Perşembe

Yeni rejimin “sivil” aktörleri

(agos, 29 kasım 2013)

Şu gayet açık: AKP ve Gülen cemaati arasında patlak veren savaş şimdilerde “dersaneler” zemini üzerinde sürüyorsa da konunun ne dersane, ne de eğitim sistemiyle ilgisi vardır.  Meselemiz bunlarla pek de ilgili değildir ve bu çerçevede söylenen çoğu şey (aman efendim çocuklarımız, eğitim sistemimiz vs) alenen yalandır ya da çok azı doğrudur. Başbakan Erdoğan’ın Gülen cemaatini devletin ve sistemin etkili yerlerinden tasfiye etmeye karar vermesiyle başlayan bir savaşın yeni aşamasıdır, yaşanan.
Nasıl başladı? Net olarak bilmemiz ve bildiğimizi iddia etmemiz elbette mümkün değil ama bir ihtiyat payıyla şunları söyleyebiliyoruz: Gülen cemaatinin MİT’e bir türlü nüfuz edememesi ve Genelkurmay’a ