıkması zor gözüküyordu, operasyon zamanı basına yansıyanları şöyle bir tarayınca Yıldırım’ın çetecilikle suçlanacağı tahmin edilebilirdi. Nitekim iddianame açıklandığında böyle olduğu da görüldü. Peki Gülen cemaati bunu neden böylesine mesele etmişti? Yargılama başlayınca çete suçlarının da düşeceğini mi öngördüler? Bu, hem şike operasyonunun hem de genel olarak başsavcılıkça yürütülen tüm siyasi operasyonların cilasını mı kazıyacaktı? Yok öyle değilse AKP içinde çatlak varmış görüntüsü yaratma pahasına bu çapta bir muhalefet yürütmenin esprisi neydi?

Geçmişle yüzleşmenin sınırları (2)

(agos, 2 aralık 2011)
 Eski MİT Kontr-terör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün gözaltına alınmasıyla bir ihtimal yeni bir “yüzleşme” faslına gireceğiz. Eymür bahsinde şimdilik bilebildiklerimiz fail-i meçhul cinayetlere karıştığını itiraf eden eski polis Ayhan Çarkın’ın verdiği ifade ile ilgili olabileceği yönünde. Çarkın’ın basına yansımayan ifadelerinde neler söylediğini bilmiyoruz ancak bu sorgulamanın  90’lı yıllarda devletin yürüttüğü  karanlık faaliyetlerle  ilgili olacağı ortada. Eymür’ün o dönemdeki devlet içi çeteleşmede önemli aktörlerden biri olduğu biliniyor.  Eymür,  o zamanki hükümetlerle karışık ilişkileri olmuşsa da esas olarak Çiller’e yakın  ve Yeşil’i teşkilat içinde koruyan/kullanan bir isim olarak biliniyor. Ve Eymür elbette ki  fail-i meçhul cinayetlerin de ötesinde Susurluk ve Ergenekon da dahil olmak üzere devlet içindeki resmi ve yarı-resmi oluşumlar hakkında çok şey bilen bir isim. Yine de Eymür’ün gözaltına alınması , alt-metinleriyle birlikte okunması gereken bir vaka.

Pazar

Geçmişle yüzleşmenin sınırları..

(agos, 25 kasım 2011)
 “1937-1938'de jenosite  varan bir operasyonla Dersim meselesi tarihe havale edilmiş oluyor. Ama böyle de bitmiyor, bu sorun devam ediyor. Resmiyette ise bir isyan olduğu ve devletin de bunu bastırdığı tezi savunuluyor. ..Dersim isyanı, sonradan icat edilmiş bir şeydir, öyle bir şey gerçekte yoktur..Sorumlusu  devlet ve o dönemin CHP iktidarı ... Tabii 'bunu CHP yaptı' deyip, bunun üzerinden bir politika üretmek de doğru değil, çünkü o dönem başka parti yoktu zaten... Bu dönem boyunca izlenen bütün politikalarda Atatürk devletin başındadır. Fakat Aleviler, bütün bu dönemi Mustafa Kemal'den ayırmak için onun 'büyük lider' kimliğine de gölge düşmemesi için fotoğrafını alıp Hazreti Ali ile yan yana asmışlardır. Bu katliamdan haberdar olmadığına kendilerini inandırmışlardır"

Pazartesi

Van aynasında devlet, hükümet, toplum..

(agos, 18 kasım 2011)
23 Ekim'de Van ve esas olarak Erciş'i yerle bir eden depremin ardından, (arama kurtarma çalışmalarındaki ilerlemenin dışında)  devlet ve Hükümet'te görülen kayıtsızlık, kibir, laçkalık ve organizasyon bozukluğu açısından 1999'a göre bir nebze bile ilerlemediğimizi kaydetmiştik. Bu yönde sayısız konuşma ve makale de okumuş olmalısınız. Hatta ilave olarak geriye bile gidildiği düşünülebilirdi. Çünkü 1999'da devlet ve Hükümet hiç olmazsa aciz kaldığını kabul etmekteydi. Bu kez kabul değil neredeyse suçu depremzedeye ve ilgili ilgisiz kesimlere atmak gibi bir eğilim gördük AKP'de ki, bu yepyeni bir olgu idi. Keza, medya'daki "uyumlu" yapı da mevcut tabloyu görmeye pek izin vermemekteydi.

Pazar

Global sistemin muktedirleri işbaşında..

(agos, 11 kasım 2011)

7 ekim tarihli Agos yazımın başlığı “Kriz: Acaba daha yeni mi başladı?”idi. Avrupa’daki borç krizinin, Yunanistan’ın borçları konusunda varılan mutabakata rağmen yeni başlamış olabileceğine dikkat çekmiştim. Dolayasıyla oradan devam edebiliriz. Aradan bir ay geçmeden Yunanistan’daki ekonomik kriz siyasi krize dönüşmekle kalmadı, İtalya’daki ekonomik kriz de aynı yola girdi. Ve bu domino etkisinin başka hangi ülkeleri vuracaği hala belirsiz. Dahası euro dediğimiz para biriminin geleceği de belirsiz. Ve bütün bunların mantıki sonucu olarak Avrupa Birliği’nin eski cakası artık yok.
Tarihi bir dönemeçle karşı karşıyayız dolayısıyla. Mevcut tabloya bir bakalım. Yunanistan için oluşturulan ve ağır şartlar içeren yeni ekonomik borç paketi üzerinde uzlaşmaya varılmasından ve bu uzlaşmanın Avrupa, ABD ve Asya borsalarında iyimser bir hava esmesine neden oluşundan birkaç gün sonra Başbakan Papandreu bu mutabakatı referanduma götürmek isteğini açıklayıverdi, bildiğiniz gibi. Ve bu açıklamayla hem global piyasa çevrelerine hem de Avrupa başkentlerine neredeyse bir bomba düşmüş oldu. Çünkü referandum demek belirsizlik demekti piyasalara göre. Ne zaman yapılacaktı bu referandum? Ve her şeyden önemlisi hayır cevabı çıkarsa ne olacaktı? Tüm bu süre içinde piyasalar ne yapacaktı? Daha da önemlisi, “hayır” çıkarsa ve kriz diğer Avrupa ülkelerine sıçrarsa ne olacaktı? Bu panik havası içinde tüm dünya borsaları sert düşüşler yaşadılar ve bir anlamda bu gelişmeyi beğenmediklerini net bir dille söylemiş oldular. O mistifiye edilen “piyasalar” adlı şahıs konuşmuş oldu yani. 

Perşembe

"Kullanışlı" bir konsept olarak, terörle mücadele

(agos, 4 kasım 2011)
Hayli gerilen Türk-Kürt, Devlet/AKP-PKK ilişkilerine hazin bir fasıla verdiren Van depremini -maalesef- hızla unuttuktan sonra tekrar mevcut denkleme döndük. PKK saldırıları, "Terörle mücadele" konsepti, KCK operasyonları, BDP'ye her geçişte bir tekme atmak vd. AKP'nin Kürt  sorunu'nu kendi kafasındaki plan uyarınca çözme hamleleri başarısız olduğundan beri bu döngü içinde dolanıp duruyoruz. 1980'lerden ve 90'lardan -JİTEM operasyonlarını hariç tutarsak- farkı kalmayan bu konsepti, topluma pazarlama çabaları da hız kazanmış durumda beri yandan. Eski -apoletleri sökülmüş- merkez medya Hükümet'in gözüne girmek için 1990'ların, 2000'lerin dilini şevkle tekrar benimserken, yeni merkez medya ve onun çeperi de BDP ve KCK'yı itibarsızlaştırmak için her türlü imkanı kullanıyor ve -yeni dönemin faşizan bir adeti olarak- savcıların atacağı adımlar önceden köşe yazarları tarafından sevinçle "muştu"lanıyor, müstakbel zanlılara gözdağı veriliyor.
Bu denkemin oluşmasına PKK'nın da katkı yaptığını bu sayfada her zaman vurguladım. Öldürerek sonuç alma fikrinden vazgeçmiş değil ve bir ihtimal bu yolla devletin sert yüzünü siyasal Kürt hareketine teşhir etmek istiyor, Hükümet'le pazarlık şansı elde etmeyi amaçlıyor ve yine bir ihtimal AKP'nin önceki hükümetlerden -bilhassa DYP'den- farkı olmadığını göstermeye niyetleniyor. Bunlar dışında nihai niyet nedir, bilemiyoruz, ancak hamlelerinin sonuçları Türkler ve Kürtler arasındaki zihinsel kopuşu genişletmekten başka bir işe yaramıyor. Eğer maksat buysa, az kaldı. Özetle ve açık olmak gerekirse, attığı adımlar "ısrarla beraber yaşamak isteyen" bir örgütün atacağı adımlara benzemiyor.
Fakat yine de biz Türkiye'i ve Hükümet'i odak noktamıza oturtmak durumundayız. Zira PKK ile gerek gördüğünde masaya oturan da o, masadan kalkan da o, Öcalan'a avukatlarıyla görüşme yasağı getiren de o, silahsız "düz ovada" siyaset yapmaya çalışan Kürt hareketini hapse tıkan da o. Ve artık -derin devlet beni engelliyor- gibi bir mazereti olmayan da o. Dolayısıyla muhatabamız bellidir, Hükümet'tir.

Pazartesi

12 yıl sonra yeni sınav: geçenler, kalanlar..

(agos, 28 ekim 2011)
Pazar öğle saatlerinde Van'ı 7,2 şiddetinde sallayan ve yıkan deprem meydana geldiğinde Türkiye'nin aklında aslına bakılırsa Kürt meselesi vardı.  Geçen çarşamba 24 askerin öldürülmesi, zaten sert  seyreden şiddet atmosferine yeni bir katkı yaparken, son 10 yılın değişmeyen  sloganı "Kandil'e girelim" tekrar ve yükses sesle dile getirilir olmuş, mutedil tavrıyla öne çıkan Cumhurbaşkanı Gül "intikamımız büyük olacak" derken, Başbakan  Erdoğan medya ve sivil toplum kuruluşları dahil tüm Türkiye'yi "teröre karşı" tek hizaya getirme çalışmalarına başlamıştı. Başbakan keza ulusa seslenişlerinde de  ilk günkü itidalini bırakmış ve BDP'yi hedef gösterme alışkanlığına geri dönmüştü. Kürt sorunu'nun aldığı gidişattan kendine vazife çıkaran milliyetçi gruplar da boş durmuyor spontane yürüyüşler düzenleyerek gerilimin dozunu artırıyorlardı. Ve gayet iyi biliyorduk ki tepkilerini bu şekilde sokağa dökmeyen Batı'daki elit/milliyetçi kesim de nihai bir çözümün ayrılıktan geçip geçmediğini kafasında bir kez daha evirip çevirmekteydi.

"Nefret"in bize anlattığı...

(agos, 21 ekim 2011)
Radikal'de imza attığı başarılı haberlerle dikkat çeken İsmail Saymaz, bir gazeteci kitabıyla karşımızda. Malatya'daki vahşetin öncesi ve sonrasının izini süren Saymaz, "Nefret/Malatya: Bir milli mutabakat cinayeti" isimli kitabıyla bir kısmı bilinen ama çoğu bilinmeyen bir çok ayrıntıya -klasik tabirle- projektör tutuyor. Baştan söyleyeyim: bunu gayet de başarılı yapıyor. Bir yandan da benim de aralarında bulunduğum bir kesimin analizlerinde haklı olduğunu gösteriyor. Ne diyorduk? Dink, Santoro, Malatya cinayetlerinde evet Ergenekon çetesinin izleri olabilir ama bunlar asli olarak devletin ve siyasi kadroların Sünni-Türk olmayan her şeye düşmanca yaklaşmalarının ve Türkiye'deki klasik devlet-siyaset-toplum yapılanmasının sonucudurlar. Kitap başka bir çok önemli ayrıntıyı gözler önüne serdiği gibi, esasen bu yapının da etrafını kalın bir çizgiyle tekrar çiziyor.

Gerçek, burada bir yerde..

(agos, 14 ekim 2011)
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin geçen hafta gerçekleştirdiği Ermenistan ziyareti, beklendiği üzere soykırım meselesini yine gündeme oturttu. Sarkozy ziyareti sırasında Türkiye'nin artık soykırımı tanıması gerektiğini söyledi.Fransa'da soykırımın inkarın suç sayan yasanın ne zaman yürürlüğe gireceği yönündeki soruya ise şöyle bir yanıt verdi: "Türkiye gibi büyük bir ülke tarihinin karanlık sayfasını kabul etmeli. Takvime gelince, kimseye ültimatom vermek, takvim koymak gibi bir pozisyonumuz olamaz. 1915'ten 2011'e kadar geçen zaman zaten bu konuda beklenenin yapılması için yeterince uzun bir zaman. Fransa, Türk kamuoyu ve hükümetinin tepkisini bekleyecek. Ama bir yanıt alamazsa hızla davranmamız lazım. Cumhurbaşkanlığı dönemi sona ermeden inkâr yasasını gündeme getiririz"
Sarkozy'nin açıklamaları Türkiye basınında -yine-beklendiği üzere bilindik, alışıldık reaksiyonlarla karşılandı. Ancak bu sefer bu reaksiyonları çiğleştiren bir ayrıntı da eklenmişti. Sarkozy'nin kısa boyuna imada bulunarak "Boyundan büyük laflar etti" gibi sığ bir yaklaşım, bu yılın yeniliği oldu. (7 Ekim Habertürk, -o iğrenç bıçaklanmış kadın fotoğrafının altındaki manşet-: Boyundan büyük laf etti; 8 Ekim Vatan: Boyunu aştı; 8 Ekim Hürriyet: O sözler oy için mi?)

Salı

Kriz: Acaba daha yeni mi başladı?

(agos, 7 ekim 2011)
2008 yılında ABD bankalarındaki riskli mortgage kredileri için üretilen tahvillerin zayıflığının ortaya çıkması ve bu cins çürük tahvilleri bulunduran bankaların zora girmesiyle patlak veren Küresel Kriz, 2010 yılında toparlanma emareleri gösterdikten sonra 2011 yılında bu kez Avrupa'yı kendine merkez seçerek yine etrafı tahrip etmeye başladı. Krizin bu yeni safhası için Yunanistan ve Güney Avrupa ülkeleri (İtalya, Portekiz, İspanya, Fransa) tetikleyici olarak gösteriliyor. Gerçekten de özellikle Yunanistan'ın düştüğü durum, çarpıcı. Dış yardım sağlayabilmek için çok sert mali önlemler almak zorunda kaldılar. Peki neden bu haldeler? Gösterilen: kamu borçlarının fazlalığı ve hesapsız harcamalar. Mevcut durumda Yunanistan resmen ilan edilmese de iflas etmiş bir ülke durumunda. AB ve IMF yetkilileri "Hayır temerrüt (iflas) sözkonusu değil" dese de durum ortada ve bu durumun nelere yolaçağı kestirilmeye çalışıyor. Temerrüt ise teknik bir ayrıntı olmakla birlikte önemli. Bir ülkenin temerrüte düşmesi demek "Borçlarımı ödeyemiyorum" demesi manasına geliyor ve bu durumda denklem -futbol spikerliğinden bir terim ödünç alacak olursak- "artık onlar düşünsün"e dönüyor. Yani borçverenler.

Ödül, Hrant ve Sol..

(agos, 30 eylül 2011)


Hrant Dink Vakfı'nın verdiği Uluslarararası Hrant Dink  Ödülleri için jürinin bu yıl yaptığı  seçim,  hayli tartışma yarattı, herhalde farkındasınız.. Bilindiği gibi Türkiye'den Taraf gazetesi genel yayın yönetmeni Ahmet Altan, bu yıl ödüle layık görüldü. Referandum sonrasında sol kesim ile liberal kesim arasında iyice keskinleşen tartışma ortamında böylesi bir seçim,  Sol diye kısaltabileceğimiz kesimin sert, hatta çok sert eleştirilerileriyle karşılandı. Bilhassa Ergenekon davası süreciyle başlayan , AKP'ye yakınlık/uzaklık konusunda keskinleşen bu "Taraf vakası" böylece Hrant Dink Vakfı'na, jüriye,  Dink ailesine ve Agos gazetesine de sirayet etmiş oldu.  Bu diplomatik girizgahtan sonra meramımı baştan söyleyeyim. Tercih beni de şaşırttı ancak eleştirilerin raydan çıktığını düşünüyorum ve bu eleştirilerde kullanılan dil ve  mantık, jürinin  tercihinden daha büyük bir sorunumuz olduğuna işaret ediyor, "demokrat" camiada.

Pazartesi

Sizin tuğlanız kim?

(agos, 22 eylül 2011)
Hrant'ın öldürülmesi davasında önemli bir eşik geçildi ve savcılık esas hakkındaki mütalaasını (görüşünü) mahkemeye sundu. Müdahil avukatlar haklı olarak delillerin tam olarak toplanamadığına dikkat çektiler ve  bu duruma tepki gösterdiler. Ayrıntıları okudunuz. Davaya ve savcının mütalaasına geleceğiz ama önce filmi biraz geri sarmak istiyorum. İki sahne seçtim. İlki 8 Şubat 2011'den. 

"Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesiyle ilgili yapılan suç duyurusu üzerine cinayette ihmalleri olduğu gerekçesiyle Kamu Güvenliği Müsteşarı olan dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler, Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, Osmaniye Valisi olan dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Eski İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler, dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay, dönemin Trabzon Alay Komutanı Albay Ali Öz, dönemin Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürü Binbaşı Metin Yıldız'ın da aralarında olduğu 30'un üzerinde kamu görevlisi hakkında soruşturma başlatıldığı anlaşıldı."

Şu haber de 10 Mayıs 2011 tarihli Radikal'den.: 

Sel: Doğa’nın merkez sağ’dan intikamı..

(birikim, sayı 246, ekim 2009)

Eylül ayının ilk yarısına Trakya ve İstanbul’da hayatı birkaç günlüğüne felç eden ve 40’a yakın insanın hayatına mal olan sel “felaketi” damgasını vurdu. Ancak yetkililerin olup biteni “felaket” olarak sunmakta ısrar etmelerine rağmen bir skandal ile karşı karşıya olduğumuz konusunda geniş bir konsensüs vardır. Ve tarihin (ve de siyasetin) tuhaf bir cilvesi midir bilinmez, “skandal” tam da Hasankeyf’e baraj yapılması konusunda nihai dönemeçlerden birinin daha geçildiği ve İstanbul’a 3. köprü yapılması konusunda AKP Hükümeti’nin kesin kararlılığını beyan ettiği döneme denk gelmiştir ve bu haliyle “merkez sağ” siyasetin ve onun kalkınmacı-imarcı takıntısının ne kadar yıkıcı olabileceğini görmemiz için bize bir fırsat sunmaktadır.

AKP’nin üşüten baharı

(agos, 15 eylül, 2011)
Hafta boyunca belli ki Kürt  Sorunu'nda girdiğimiz yeni virajın  yanısıra Başbakan Erdoğan'ın Arap Baharı turu'nu da konuşacağız. Zira, Türkiye'de yüzde 50'lik bir oy oranı ile tam egemenliği yakalayan AKP, dışarıda daha doğrusu OrtaDoğu'da da benzer bir popülarite yakalamış durumda. Pazartesi akşamı Arap Baharı turu'nun ilk durağı olan Mısır'a giden Erdoğan geniş ve coşkulu bir kalabalık tarafından karşılandı. Havaalanına iner inmez bu kalabalığı  Arapça selamlayan Erdoğan "İslam'ın kurtarıcısı, Allah'ın azizi Erdoğan" sloganlarıyla karşılık aldı.  Erdoğan buradan Tunus ve Libya'ya gidecek. Tablo Türkiye'nin geleneksel dış politika tercihlerini yansıtmaması açısından ilk bakışta yadırgatıcı bulunabilir ama mümkün mertebe soğukkanlı bir biçimde bakmaya çalıştığımızda şunu görüyoruz. Ortadoğu'da -yeni yönetimler bilinmez ama- halk düzeyinde ibre açıkça Erdoğan'ı gösteriyor. Hem Arap Baharı yaşanıyor, Batı ve Nato'nun desteğiyle otoriter rejimlerden kartlarını yanlış oynayanlar yıkılıyor, hem İsrail uzun süreli bir yalnızlığın içinde, AKP bu yalnızlığı ve İsrail'in dağınık politikasını iyi kullanıyor, hem de bu yolda AKP'ye çelme takacak iç tehditlerin tümü bertaraf edilmiş durumda. Dolayısıyla Erdoğan bölge liderliğine artık rahat rahat oynayabilir. Peki bu tablo bize ne anlatıyor? 

Siyasetin giderek silinişi (ya da, “bir gün herkes AKP’li olursa”)

(agos, 8 eylül 2011)
Bayram tatili hiç de siyasetin durup soluk aldığı bir aralık olmadı. Tam tersine peşpeşe içte ve dışta çok önemli gelişmeler yaşadık. Müstafi Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in  1 yıl önce yaptığı tahmin edilen birlik içi bir konuşmanın internete sızması gayetle önemliydi.  Konuşmanın nasıl kaydedildiği maalesef iktidar çevrelerinde ve AKP yanlısı basında konu edilmedi. Oysa bu da en az konuşmada söylenenler kadar önemliydi. Ancak kamuoyu ister istemez konuşmanın içeriğine odaklandı. Konuşmayla TSK’nın lagarlığı ve  bu lagarlıkla doğru orantılı kibri bir kez daha gözler önüne serildi. Kayıt meselesine gelirsek, toplantıya katılan komutanlardan birinin kaydetmesi kuvvetle muhtemel bir konuşma gibi duruyor, işin doğrusu. Dolayısıyla bu kaydın yapılabiliyor ve yayınlanabiliyor oluşu da başlıbaşına açıklayıcı: Egemenlik,  el değiştirdi.

Cuma

Yeniden tedip ve tenkil politikası..


(agos, 25 ağustos 2011)
“Hükümet, ....’de iki seneden beri ıslahat programı uyguluyor.Bu program mıntıkayı medenileştirmek için bütün vasıtalarla ve hususi hükümler dahilinde orada geniş bir çalışma teferruatını ihtiva etmektedir. Bunu şimdiye kadar orada kanuna muhalefetten zevk ve kuvvet almış bazı resiler iyi karşılamadılar. Islahat programına muhalefet ve mukavemet etmek istediler.. ....’de ıslahat ve medenileştirme programı yürüyecektir....”
“Şark hudutlarımızda Kürt isyanı yoktur. Cehalet şevkile şekavet yoluna dökülmüş bazı vatandaşların elbette er geç cezalarını görecek münasebetsiz hareketleri vardır. Unutulmamalıdır ki Türkiye’de ırk olarak adlarına Kürt denen Türkler yalnız Ağrı ve Süphan Dağı’na çıkan üç beş haydutan ibaret değildir.”
“.... ilindeki incelemelerim sırasında ekonomiyi önemli surette zarara sokan ve bu il dahilindeki en önemli amillerinden olan Aşkirik, Gürk, Dağbey, Haryi köylerinin tedip ve tenkiline zorunluluk gördüm (...) bu bölgede çok şımarık bir durum almış olan bütün Kürt köylerine bir etki yapmak ve devlet nüfuzunu hakim kılmak için ....nakledilecek bir hava kıtası ile bu köyleri tahrip etmenin uygun olacağı düşüncesindeyim..”
Alıntılardan ilki, İsmet İnönü’nün sözleri..Boş yerlere Tunceli’yi koyunuz..Sözkonusu olan Dersim katliamı dönemidir. İkinci alıntı Yunus Nadi’ye ait. Sözkonusu olan Ağrı isyanı dönemidir. Üçüncü alıntıda boş yere Erzincan ilini koyunuz. Sözlerin sahibi dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak. Yıl, 1930, yine Ağrı isyanı dönemidir. (Alıntıların tümü için kaynak: Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, Mesut Yeğen, İletişim yayınları, ikinci baskı, 2003)
Bu alıntıları buraya alarak şu bönlüğü yapmak niyetinde değilim: Efendim işte 70-80 yıldır değişen bir şey yok, hep aynı. Hayır. Hiç şüphesiz çok şey değişti, hem siyasi Kürt hareketinde hem de “Egemenler”in bakışında.

Yeni iktidarın yapısı..


(agos, 11 ağustos 2011)
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve emekliliği yaklaşan kuvvet komutanlarının istifa etmesinin ardından yeni bir döneme girdiğimiz ortada. Zaten bu yönde bol bol yorum ve makale okumuş olmalısınız. Bu istifalar AKP-Gülen cephesinin ordu karşısında geri adım atmama prensibinin mantıki ve doğal bir sonucu olarak görülse  de, olup bitenler hiç şüphesiz tarihte bir dönemeç oluşturacak.Artık o topa bir daha girmeyip, iki soruya yanıt aramaya çalışacağım.1) Bu sadece AKP’nin marifeti mi? 2) Ne yani sivilleştik, demokratikleştik mi, her şey tamam mı?

Pazartesi

Benim neslim de, bu faşizmden bıktı...

(agos, 4 ağustos, 2011)
Yeni dönemin laik/şehirli elitizmini kahvehane mantığıyla harmanlayarak kendine özgü bir stil yaratan gazetecilerden  Yılmaz Özdil’in geçen haftaki yazısını okumuş olmalısınız. Tam da geçen hafta bu gazetenin  şikayet ettiği “cımbız” diplomasisinin tatsız sonuçları üzerine kaplan gibi atlayan Özdil ibretlik bir yazı çıkardı ortaya. Neydi olay? Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan, Hürriyet’in Moskova muhabiri  Nerdun Hacıoğlu’nun haberine göre Ermenistan’daki öğrencilere “Biz Karabağ’ı aldık, Ağrı’yı almak da sizin göreviniz” mealinde laflar etmiş.Bunun üzerine siyasestte kopan fırtınayı biliyorsunuz zaten. Sarkisyan’ın tam olarak ne dediğini geçen hafta bu gazete okudunuz. Sözlerinin tümü okunduğunda tablo değişiyor. Gelin Özdil’e geçmeden önce biz Hürriyet’teki versiyonu dikkate dahi alsak, haberde ne olduğuna bakalım. Evet Nerdun Hacıoğlu’nun 26 temmuz tarihli haberi malum  sözleri aktardıktan sonra bir “ama” ile,  yani şöyle bitiyor: “...Ama şunu da söylemem gerek. Günümüz dünyasında ülkelerin itibarı yüzölçümüyle ölçülmüyor. Ermenistan modern, güvenli ve ekonomide başarılı ülke olursa itibarı da o denli yüksek olacaktır”
Hürriyet’in haberi böyle bitiyor.

Perşembe

Norveç: yeni bir eşik mi?

(agos, 28 temmuz 2011)

Cuma günü Norveç’te meydana gelen  saldırıyla ilgili olarak her gün yeni ayrıntılar okuyoruz, öğreniyoruz. Saldırgan (Anders Breivik) muhtemel çoğu kişi tarafından ruhsal dengesi bozuk biri olarak görülecektir ve bir ihtimal kendisine tıbbi olarak böyle bir tanı konacaktır. Ancak saldırganın ruhsal durumu ne olursa bu korkunç ve gaddarca saldırı ister istemez tüm spotları Avrupa’da sağ akımlar üzerine çevirecektir.
Öncelikle saldınını Norveç gibi dünyanın en “mutena” ülkelerinden birinden meydana gelmesi şaşırtıcı sayılıyor. Fakat Avrupa’yı gözucuyla bile takip eden bir gözlemci İskandinav ülkelerinde steril/ırkçı bir düşüncenin ta II.Dünya Savaşı yıllarından beri boy verdiğini usul usul geliştiğini, 90’larda ise hayli güçlendiğini bilir. Bu açıdan bakıldığında şaşırtıcı değil demeyeceğim (böyle bir katilam dünyanın her yerinde “beklenmedik”tir) ancak  “ne alakası var?” denecek bir durum da yok.
Asıl önemli ve ayırdedici olan ilk ayrıntı şu:  saldırı, ırkçı saldırıların genel geçer özelliğini taşımıyor. Kurban sayısının yanısıra bu saldırıyı “farklı” ve “köşetaşı” yapan da bu. Saldırgan, iktidardaki İşçi Partisi’nin (ve tüm çok-kültürcü marksistlerin/sosyal demokratların) Müslümanlara müsahama gösterdiğini düşündüğü için hedefe Hükümet’i ve iktidardaki partinin gençlik kollarını koydu. Yani hedef/kurban, kendi toplumunun “ırkçı olmayanları”  oldu, yabancılar değil. Ve üstelik kendi toplumuna karşı da epey gaddarca davrandı. Bu açıdan bakıldığında yepyeni bir durumla karşı karşıyayız.

Çarşamba

Kritik bir dönemeç daha

(agos , 21 temmuz 2011)

Çözüm değil, çözüm yolu da değil, çözüm yoluna giden yola yaklaşıyormuşuz gibi bir hava vardı bir hafta önce. BDP, AKP ile temaslara başlamıştı. Öcalan devlet/hükümetle yürütülen temasların olumlu yolda olduğunu bildirmiş, bir barış konseyi kurulacağını açıklamıştı. Yeni anayasadan bahsediyorduk... Ki, Silvan saldırısı oldu. Yine başa dönüyoruz. Ama aslında başa mı dönüyoruz, emin değilim. Evet, geriye gidiyoruz ama dosdoğru geriye değil (onun küçük de olsa ‘aynı yoldan tekrar gideriz’ diye bir güvencesi vardır); bu seferki biraz çapraz bir yer oluyor. Bu konuya döneceğim.
Neyle karşı karşıyayız? Yaygın kabul gören bir şablon var, kimi açıklamalar da bunu destekliyor: “AKP zaten Öcalan’la görüşüyordu, çok genel ve yüzeysel bir mutabakata da varmak üzereydi, hatta saldırı öncesi ve sonrasında AKP’ye yakın medyada Öcalan’ın özellikle kayırılması, selamlanması da bunun göstergeleriydi,  ancak devredışı kaldığını düşünen PKK hamle ihtiyacı hissetti” şeklinde bir şablon... Genel hatlarıyla kimsenin

Pazartesi

Futbolun egemenleri zorda...

(agos, 14 temmuz, 2011)
Futbolla uzaktan yakından ilgilenen herkes için “şok” sayılacak gelişmeleri özetleyerek başlamama gerek yok herhalde. Tablo basit: FB, Sivas, Eskişehir yöneticileri organize suç örgütü kurdukları, yönettikleri, şike yaptıkları gerekçesiyle  tutuklandı. Operasyonun  kapsamına Trabzon, BJK, bazı futbolcular ve eski Federasyon yöneticileri de girdi. Mevcut tablo itibariyle  FB:’yi BJK izliyor.
Operasyon büyük. Ve Devlet, yani Emniyet ve Ergenekon soruşturmasını başlatan savcılık eliyle yürütüldüğü için de iş hayli ciddi. Zaten en büyük tartışma konusu buradan çıkıyor. Operasyona AKP yanlısı medyanın verdiği destek, aynı Ergenekon soruşturmasında olduğu gibi birçok polis kaynaklı iddianın hemen gazetelere sızması, bu çok ciddi  iddiaların odağındaki bazı isimlerin ifade sonrası hiçbir şey olmamışcasına serbest kalması –ancak itibar kaybına uğraması- hızla soruşturmanın siyasi olabileceği tartışmasını gündeme getirdi. Operasyonun asıl hedefindeki FB camiasının gayriresmi sözcüleri bunun bir AKP operasyonu olduğunu, Hükümet’in Aziz Yıldırım’ı  devirip yerine kendine yakın bir isim getirmeyi hedeflediğini savunmakta. Manzaraya şöyle bir bakınca ve Gülen cematine/AKP’ye yakın yazarların, AKP’ye yakın tvlerin konuya balıklama dalışını görünce insanda bir “acaba mı?” sorusu uyanıyor elbet. Ancak meselenin bu kadar basit olmadığını düşünüyorum.

Egemen dediğimiz, kim ola ki?

(agos, 30 haziran 2011)
Mevcut durum itibariyle DTP’li/Bağımsız Hatip Dicle’nin milletvekililği düşürülmüş durumda, KCK davasından tutuklu olarak yargılanan 5 DTP’li/Bağımsız’a tahliye izni verilmedi, CHP listelerinden seçilen Ergenekon davası tutukluları Mustafa Balbay ve Mehmet Haberal’a da  tahliye izni verilmedi ve yine MHP listelerinden yine Ergenekon tutuklusu Engin Alan da tahliye olamadı. Bu krizi kimin çıkardığı, bu isimleri listeye koymanın doğru olup olmadığı uzunca bir tartışma konusu. Ama kesin olan şu: ortada bir temsiliyet krizi var.
Ve peşine gelen soru: bu kriz nasıl çözülür? BDP’lilerin ve Kürt siyasi hareketinin çektiği onca sıkıntı, aldatılmışlık, baskı, şiddet, gaz bombaları ortada dururken benim böyle bir çıkış yapmam yersiz kaçabilir ama şunu savunmaktan kendimi alamıyorum: Temel olarak, Meclis zemini terk etmemek gerekir. Hatta Süleyman Demirel gibi, mevcut siyaset erbabı gibi konuşmayı  bile göze alarak şunu söylüyorum: Meclis’i işletmek gerekir. Meclis konuşmalı. Zira Meclis konuşmazsa başkaları konuşuyor. Polis konuşuyor, yargıya yön verenler konuşuyor, darbeci yargıçlar konuşuyor, cemaat konuşuyor, her türlü hesabı olan konuşuyor. Bu dediğim şüphesi z genel çerçeve. Kısa vadede ise -çelişki gibi görünebilir ama- BDP’nin boykot kararını tabii ki de meşru buluyorum. Zira krizden çıkış için “egemenleri” adım atmaya zorlamak gerekiyor.  Bu “egemen” konusuna tekrar döneceğiz.

Çarpışan eksenler..

(agos, 11 haziran 2010)
Başbakan Erdoğan’ın malum İsrail saldırısını kınamak için geçen hafta yaptığı bir konuşmada Tevrat’ı daha doğrusu 10 Emir’i  referans göstererek İbranice “Öldürmeyeceksin” demesi, bunun üzerine CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun buna cevaben yine 10 Emir’i referans göstererk “Çalmayacaksın” demesi, yine buna cevaben Erdoğan’ın “Ben Tel Avive’e seslendim cevabı Keşan’dan geldi, İsrail’in avukatları var” demesi, yine bunun üzerine Kılıçdaroğlu’nun da “İsrail’in avukatını arıyorsan sağına Bülent Arınç’a bak” demesi İsrail konusunun esasen bir iç politika meselesi haline geldiğinin göstergesi. Ki böyle olması da bekleniyordu zaten. Bu atışma Türkiye’nin mevcut politik yapısına ilişkin hem ilginç hem de tatsız öğeler barındırıyor.
Öncelikle Erdoğan’ın şu malum İsrail meselesini muhaliflerini sindirmek amacıyla kullanmaya meyilli olduğunu görüyoruz. Çok uzun süredir (1970’lerden bu yana) ilk kez Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları yabancı bir ülkenin askerleri tarafından öldürülüyor. Üstelik bu ülke Türk sağının bilhassa da milliyetçi-dindar tabanın hiç de hazzetmediği İsrail olunca toplum düzeyindeki asabiyet ve düşmanlık hayli artmış oluyor. Bu açıdan hayli  ince bir buz takabası üzerinde yürüdüğümüzü hatırda tutmak lazım. Ülke olarak. Hal böyle iken Erdoğan’ın bu tip eleştirilerde hemen “İşte görüyorsunuz İsrail’in avukatları bunlar” demesi bir politik muziplik olarak görülemez. Can sıkıcı sonuçları olabilecek bir tavır Erdoğan’ınki ve devam ettireceğinin ipuçları da var maalesef.

Eski denklemden çıkamamak….

(agos, 18 haziran 2010)
PKK, çeşitli vesilelerle ve çeşitli ağızlardan geçtiğimiz aylarda yaptığı açıklamaları maalesef hayata geçirecek gibi görünüyor. Hatırlanacaktır gerek İmralı, gerekse Kandil’den yapılan açıklamalarda yaz aylarının PKK tarafından icra edilecek bir şiddet dalgasına sahne olacağı söylenmişti. Haziran ayı ortası itibariyle gelinen nokta ürkütücüdür. Son iki ayda 34 güvenlik görevlisi öldürülmüş durumda. Çok sayıda saldırı ve çok sayıda şehit cenazesi var. Ve tabii bu süreç içinde Kuzey Irak’a yönelik olarak yapılan iki hava harekatı. Muhtemelen örgüt saldırı dalgasını hava harekatı nedeniyle başlattığını söyleyecektir, güvenlik güçleri ise hava harekatının saldırı dalgası nedeniyle icra edildiğini beyan edecektir. Burada ilk noktayı bulmaya zaten imkan yok. Ancak Öcalan cephesinden epey uzun bir süredir yeni bir şiddet politikasının ipuçlarını veren açıklamalar geldiğini biliyoruz.
Gelinen nokta muhtemelen  Türkiye’de maalesef genişçe bir kesimi memnun etmiştir. Zira yine eski denklemin o rahat kollarına atılmış oluyorlar. PKK ve aynı doğrultudaki siyaset erbabı o bildik “TC” söylemine dönecek, TSK, CHP ve MHP “bölücü örgüt her zamanki gibi” argümanını artık daha da rahat bir biçimde dillendirecek, uzatmayayım özetle 90’ların o bildik atmosferine döneceğiz. Belki faili meçhul cinayetler azalır ama onun hiç garantisi olmaz zira şiddetin tek hakim dil olduğu bir atmosferde faili meçhul cinayet işleyecekler daha rahat boy verir.

Helalleşme değil, muhasebe..

(agos, 23 haziran 2011)
Büyücek, çok katlı bir apartmanda oturduğunuzu düşünün. Yöneticiliği 8-9 yıldır aynı kişi yapıyor. Eh, işler yürüyor, çöpler toplanıyor, temizlik yapılıyor, daha önceki yönetici emekli albayın zulmünden kurtulduk  vs ama bu yönetici epey asabi. Epey destekçisi var, rakiplerini hem oy oranıyla hem azarlayıcı ses tonuyla hem  de yandaşlarıyla sindiriyor. İyi bir istihbarat ağı var kendine bağlı, apartmanda olan ve “olmayan” onlardan soruluyor. Evet işler yürüyor ama solcu komşunuz pek rahat değil, eve giren çıkana karışılıyor, apartmandan yeni atıldı. Dul kadın komşunuz da pek rahat  değil, keza Ermeni komşunuz tedirgin, balkondaki heykel daha yeni apartman yönetimi kararıyla söküldü, Alevi komşular da canlarına kasıt yoksa da olur olmaz “Ooo Alevi komşularımız nasıllar” denmesinden rahatsız. Kürt komşularınıza da boyuna terörist gözüyle bakılıyor, çok sayıda komşunuz PKK’lı diyerek apartmandan atıldı, balkonda içki içmek  filan da gitgide zorlaşıyor. İşte bu apartmanda  yeniden seçim yapıldı. Ve seçimi yine büyük çoğunlukla  aynı şahıs kazandı. Fakat seçim süreci hayli sert geçti, Aleviler, Kürtler, solcular yönetim tarafından hakaretlere uğradılar, bilhassa solcular dövüldü. Neyse seçim sonrası tekrar seçilen yöneticimiz balkona çıkıp ne derse beğenirsiniz? Kırdıkları üzdükleri varsa helallik istiyormuş. Sonra da olur olmaz herkese açtığı davaları geri çekti. Yöneticinin yandaşları şimdi bu tavrı alkışlamanızı istiyor.

% 50’den sonra..

(agos, 16 haziran 2011)
Seçimler hiç de sürpriz olmayan bir sonuçla; ancak AKP’nin az da olsa bir oy kaybı yaşamasını bekleyenleri  -mesela  beni- yanıltarak sonuçlandı. AKP üç kez üst üste, oylarını her seferinde artırarak hükümet kuran ilk  parti oldu,  cumhuriyet tarihinde.  Demokrat Parti de 1950’lerde üç kez üst üste seçim kazanmıştı, hatırlanacaktır, ancak son seçimde oyları düşmüştü. Dolayısıyla son derece önemli bir vaka ile karşı karşıyayız.  Bu tablodan pek çok çıkarımlar yapmak mümkün.
İlk  olarak.. Erdoğan’ın tüm otoriter tonuna, Gülen cemaatinin kazandığı etkinliğe ve baskıcı uygulamalara rağmen; AKP’nin  bu ülkede seçim kazanmasının ilk anlamı,  TSK’nın ve katı-laik devletçi görüşün etkinliğinin bir kez daha geriletilmesidir. Bu epey önce oldu zaten, ben de biliyorum ancak bu seçimde Ergenekon davasına ve Ergenekon görüşlerine yakın isimleri güç kazanması, ülkenin hala bu konuda sallantıda olduğunu gösterecekti. Dolayısıyla toplumda “asker gene arada  sırada ne yapacağımızı söylesin” tarzı bir tavrın artık iyice geride kaldığını söylemek mümkün. Tabii çok da abartmadan. Zira CHP ve MHP listelerine baktığımızda bu tortunun izlerinin hala durduğunu görebiliyoruz.
İkinci olarak.. Seçim öncesindeki  manzara  oy destekli bir tek parti cumhuriyetine gittiğimizi gösteriyordu. Sonuçlar bu gidişatı perçinledi.  Hem devlet yönetiminde hem de Erdoğan’ın toplumla irtibatında otoriter-muhafazakar bir tek parti (daha doğrusu tek adam) yönetiminin toplum tarafından da onaylandığını görüyoruz.  AKP’nin  doğal yaşam çevresinin dışında kalan her kesimin (sol medya, sendikalar, -kimi bölgelerde- laik orta sınıf, Kürtler, Aleviler, solcular, eşcinseller, kadınlar, çevreciler) yaşadığı, devlet/medya  gücüyle birleşmiş muhafazakar baskı, bu yüzde  50’lik kesimi zerre kadar ilgilendirmiyor görünmekte. Dolayısıyla bu tablo aslında en az ilk madde kadar hatta daha da fazla önem  arzediyor. Ve geçen haftaki yazınını sonuda not düştüğümüz gibi yeni dönemde öncelikli meselelerden biri de bu olacak.

Perşembe

Seçmen ne istiyor?

(agos, 9 haziran 2011)
 Seçim öncesi son sayı. Dolayısıyla ister istemez bu mesele üzerine bir kez daha eğilmek gerekir. Partiler düzeyinde kimin ne durumda olduğunu aklımız yettiğince bu sütunlarda yazdık. Şimdi belki de seçmene bakmak lazım. Seçmen ne istiyor? En önemli soru bu. Peki bunu nasıl bulacağız? Öncelikle şunu söylemek saçma gelebilir ama yine de söyleyelim: Seçmen diye biri yok. Yani öyle tek bir kişi yok. Bu saçma hatırlatmayı şunun için yaptım. hani bilhassa seçimden sonra “seçmen şunu dedi, seçmen şunu dedi” diye analizler yapılır ya. Tabii ki o analizi yapan da  bilir seçmen diye bir kişi olmadığını ama bu tip analizlerde insan zihni bir süre sonra dile kendini uydurur, yani dil, zihni rehin alır ve seçmenleri hakikaten birlikte davranan, önceden anlaşmış gibi birlikte karar veren bir yapı olarak düşünmeye başlarız. “Seçmen iktidara devam et ama biraz daha dikkatli ol dedi” gibi analizlerden bahsediyorum. Çok açık ki bu türden çıkarımlara neden olan olan sonuçlar birçok eğilimin biraraya gelişiyle oluşuyor.Fakat muhtemelen ben de yazının içinde bu tuzaktan kurtulamayacağım.
Peki, sorumuza dönelim. Seçmen ne istiyor? Bunun için elimizde iki veri var. Önceki  seçim sonuçlarında gösterilen refleksler ve mevcut seçim kampanyalarında partilerin öne çıkardığı vaadler, attıkları adımlar. İkisini de harmanlayarak göz atalım.

Pazartesi

Bir türlü hesaplaşamadığımız 12 Eylül..

(agos, 2 haziran 2011)
Hatırlanacağı gibi  12 Eylül 2010’da yapılan referandumda halk oyuna sunulan Anayasa değişikliği maddelerinden biri de darbecilerin yargılanmasını engelleyen hüküm  idi. Değişiklikle bu engel  maddesi kaldırılacaktı. Hayli tartışma yaratan, AKP muhaliflerince  bir göz boyama hamlesi olarak değerlendirilen bu değişiklik, referandumda evet oyu çıkması ile hayata geçti.  Ve hemen ardından çok sayıda suç duyurusu yapıldı darbeciler hakkında. Bunların çoğu da görevsizlik  nedeniyle dikkate alınmadı. Hal böyle olunca genişçe bir kesim “E hani darbeciler yargılanacaktı. Demedik mi,  bu bir göz boyamadır” diyerek eleştirilerin tonunu yükselttiler. Tam bu dönemde (ve seçime çok az bir süre kala) darbecilerden hayatta kalan iki isim (Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ile dönemin Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya) Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcıvekili Hüseyin Görüşen tarafından ifade vermeye çağrıldı. Öğrendik ki dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat Tümer de ifadeye çağrılmış ancak telefona çıkan oğlu, Nejat Tümer’in o sabah öldüğünü söyleyince başsavcılık makamı başsağlığı dilemekle yetinmiş. (Bu sahne biraz mevcut soruşturmanın karakterini  de simgeleyen bir vaka sanki) Şahinkaya’nın ifade veremeyecek kadar ağır hasta olduğu söyleniyor. Evren’in avukatı da müvekkilinin adliyeye gelemeyecek kadar hasta olduğunu, ifadenin evinde alınmasını talep etmiş. Dolayısıyla bu ifade meselesi sembolik kalacak gibi görünüyor, Başsavcı vekili daha önemli adımlar atmazsa..
İki pürüzlü nokta var. AKP gerçekten 12 Eylül darbecileri ile hesaplaşmak niyetinde mi ve AKP tabanı (ve tabii ilave olarak referandumda evet oyu veren yüzde 58’lik kesim) geçmişiyle  gerçekten hesaplaşmak istiyor mu? Bu sorulara gönül rahatlığı ile evet diyemeyiz. AKP’nin 12 Eylül karşıtlığı ülkedeki TSK etkinliğini kıracak her türlü hamleyi yapıyor oluşundan kaynaklanıyor, bu ortada. Buna karşılık “Niye yapıyorsa yapıyor, yapıyor ya işte..” denebilir, deniyor da zaten.

Salı

Son düzlükte MHP , BDP, AKP

(agos, 26 mayıs 2011)
Bu yazı yayınlandığında artık seçime neredeyse 2 hafta gibi bir süre kalmış olacak. Ve son düzlüğe girilirken ilginç bir şekilde seçimin baş aktörleri AKP ve CHP’den çok, MHP ve BDP oldu. Her iki parti de güç veya güçsüzlükleri ile özel bir bakışı hakediyorlar. Kapsamlı bir analiz yapma iddiasında değilim ama önemli bulduğum birkaç notu paylaşmak isterim. MHP ile başlayalım..
Kaset komplosu ile tüm Türkiye’nin odağında MHP..Merak edilen, bütün bu olup bitenlerden sonra barajı aşacak mı, aşmayacak mı? Son kaset furyasından sonra 6 kişi daha istifa etti biliyorsunuz ve kasetleri yayınlayanlar, hedefte Bahçeli’nin olduğunu gizlemiyorlar.  İki eğilim var. İlki ve yaygın olanı: Bütün bu olup bitenleri  iktidar uzantıları tezgahlıyor. Hedef MHP’yi baraj altına itmek, böylece iki partili ve bağımsız adaylı bir TBMM’de AKP’ye yeni anayasa ve diğer adımlar için rahatlık sağlamak. Doğrusu AKP yanlısı medyada bu kasetler ortaya çıkmadan çok önce sıklıkla görülen  “MHP baraj altında kalabilir” analizlerini ve peşine gelen “Kürt sorununun çözülmesi için MHP baraj altında kalmalı” fikirlerini okuyunca; ve kasetler patladığında  Erdoğan’ın meydanlarda bu konuyu uzun  uzadıya tadını çıkara çıkara işleyişini görünce  gayet muhtemel bir durum diyebiliriz. Karşıt görüş ise (ki bunu daha çok AKP yanlısı medyada okuyoruz) Baykal’a kaset komplosunu kim kurduysa MHP komplosunu da aynı odakların yaptığı yönünde. Bu görüşe göre amaç Bahçeli’yi devirip MHP’nin başına daha iddialı  bir ismi getirmek ve partiyi ayağa kaldırmak. Yani kompolunun hedefinde AKP var bu görüşe göre. Hatta ve hatta bu görüşün bir yan dalına göre hedefte Bahçeli’nin yerine MHP’lileri sokağa dökecek yeni bir lider arayışı var. AKP yanlısı medyada işlenen görüş bu. Olmaz diyemem, olabilir de, ama bu son görüşün ortaya atılması kaset işinden MHP’nin mağdur olduğu dolayısıyla oylarını koruyabileceği görüşünün öne çıkmasıyla aynı günlere denk geliyor. Yani AKP bu kaset işinin ters tepeceğini hissedince  vites değiştirmiş ve buna göre yeni bir senaryo yazılmış olabilir. Zaten Erdoğan da son günlerde (yani aynı tarihten itibaren) kaset meselesinin fazla ağzına dolamamaya başladı.

Pazartesi

Umut ve umutsuzluk...

(agos, 19 mayıs 2011)
Geçen haftaki  yazının ağırlıklı bahsi Güneydoğu’da artan tansiyondu. Tansiyon maalesef düşmedi ve haftasonu sınırda PKK ile çatışmaya giren TSK, 12 militanı öldürdü.  Gelişme bilhassa Güneydoğu’daki gerilimi daha da artırdı, Türkiye’nin “Batı”sının da Doğu’sunun da hem kaygıyla hem de tepkiyle izleyebileceği gelişmeler yaşanması ihtimali arttı. Seçimler  yaklaşırken birçok cephenin gerilimi diri tutmak istediğini biliyorduk, geçen haftaki yazıda da buna değindik.  Fakat bu çapta bir operasyon hesapta var mıydı, yoksa olaylar kendiliğinden mi gelişti, bizim buradan bilmemiz zor. Dolayısıyla böyle bir operasyonun neden gerekli görüldüğü, TSK’nın bunu tek başına mı yaptığı yoksa Tunceli’deki  7 militanın önceki hafta  öldürülmesi de hesaba katıldığında TSK ile AKP’nin bu politikayı beraber mi yürüttüğü pek bilinmiyor. AKP’nin kendisi   değil de çevresi, TSK’nın ya da TSK içinde bir kanadın  bölgede AKP’nin altını oymak için bu tip girişimleri kasten yaptığını yaydı bir süre. Ancak AKP açık açık bunu perde önünde söylemeyezdi. Söylemedi de zaten. Bunun yerine mevcut çatışma ortamının Ergenekon örgütü tarafından tezgahlandığını söyleyebilirdi ki Erdoğan da dün bunu yaptı. Operasyonları ve TSK’yı kurumsal olarak sahiplendi.  Gerilimin iyice arttığı, ölen PKK’lıların cenazelerinde on binlerce kişinin toplandığı, BDP’nin üç gün yas ilan ettiği, CHP’nin ortamı dikkate alarak bölge bürolarını kapattığı bir dönemde hem CHP ve BDP’yi suçladı, hem de gerilim senaryosunun  Silivri ve Kandilli tarafından ortak yazıldığını söyledi. Kastettiği bu iki odağın bölgede AKP’yi zor durumda bırakmak istediği. Keza bölgedeki gösteriler için “meydanı bunlara bırakmayız” dedi. (Bunlar  dediği aslında BDP tabanı oluyor.) Sonra da “o meydanın sahibi milettir” dedi. Kendince kurduğu retorik  başladığı yere dönüyor olsa da belli ki söylemek istediği  Kürt sorunu meselesinde devletçi çizgiyi artık iyice ve bir kez daha sahiplendiğidir.

Cuma

Nışan ve Çapo için...

(agos, 5 mayıs 2011)

 “1915 kasım ayı sonunda Sebil’de bulunuyordum. Yağmur hiç durmadan yağıyordu. (...) Burada bir hafta kaldıktan sonra kafilelerin sevkiyatlarına başlandı. Eşyalarımız eşekler üzerinde yüklenmiş olarak tam gece yarısından sonra yola koyulduk ve gün ağarırken Bab’a ulaştık. Ne kötü ne dehşet verici bir görüntü. Şehre yarım saat uzaklıkta yağmurla sular altında kalmış düz bir alan içerisinde binlerce gerilmiş çadır çamur ve su içinde bulunuyordu. Çadırların yanında çok sayıda yatan ölüleri ve can çekişenleri yetkililer tarafından Ermeni sürgünler arasından seçilmiş mezarcılar ancak zorlukla dışarı atabiliyorlardı. (...) Çoğu yarı çıplak veya tamamen çıplak günlerce bu şekilde bırakılan kabirsiz, ölüler mezarlığı olarak kullanılan yerler vardı burada. Allahım bu ne görüntü...Gözyaşlarımı ve kalbimin anormal atışlarını durduramadım. Küçük bir çocuk gibi, bu bölgelerde bir milletin tamamının öleceği düşüncesinin derinliğine dalarak gözyaşları içerisinde ağladım. Tifüs her gün 350-400 arası kurban alarak hep yeniden kendi kendine tutuşan ateş gibi dehşet verici şekilde bütün çadırları sarmıştı. (Vartabed Dacad Arslanyan, 1915 sonunda Bab’daki durum)

Pazartesi

Sağ, sol, yoksullar ve çılgın projeler..

(agos, 28 nisan, 2011)
Önceki Cumartesi AKP geçen Cuma da CHP seçim beyannamelerini açıkladılar. Böylece iki partiyi daha somut bir biçimde karşılaştırma imkanımız doğmuş durumda. İki beyannameye de şöyle bir bakarken ilk gözüme çarpan AKP'nin kapitalizm ve rant dağıtıcılıktaki pozisyonunu daha da pekiştirmesi, CHP'nin ise aday seçme polilitikalarındaki tüm saçmalıklara rağmen seçim beyanname açısından sosyal demokrat çizgiye bir adım daha yaklaşması oldu. Özellikle yoksullukla ilgili önerilerin  yanısıra Kürt ve Alevi sorunlarında da -eskiye oranla- daha belirgin çıkışlar yapılması dikkate değer. Dolayısıyla çarpık bir tablo var yine karşımızda. Özgürlüklerden yana görünen, zaman zaman da bunun (bilhassa TSK konusunda) hakkını veren adımlar atan AKP hızla geriler ve sertleşirken; devletçiliğin yılmaz savunucusu CHP içerik açısından dolu olmasa ve samimi bulunmasa da sosyal demokrasi cephesine kayıyor. Çok açık ki  CHP'yi buna toplum (ve tabii merkez medya)  zorluyor.Ama aslında AKP’yi de buna (8 yıllık iktidardan nemalanan) toplum zorluyor anlaşılan. Ve tabii iktidar hazzı ve hırsı.

Hayat işte..

(agos, 21 nisan 2011)

Kibir kadar, hayat tarafından terslenen bir tutum yoktur herhalde. Siz ne kadar çevrenizi, güçsüzleri ezerseniz, kendinizi ulaşılmaz bir yere koyarsanız, hayat da ama öyle ama böyle; er ya da geç size ders verir. Osmanlı zaten bunu bildiği için “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” lafını türetmiştir. Kastımız AKP ve  Başbakan Erdoğan’ın günden güne artan kibirli, otoriter, gücünü göstere göstere, eze eze sergilemeyi seven tavrı. Bu tavır hem arşa eriyor hem de ivme kazandığı oranda da duvara tosluyor, ilginçtir.
Son bir haftalık kesiti alalım. Erdoğan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde bir konuşma yaptı. Sonra da parlamenterlerin sorularına tek tek yanıt verdi. Bir parlamenter kalktı ve Türkiye’deki dini azınlıkları eşit muamele yapılıp yapılmadığını sordu. Gayet makul bir soru, zira daha Malatya Katliamı ile ilgili olarak komutanlar, öğretim üyeleri filan içeri alınmış, Hrant cinayeti konusunda da polis şefleri, jandarma komutanları ihmali oldukları gerekçesiyle yargılanıyor veya görevden el çektiriliyor ve aynı zamanda bunları yazanlar içeri atılıyor, haklarında dava açılıyor. Soruyu soran Halk Birliği Hareketi Milletvekili Muriel Marland-Militello. Ne yapıyor Erdoğan? Soruyu sorana “Arkadaş belli ki Türkiye’ye Fransız” diyor, kahvehane edebiyatıyla Avrupalıları aşağılayacak, niyeti belli. Lafı gediğine koydum havasında.Ama işte,  ne diyorduk, hayat. NTV ve bazı gazeteler gidiyor Militello ile konuşuyor ve Fransız diye alay edilen parlamenterin Ermeni olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik 1915’te İstanbul’u terk etmek zorunda kalmışlar. Annnesinin adı Madlen.Üstelik onlara yardımcı olanlar Türklermiş. Söyleşide Türkler’e ne kadar minnetar olduğunu da öylüyor Militello.  Bu toprakların tarihine Erdoğan’dan çok daha aşina olduğu ortada. Ama Erdoğan bundan bir ders almıyor, Türkiye’ye geliyor hala kendini eliştirenlere “Türkiye’de de kendi ülkesine Fransız olanlar var” diyor. Ders almak da bir erdem ama boş vermiş Erdoğan.

Vazgeçişler ve geri dönüşler listesi...

(agos, 14 nisan 2011) 
12 Haziran’da yapılacak seçimlerde partiler aday gösterecekleri isimleri Pazartesi günü açıkladılar, bildiğiniz gibi. Hafta boyunca sanki seçim sonuçlarını inceler, yorumlarmışcasına listeleri inceledik sonuçlar çıkardık, seçimlerde nasıl ki seçmen şunu söylemek istiyor diyorduysak bu sefer de parti yönetimi şunu demek istiyor gibisinden mealler anlamlar çıkardık. Kimi tutarlı kimi tutarsız birçok görüş ortaya saçıldı. Benim de bu görüş çorbasına bir katkım olsun madem.
İktidardaki AKP ile başlayalım. İlk bakışta söyleyeceğim AKP’nin daha derinlemesine bir sivilleşmeden ve Kürt Sorunu’nu eşitlik temelinde çözme iddiasından vazgeçtiğidir. Aday listesinden bunu nasıl çıkardın birader, diyebilirsiniz, haklı da olursunuz. Ama sonuçta partiler gösterdikleri adaylar kadar göstermedikleri adaylarla da bir şeyler söylerler. AKP’nin listesine baktığımızda tek başına ve derin devlet tehlikesini bertaraf etmiş kendine güvenen bir iktidarın yeni atılımlara hazırlandığı gibi bir manzara göremedik doğrusu. Her kritik dönemeçte AKP’yi statükonun içinde tutan, ona merkez sağ ve otoriter havasını veren  kadrolar olduğu yerde duruyor. En göze çarpan şu: medyatik bakanların bazıları sahil bölgelerine kaydırılmış belki CHP’den oy yontarlar diye. Mesela Zafer Çağlayan Mersin’de, Ertuğrul Günay İzmir’de, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım yine İzmir’de vs. Bu hamleler sahillerde AKP’nin oyunu artırır mı, pek zannetmiyorum ama sonuçta AKP’nin Erdoğan’ın ifadesiyle ustalık döneminde yaptığı en çarpıcı harekete bu. Bunun dışında gazetelere yansıdığı kadarıyla Gül yanlısı bazı vekillerin tasfiye edildiği yine Milli Görüş’ten gelen bazı vekillerin listelere alınmadığı gibi  haberler var. Güneydoğu’da ise eski Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun aday gösterilmesinin yanısıra Tarım Bakanı Mehdi Eker’in Diyarbakır’dan listeye konması gibi bir hamle var. Buradan da “Açılım sürecek” gibi bir sonuç çıkarmak zor doğrusunu isterseniz. Benim anladığım AKP şu son 1 yıldır yerleştiği sağ, statükoya daha önem veren AB ile uzak, Ortadoğu’dan kendine pay/prestij arayan postu pek beğenmiş ve buradan bir iki ufak hamle dışında kıpırdamak istemiyor. Türbanlı aday meselesine hiç yüz vermemeleri de bunun bir göstergesi. Fakata bu konuda laik cephenin dolduruşuna gelmemeyi de tercih etmiş olabilirler tabii, dolayısıya bu son nokta biraz karışık bir konu.

Neden şimdi?

(agos, 7 nisan 2011)
 Hrant’ı öldürdüğünü itiraf eden, dolayısıyla, hukuken Hrant’ın katili olarak adlandırmakta bir sakınca bulunmayan Ogün Samast, çocuk mahkemesinde ifade verdi bu hafta başı, ifadelerini de okudunuz. Bu seferki duruşma hayli farklı cereyan etti. Samast kendisinden beklenmeyecek bir edebilik ve bakış açısıyla ülkede o dönemde hakim olan milliyetçi havayı yaratan basından hesap sordu. Konu ilginçtir.

Önceki duruşmada Samast’ın hukuki durumu “suça sürüklenen çocuk” olarak tanımlandı mahkeme heyetince, hatırlarsanız. Bu ifadenin Samast’ı hayli masumlaştırdığı o vakit de yazıldı çizildi. Fakat çocuk mahkemesi hukuki olarak 18 yaşın altında suç işleyen çocuklar için bu tabiri kullanıyor, Samast’a özel bir durum değil bu. Neyse Samast, suça sürüklenen çocuk sıfatıyla ifade verdiği çocuk mahkemesinde, hiç de çocukça sayılmayacak laflar etti. Birkaç noktayı öne çıkarmak iyi olur.

4 sayfalık bir mektup yazan Samast, sözlerine şöyle başıyor: “Lanetli bir nehir gibi akıp giden gençliğimi tükettiğim bu yollarda yaşanılanları tüm ayrıntılarıyla anlatıyorum..” Sarkastik olmaya lüzum  yok deyip devam edelim:

Devlet aynı devlet, savcı aynı savcı olacaksa..


(agos, 31 mart 2011)


 "Yürütülmekte olan operasyonların siyasal olduğu, AKP ve Cemaatin, Cumhuriyet İlke ve Devrimlerine karşı rövanşist düşüncelerle giriştiği sivil/faşist bir hareket ve diktatörlüğe uzanan yeşil bir devrim olduğu anlatılmalıdır. Saldırıların bilinçli olarak TSK ve Yüksek Yargı başta olmak üzere Anayasal Kurumlara karşı yürütüldüğü işlenmelidir" 

Şimdi..Polisin söylediğine göre Odatv’ye yapılan baskında bir döküman ele geçirilmiş. Bu döküman ağırlıklı olarak  2008 yılındaki operasyonlarla çökertilen Ergenekon örgütünün 2010 yılı için kendine rehber bellediği ve elemanlarına gönderdiği bir dökümanmış. Bütün medya harekatı bu dökümana göre icra edilecekmiş. Ergenekon üyesi ya da sempatizanı olup da hala ne şekilde yayın yapacağını bilemeyen kalmışsa, bunlar bu dökümana bakacak ve ne yapacaklarını öğreneceklermiş. Diyelim ki hakikaten böyle bir döküman var. Ne kadar mantıksız bulursak bulalım örgüt böyle bir döküman hazırlamış. Ne kadar mantıksız olursa  olsun diyorum çünkü yine böyle bir döküman yüzünden topluca hapse giren örgüt, operasyon tüm hızıyla sürerken, bazen kurunun yanında yaş da yanarken ve örgütün hedeflerine inananlar bu tablo içinde ne yapacaklarını herhalde gayet iyi bilirken neden böyle bir dökümana ihtiyaç duyar, anlamak zor. Ama tamam. Soruşturmayı itibarsızlaştırmayalım. Böyle bir dökümanın var olduğunu kabul edelim. Bana mantıksız gelmesi adamların yazmayacağı ve bunu bilgisayarlarında saklamayacakları anlamına gelmez.
Yine de  mesele bitmiyor.Dökümana bakıyoruz ve şunu görüyoruz: AKP’nin İslami bir ton taşıdığını ve otoriter eğilimler gösterdiğini öne süren herkes bu dökümandan emir almış oluyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?
Şunu söylemek lazım: operasyon eksenini epeyce kaybetmiş durumda. Veli  Küçük gibi isimlerin sorgulanmasıyla başlayan ve gayet doğru bir istikamette giden soruşturma, cinayetleri, Güneydoğu’da olup bitenleri, silahlı örgütlenmeleri derinlemesine soruşturmayı bırakmış, Türkan Saylan’la Ahmet Şık’la, Nedim Şener’le uğraşıyor. Cemaate ve ve AKP’ye yakın gazetelerde bu işin bayraktarlığı yapılıyor, her türlü ayrıntı suçlama aracı olarak kullanılıyor. Son durum şu: Efendim Ahmet Şık’ın kamuoyundan ısrarla gizlenen kitap çalışmasının kenarına düşülen notlar, Şık’a bu kitabı birilerinin yazdırdığının ispatıymış. Bu birileri de Ergenekon üyeleri oluyor. Esasen Ergenekon üyesi dedikleri –bu vakada- benim anladığım emniyet  içindeki Gülen yanlısı örgütlenmeye karşı çıkan her polis şefi. Peki, ona da eyvallah bu polis şefleri Gülen’ci olmadıkları için otomatikman Ergenekon’cu olsunlar. İyi de bu notlar neden Ahmet’e bu kitabı birilerinin dikte ettirdiğin ispatı olsun? Böyle bir kitap için bir gazeteci birçok polis şefiyle konuşur, konu Gülen cemaati ise bu hareketin muhalifleriyle de konuşur.. Bununla da kalmaz başka başka çevrelerden insanlarla da konuşur onları not eder, kopyalarda  onların notları bulunur. Bütün bunlar bir gazeteciyi nasıl terör örgütü üyesi yapar?

Salı

Film aynı da, senaryo biraz değişti..


(agos, 24 mart 2011)
Batı’nın Libya’ya karşı gayet hızlı, kapsamı hayli geniş bir  “Uçuşa yasak bölge” kararı çıkarması (ki bu karar işgal dışında hemen her şeyi kapsayan muğlak ve geniş bir ifadeyle çıktı) ve bir gün sonrasında Fransa’nın kendini öne fırlatmasıyla bombardımana başlaması bir harekat bekleyen ama bu kadar hızlı beklemeyen dünya kamuoyunu az da olsa  şaşkınlığa uğratmış görünüyor. Bir ABD-İngiltere-Fransa-İtalya ortak yapımı gibi görünen operasyon başlar başlamaz “Yeni bir Irak mı, yeni bir Afganistan mı, demokrasi bahanesiyle petrollere mi el  konuyor” soruları ortaya atıldı, tartışmalar başladı. Yani aynı filmi mi seyrediyoruz sorusu sorulmaktadır ve gayet de haklı bir sorudur. Ancak bu sefer sanki tür olarak yine “dram-macera” seyrediyor olmamıza rağmen senaryoda bazı farklılıklar olduğunu düşünmek için yeterli sebep var. Öncelikle Batı, her zamankinden daha fazla görüş ayrılığı yaşamakta ve ABD sanki  “bu sefer önderliği siz alın bakalım, görelim ne yapıyorsunuz” der gibi.
Operasyonun Fransa’nın kendi öne fırlatmasıyla başlaması dikkat çekici. Fransa neden bu kadar hevesliydi acaba operasyona başlama konusunda? Genel görüş Sarkozy’nin kaybettiği siyasi prestjini bu yolla toplama peşinde olduğu. Muhtemelen doğrudur ama bu kadarla  sınırlı olacağını düşünmüyorum. Sarkozy bir ihtimal Fransa’nın NATO ve ABD’ye mesafe koyduğu yıllar boyunca Ortadoğu pastasından yeterince “pay” alamadığını düşünmüş de olabilir. Irak işgali sonrası “pasta”nın  neredeyse tümünü ABD’nin, kalanını da İngiltere’nin alması belli ki Sarkozy’nin çiğ kapitalist dünyasında silinmez bir iz bırakmış. Bu dediğim tahmin tabii, somut bir veri yok. Beri yandan Fransa’nın böylesine öne fırlaması, Batı dünyasını hayli rahatsız etmiş görünüyor. Merkel Almanya’sı başından beri bu işten uzak duruyor. İtalya başlarda operasyonun destekçisiydi ancak bir komuta “anarşisi” (tabir bir İtalyan dışişleri yetkilisine ait) olduğunu ve bu anarşi ortamında Kuzey Afrika pazarındaki başlıca rakibi Fransa’nın rol kaptığını görür görmez üslerini kullandırma imkanını şarta bağladı. O şart da operasyonun NATO şemsiyesi altında olması. Dolayısıyla İtalya’nın da ayrı bir cephe teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Rusya ve Çin operasyon kararına ilk başta çekimser davranarak köstek olmadılar. Ancak operasyon başladıktan sonra ortaya çıkan manzara bu iki ülkeyi de karşı cepheye itti. Doğrusu mevcut tablonun gerektirdiği müdahale şartlarının biraz ötesinde bir durum olduğunu düşünebiliriz.Ooperasyonun nihai amacı ve şiddettinin belirsizliğine dikkat çekiliyor. Doğrusu haksız şüpheler değil, Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz yatakları  dikkate alınırsa. Tabii bu meşru itirazların ardında bu iki ülkenin de müdahale sonrası Libya’da kimin borusunun öteceği ile ilgili şüpheleri de vardır muhakkak.

Cuma

Nükleer enerji ve piknik tüp...

(agos, 16 mart 2011)

Japonya’daki korkunç deprem sonrası, Tokyo ve çevresinde radyasyon seviyesi yükselmeye başladı. Santral civarındaki evlerde oturanlar için evden çıkmayın uyarısı yapıldı. Soru şu: depreme ve depremin nükleer santrallerde yol açabileceği tehlikelere karşı dünya üzerinde olabilecek en hazır ülke konumundaki Japonya nasıl bu hale düştü? Evet deprem 9,0 büyüklüğünde ve peşine gelen tsunami hayli vurucu. Ama sonuçta Japonlardan bahsediyoruz. Hayatları depremle ve bu depremlerden ders almakla geçti ve dürüstlükleriyle, planlı olmalarıyla biliniyorlar. Nasıl oldu bu?
Bu soruya yanıt aranıyor aranmasına ama dünyayı şimdiden korku sardı bile: Nükleer santraller.. Olup bitenlerin ardından bilhassa Avrupa’da nükleer santral konusu yeniden tartışılmaya başlandı, şüpheler yeniden daha yüksek sesle dile getirilir oldu. Almanya’da mesela bundan önceki Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonu nükleer santralleri uzun vadede kapatmaya niyetlenmişti. SPD-Yeşiller hükümetinin kararıyla 1998′de nükleerden çıkış yasasını kabul eden Almanya o vakitler santrallerini  2021′de devre dışı bırakmayı öngörüyordu. Ancak Angela Merkel liderliğindeki koalisyon hükümeti, bu stratejiyi gevşetmeye başlamıştı. Ama bu tavırlarını sürdüremediler. Fukushima vakasından sonra Başbakan Merkel 1980’den önce faaliyete geçenmiş bulunan 7 nükleer santrali kapatma kararı aldı. Yani durum ciddi. Endişe duyan diğer ülke bize Mersin Akkuyu’da nükleer santral yapacak olan Rusya. Başbakan (yani, asıl başkan) Putin ülkedeki nükleer santrallerin kontrol edilmesi emrini verdi. Rusya'nın yeni nükleer santral inşa planları da gözden geçirilecek. Tekrar Avrupa’ya  dönelim. İsviçre güvenliğin ana öncelik olduğunu açıkladı ve nükleer santral planlarını askıya aldı. Halihazırda İsviçre'de 5 nükleer santral var.Son kararla üç yeni santralle ilgili onay süreci askıya alınmış oluyor. Avrupa Birliği de santrallerle ilgili olarak Salı günü olağanüstü toplandı. Zirveden santraller için bir “stres testi” uygulanması kararı çıktı.. Avrupa'da en fazla nükleer reaktöre sahip olan Fransa’da da konu gündemde, doğal olarak. 58 nükleer reaktöre sahip Fransa'da Yeşiller Partisi, nükleer enerjiden vazgeçilmesi için kampanya başlattı. Ancak Fransa Çevre Bakanı Nathalie Ksciusko-Morizet, ülkedeki santrallerin doğal afetlere karşı güvenli olduğunu söyledi. Avrupa’daki genel tabloya bakacak olursak: Almanya’da 17 nükleer santral üretimde. Fransa’da 58 santral var. İngiltere’de 19 santral var, bunlara ek olarak 10 santralin inşası planlanıyor. İsviçre’de 5 santral  var, az önce yazdığımız gibi yeni yapılması planan santrallerin inşası askıya alındı.

Nedim ve Ahmet’ten sonra..


(agos, 11 mart 2011)

Hanefi Avcı’nın gözaltına alınması, hakkında “Devrimci Karargah Örgütü üyesi olmak” gibi gayet şüpheli gerekçelerle dava açılması ve hapse atılması döneminde bu sütunlarda birkaç eğilime dikkat çekilmişti. AKP’nin TSK’yı artık gerilettiği, dolayısıyla faili  meçhul cinayetler, Güneydoğu’da devlet görevilerinin icra ettiği  kanun dışı gaddarca eylemler  gibi konularda soruşturmaların neredeyse durdurduğu, duracağını söylemiş, Ergenekon soruşturmasının artık AKP hakimiyetinin tam olarak tesisi için kullanılabileceğini vurgulamıştım. Maalesef bu algı ve gidişat güçlenerek sürüyor.
Gülen cemaatine yakın bazı polislerin Hrant Dink cinayetinde ihmalleri olabileceğini ortaya koyan ve bu bulgularını bir kitapta toplayan gazeteci Nedim Şener ile;  devlet içindeki  yasadışı eylemler hakkında yaptığı haberlerle bilinen ve Gülen cemaati hakkında bir kitap yayınlamaya hazırlanan Gazeteci Ahmet Şık’ın Ergenekoncu oldukları gerekçesiyle gözaltına alınması ve tutuklanması yeni bir kırılma noktası oldu diyebiliriz.(kırılma noktası derken soruşturmanın haklılığı hakkında kamuoyunda çok ciddi ve geniş şüpheler oluşmasından bahsediyorum)  İlk kırılma noktası Türkan Saylan’ın evinin aranmasıydı. Gülen cemaatinin resmi yayın organı konumundaki Zaman gazetesi ile AKP yanlısı sağ basının bayraktarlığında süren arama boyunca Saylan’ın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği vasıtasıyla PKK’lı gençlere burs sağladığı gibi hayli çirkin iddialar ortaya atılmışı. Bu iddialar henüz ispatlanabilmiş değildir. Ve yapıları itibariyle de ispatlanması da çürütülmesi de zordur, zira Güneydoğulu gençlere verilen burs, kötü niyetli kişilerce her şekilde yorumlanabilir ve aynı zamanda istismar edilebilir. Keza Ahmet Şık ve Nedim Şener hakkında da Zaman gazetesi manşetten suçlayıcı salvolara başlamış durumda. Bu, iki kırılma noktasında da Gülen cemaatinin başrolde olması düşündürücü. Bu durumda çok kabaca şöyle bir hüküm vermek herhalde yanlış olmaz. Gülen cemaatini açıkça eleştirenler değil belki ama, devlet içindeki ilişki ağı hakkında kapsamlı çalışmalar yapanların başına bir şekilde bir şey geliyor. Şık gözaltına alındığında “dokunan yanar” derken belli ki bunu kastediyor. Dolayısıyla Türkiye’de mevcut iktidar içindeki güç dengeleri açısından da bu durum çok şey anlatıyor. Buraya kadar hemfikirsek son gözaltılardan rahatsızlık duyduğunu açıkça söyleyen Cumhurbaşkanı Gül bu dengeye dikkat çekiyor olamaz mı acaba? Kimbilir..
Gelelim mevcut duruma. Nedim Şener ve Ahmet Şık meselesinde birkaç zorlu süreç var. Öncelikle aynı Türkan Saylan vakasında olduğu gibi aslen cemaatin yürüttüğü bir operasyon bu, apaçık. Ve aynı Saylan vakasındaki gibi ayağa kalkan kesim Ergenekon soruşturmasının çoğu aşamasında “dur bakalım” diyen, köstek olmasa da gözü kapalı destek de vermeyen demokrat kesim. Genel (ve haklı) gerekçe, “Bu isimleri tanıyoruz, kefiliz, Ergenekoncu olamazlar.” Doğru, bence de olamazlar tabii ama karşı cephe, (Gülen cemaati, AKP ve AKP yanlısı basın) “kişisel değerlendirmelerle bu iş olmaz, hem savcılığın elinde önemli belgeler var” diyor. Demokrat cephe bu aşamada biraz  sıkıştırılıyor yani.

Son düzlükte evet, hayır, boykot..

(Agos, 10 Eylül 2010)

Bu değil de sonraki sayıyı elimize aldığımızda 12 Eylül referandumunun sonucu artık biliyor olacağız.. 
Son düzlüğe girilirken en geniş tartışma, sol-demokrat kesimi içinde yaşanıyor, herhalde görüyorsunuz. Evet diyenler az değil. Hayır diyenler de.. BDP çizgisine paralel biçimde ama ayrı gerekçelerle boykot tavrını benimseyenler de var. Gazetemizin tavrının herhalde siz de artık biliyorsunuz. İşin doğrusu herhalde  artık bu saatten sonra kimse görüşünü değiştirecek değil, tarafların birbirini ikna etme çabaları da sonuç verecek gibi görünmüyor. Kendi adıma, koşa koşa sandığa gidip evet deme heyecanım olmadığını daha önce de yazmıştım. Son notlarımı da aktarayım
Öncelikle: aslında her referandum bir dayatmadır, argüman olarak. Önünüze bir metin koyarlar ve buna ya evet ya da hayır demenizi isterler. Bu metni bize dayatanın diğer alanlardaki faaliyetlerine bakıp “tamam da bize bunun dayatan şu şu alanlarda  hiç de parlak faaliyetlerde bulunmuyor” dersek, “O ayrı.sen metne bak, katılıyor musun katılmıyor musun” derler. “Tam aklıma yatmadı” dersen bu kez de onlar metnin dışına çıkıp “Evet demezsen şunlar şunlar olur” derler. Yani bu kez de onlar konunun dışına çıkarlar. Yani anlarsın ki aslında oylanan metin değildir, başka bir şeydir. Tam da bu yüzden aslında referandum, oylamaya konu olan metin değildir, başka bir şeyin dayatmasıdır. Bu dayatmaya katılmak istemeyebiliriz. Bu da bir tercihtir.
Kaldı ki referanduma konu olan metne gelirsek. Tartışmalı iki madde hariç (Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısı) diğer tümü TBMM’den rahatlıkla oyçokluğu ile geçecek maddelerdi. Kalan maddelerin tümüne CHP zaten destek vermişti. Bir kısmına MHP de destek vermişti. Ama, taraflar kendilerine güvenmedikleri için, en başta da AKP sadece tartışmalı iki  madde ile referanduma gitmeye güvenemediği için bu metin bize toplu bir halde sunuldu. Ancak dediğim gibi, bu bizlerin oyuna kalması gereken bir metin değildi. Sonuçta AKP’nin istediği oldu ve kimsenin zaten itiraz etmediği maddeleri metne katarak bizden oy istiyorlar. Burada apaçık bir dayatma var.Kimin marifeti olursa olsun..
Tartışmalı maddelere gelecek olursak. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısından herhalde demokratım diyen kimse memnun değildir. Ancak bu iki kurumun üyelerin seçiminde TBMM ve Cumhurbaşkanın ağırlığının artması iyi biçimde tartışılmadı. Cumhurbaşkanı’nı önümüzdeki dönemde halkın seçeceğini de düşünürsek, popülizme, kişisel tercihlere hatta otoriterliğe hayli açık bir seçim sistemi ile karşı karşıya olduğumuz görülür. Halkın seçtiği kişi ister Erdoğan olsun, ister Bahçeli. Ya da Berlusconi, Cem Uzan tipinde bir isim. Özetle bu değişikliğin niçin bizi  heyecanlandırması gerektiği pek de net değil. Ayrıca Danıştay’ın özelleştirme, çevreye zarar veren yapılaşmalar gibi konularda artık hüküm veremeyecek olması var. Ve Anayasa Mahkemesi’ne getirilen kişisel başvuru hakkının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitme hakkımızı ne ölçüde kesintiye uğratacağı da açık değil. Buralarda sıkıntı yaşanabilir.
Öte yandan tüm partilerin oyunu oynama biçimi çirkin ama AKP’ninki özel bir ilgiyi hak ediyor. Bitaraf olan bertaraf olurdan sonra çok da dikkat çekmeyen bir vaka daha oldu. DSP-MHP-ANAP Hükümeti döneminde Barzani’ye yapılan yardımlar başbakanlık arşivinden çıkarıldı ve AKP yanlısı basın tarafından “Bahçeli hükümeti Barzani’ye yardım yapmış” diyerek son derece çiğ şoven bir dil ile manşetlere taşındı. Bu bilginin AKP tarafından basına sızdırıldığını düşünmek yanlış olmaz.

Perşembe

Değişmek kimlere mahsus?


 (agos, 26 Kasım 2010)
Geçen hafta, daha doğrusu önceki haftaki yazıda CHP ve Kürt Sorunu konusunda medyada ve kimi siyaset çevrelerinde bir algı oluştuğuna dikkat çekmiştim. Bu algıya göre CHP’den adam olmaz diyenler, AKP’li, Fethullahçı oluyorlar, CHP’yi kimse tutamaz diyenler de ulusalcı Ergenekoncu oluyorlardı. Bu manzaranın çarpıklığına dikkat çektikten sonra CHP’deki yeni dönemle ilgili fikir beyan etmeyi de bu haftaya bırakmıştım. Kaldığım yerden devam edeyim..
Kılıçdaroğlu ve ekibinin önder Sav ve ekibinden kurtulmasından sonra “CHP artık oy patlaması yapar” demek abartılı ama yine  de bunun CHP içinde yeni bir hamle olduğunu görmeliyiz. “Kemalist-devletçi bunlar, bu partiden hiç bir şey olmaz” görüşünün de kolaycılığına düşmeden tabloya bakacak olursak: Evet Kılıçdaroğlu belki bir ekiple, belki de tek başına CHP’yi bir yerlere taşımaya çalışıyor, bu ortada. Bunun için kendine seçtiği yeni ekiple bunun yapması  zor görünmekle birlikte şu aşamada bence önemli olan bu küçük rota değişikliklerinin toplumda bir karşılığının olup olmadığını test etmek. Evet eğer küçük de olsa bir karşılık varsa ya da Kılıçdaroğlu bunun görmeden de bir risk alıp eli artırırsa pek ümit vadetmeyen bu kadronun da yenilenmesi gündeme gelebilir. Hiç şüphesiz bunların tersi de mümkün. Yani bütün bu rota değişikliklerinde en başa da dönülebilir. Bu da bir ihtimal. Ancak burada ilginç bir durum var.
Bayramda hatırlarsanız CHP ile BDP arasında bir temas oldu. BDP’nin seçimde sol blok gibi bir fikir ortaya atmasına CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’dan “değerlendirilebilir” gibi olumsuz olmayan bir yanıt gelince, ana medya ve AKP medyası CHP-BDP seçim ittifakına gidiyor davulları çalmaya başladı. Hiç şüphesiz böyle bir gelişmenin manşet değeri vardı ama haberin ayrıntılarına bakıldığında başı sonu belli bir ittifak diyaloğu değil de, genel bir “böyle şeyler olabilir, laikliği, emek haklarını savunan partiler işbirliği yapabilir” havasında diplomatik bir konuşma olduğu anlaşılıyordu. Ancak bilhassa AKP’ye yakın medya bunu “ittifak tamam” havasında daha doğrusu yaygarasında vermeyi tercih etti. Burada aslında AKP’nin iş siyasi rekabete gelince Kürt Sorunu’nda hemen “açık kollamaya” teşne olduğunu –bir kez daha-  görebiliyoruz. Zaten Başbakan Erdoğan da konuşmalarından birinde bu  son derece ham habere deyim yerindeyse atladı. Şöyle dedi Erdoğan: "Bakın işte görüyorsunuz, şu anda CHP'nin filan düştüğü hali. Kimse hiçbir şeyden endişe etmesin, onlar halk oylamasında da bir araya geldiler, neticesini gördünüz..” Bu konuşmanın ardından CHP “ittifak gündemde değil” dese de Erdoğan birkaç gün sonra konuya kaldığı yerden devam etti ve “CHP ile BDP platonik aşk yaşıyor.” dedi.
Şunu hesap etti AKP muhtemelen: Bütün o açılım söylemine rağmen sonuçta sağ bir tabanı olan AKP, “sol-bölücü ittifakı” edebiyatından pekala hala medet umabilir. Bunun Türkiye’de iş yaptığı görülmüştür, denenmiştir, AKP’nin de sıkışınca bu yola sapacağına hiç şüphe yok. Ancak bu ham gelişme bir yandan da AKP’nin canını sıkabilir zira biliyorsunuz AKP’nin gücünde Güneydoğu’dan gelen oyların çok önemli bir payı var. Dolayısıyla bölgede mevcut ve stabilize olmaya başlayan AKP-BDP oy dengesinin küçük bir miktar bile oynaması AKP oylarında önemli bir kayma yaratabilir. Bilemiyorum belki CHP de bunu bildiği için aynı AKP’nin yaptığı gibi içi pek doldurulmayan yeni bir “G.Doğu açılımı” politikasına sarılabilir. Ürkek Diyarbakır gezisi muhtemelen bunun göstergesi. Bu çabaların önümüzdaki dönemde artacağını düşünüyorum.
Tam da bu noktada şunu da tartışmanın zamanıdır. CHP’nin kendisinden beklenen sol ve özgürlükçü atağı yapamayacağı konusunda çok geniş bir konsensüs oluşmaya başladı. Buna yürekten inanıyor olabilirsiniz ama siyaset bilimi ve tarih açısından baktığımızda bu konuda neden bu kadar kesin konuşulduğunu pek anlamıyorum. Tamam CHP devletçi bir partidir Kemalist bir partidir, ortanın solu çıkışını da iyi becerememiştir, hemen kendi içinde bölünür vs. Ancak Erbakanların, Hasan Hüseyin Ceylanların, Şevki Yılmazların Şevket Kazanların partisinden, çizgisinden AKP gibi bir parti çıkıyor ve “muhafazakar demokrat” olup bir de tüm liberallerin kayıtsız şartsız desteğini kazanıyorsa, en azından teknik olarak CHP’nin de bu imkana sahip olduğunu teslim etmek gerekir. Burada ilginç bir anekdotu aktarmakta fayda var. Pek basına yansımayan bir ayrıntı bu bildiğim kadarıyla. Yakın zamanda bir AKP’li bakan, üstelik de parti kurulduğundan beri AKP’de bulunan bir bakan, bir sohbet toplantısında şunu söyledi: “İlk kurulduğumuzda AB ile ilişkilerin sürmesini isteyenler olarak sadece 2 ya da 3 kişiydik.”

Nefes alamayan siyaset ve öğrenci eylemleri..

(agos, 17 Aralık, 2010)
Öğrenci eylemleri tartışması, başladığı ve devam ettiği hızla kesildi. Çok konuşuldu, her yerde konuşuldu ve aynı şekilde konu birdenbire kapandı. Ancak aslına  bakılırsa günümüz siyaseti için önemli ipuçları içeriyordu ve uzun süre tartışılmasında fayda var..
AKP cephesi eylemleri son zamanlarda adeti olduğu üzre, hemen Ergenekoncu ve darbeci olarak yaftalamaya çalışıyor. AKP çevrelerinde hakim olan görüşe göre bu eylemlerle öğrenciler sokağa dökülmek isteniyor. Sonra da darbenin yolu açılacak. AKP’ye yönelik her türlü “eylem” belli ki bundan sonra böyle konumlandırılacak. Ancak AKP’nin bu yaklaşımı büyük eleştiri toplayınca bu kez tekrar klasik merkez sağ pozisyona dönüldü ve öğrencilerin illegal örgütlerle bağlantısı iddiası  ortaya atıldı. Başbakan Erdoğan’ın bütçe toplantısında yaptığı konuşmadaki sözleri açıklayıcıdır:  “Biz polisimizi hiç bir zaman hiç bir yerde kimseye ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz ama şunu bilmenizi istiyorum: biz illegal örgüt mensupları derken... Kusura bakmayın, kuru kuruya atmıyoruz, hepsinin belgeleri, vesikası var.”
E valla biz de şunu çok iyi biliyoruz ki, bu ülkede iktidar birilerini örgüt mensubu yapmaya karar verdiyse, allem eder kallem eder yapar. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu. Dolayısıyla eylemlerin doğurduğu sonuçların en önemlisi, AKP’nin bu tip bir durumda hemen soğuk savaş döneminin komünizm karşıtı klasik sağ pozisyonuna döndüğünü bir kez daha görmek oldu. Bu durum AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyen liberal kesimi biraz zorlayacak gibi görünüyor. AKP için de bu bir problem oluşturabilir. Zira bu kesim sayıca küçük olmakla birlikte AKP’nin siyasi meşruiyeti açısından büyük önem taşıyor. Eylem sonrasında ilk manzara liberal kesimin kredisinin pek tükenecek gibi olmadığı ama bu kredinin de sonsuz olmadığı yönünde. En azından benim anlayabildiğim, bu.
Beri yanda da tabii tam tersi bir algılayış var. 68 benzeri bir eylemlilik ve siyasi uyanış yaşandığını söylemek de biraz abartılı. Bu eylemleri AKP’nin sonunu getirecek bir hareketlenme olarak sunmak öğrencilere boylarını aşan bir görev yüklemek oluyor. Belli ki pek de öyle bir dertleri yok. Bu aşamada  eylemlere ve bu eylemleri doğrun atmosfere bakabiliriz biraz.
Bugüne kadar çok sayıda yumurtalı/boyalı eylem oldu. Özgürlükçü ve AKP’ye zaman zaman yakın duran kimi entelektüeller (Adalet Ağaoğlu, Roni Margulies) bu tip bir eyleme maruz kaldığı gibi, yine  AKP yanlısı gibi göründüğü gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da bu eylemlerden nasibini aldı. Bu eylemlerde hiç de alkışlanacak bir durum yok. Gayet faşizan ve reaksiyoner eylemlerdir. Ancak iki eylem ayrı bir yerde duruyor. İlk önemli eylem Dolmabahçe’de Erdoğan-Rektörler buluşması sırasında gerçekleşti. Bu görüşme sırasınada eylem yapanların  çoğu, üniversitelerle ilgili derdi olan, bu konuda söz söylemek  isteyen öğrencilerdi. Talepleri kendi ağızlarından, şöyle: “Harçların kaldırılması, üniversitelere daha fazla bütçe ayrılması, öğrencilere söz ve yetki hakkı verilmesi ve YÖK'ün kaldırılması”  Talepleri bunlar olan öğrencilerin üzerine biber gazıyla, copla tekmeyle gidildi. İşte Burhan Kuzu’ya yönelik yumurtalı eylem, bu polis tavrının protestosu oldu. Dolayısıyla bu iki eylemi öncekilerden ayırmak gerekiyor. Bu eylemcilerin derdi devletle, otoriteyle. Açık bir biçimde tepkisel de olsa kapitalizm karşıtı bir saik var. Yine kendi sözleriyle anlatacak olursam: “Bu yumurta aynı zamanda HES'lere karşı direnen köylüler, Tekel işçileri, yoksulluktan üniversite okuyamayan gençler için atıldı. Konuşmamıza izin verilseydi yumurta atmazdık.”
Beğenelim, beğenmeyelim, dertleri bu. Belki de tam da burada topluca bir bakış atmak gerekebilir. İster faşizan ve reaksiyoner olsun, ister sol ve eşitlikçi olsun, bu eylemlerin tümü de aynı yolu seçiyor. Yumurtalı ve boyalı eylem. Bu manzaradan ne çıkarmalı?

2011’de merkez ve “bastırılanlar”...


(agos, 31 Aralık 2010)
Geçtiğimiz haftayı BDP tarafından gündeme getirilen iki dil ve Demokratik Toplum Kongresi tarafından tartışmaya açılan Demokratik Özerklik tartışmaları ile kapatmıştık. Anlaşılan 2010 yılını da bu tartışmalarla kapatacağız ve 2011’de de başıca konularımızdan biri bu olacak. İki dil ve Demokratik Özerklik konusunda Kürt kesiminin taleplerine kulak verilmesi gerektiğini savunanlardanım. Bilhassa Demokratik Özerklik konusunu tartışmaya açan metin Kürt Sorunu’nu çözmek istediğimiz muhatapların talepleri açısından bir gösterge. Eğer Türkiye’deki siyasi elit, bu sorunu çözmek istiyorsa, nasıl ki Öcalan ile pazarlık yapmakta beis görmüyorsa, bu taslağın sahipleri ile de diyaloga girmenin bir yolunu bulmalıdır.
Ancak geçen hafta olup bitenler bu konuda pek de bir yenilik olmayacağını gösterdi. İki dil, bilhassa da demokratik özerklik önerileri gündeme düştüğünde hem CHP hem de AKP’den üst düzey bir tepki beklenmiş ancak iki lider de uzun süre suskun kalmışlardı hatırlanacağı gibi. Ancak İçişleri Bakanı Beşir Atalay gibi isimlerin açıklamaları AKP’nin konuya sert bakacağının sinyalleri oldu. Sonunda hafta sonu iki lider de konuştu ve deyim yerindeyse kestirip attılar. Türkiye’nin resmi dili tektir ve özerklik gibi tartışmalar ülkeyi parçalanmaya götürür. CHP ve AKP bu noktada birleşmiş durumdalar. Sürpriz değil. Bırakın siyasi eliti, epeyce bir köşe yazarı, düşünür ve akademisyen de taslağı beğenmedi, kusurlu buldu. Olabilir, taslak bazı açılardan zamansız ya da tutarsız talepler içeriyor olabilir. Ancak  bilhassa Erdoğan’ın konuya yaklaşımı her zamanki gibi azarlar, had bildirir nitelikte oldu. Sözlerini hatırlayalım Erdoğan’ın: “Ortak dil Türkçe'dir, bu gerçeği  değiştirmeye yönelik hiçbir girişim kabul edilemez..Bu meseleyi tartışmaya dahi açmak, bu meseleyi  getirip Türkiye'nin gündemine taşımak ne demokrasiye, ne özgürlüklere, ne  toplumsal barışa ne de kardeşliğe asla hizmet etmez ..Özerklik tartışması, demokratikleşmeyi, Türkiye'nin ileri demokratik  standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgahı. Millete rağmen, milletin kurumlarına rağmen, anayasal düzene  rağmen, kim hangi projeyi hayata geçirebilir? Hiçbir ciddiyeti ve derinliği olmayan bu projeleri, benim Kürt kökenli  kardeşlerimin talebiymiş gibi takdim etmek, çok büyük bir haksızlıktır. Bu  bildirileri yayınlayanlar, bunun siyasetini yapanlar benim Kürt kökenli  vatandaşımın ne kadarını temsil ediyorlar? Milletim müsterih olsun, biz kimseye bu ülke üzerinde ameliyat  yaptırmayız, kimseyi bu milletin hissiyatıyla oynatmayız.”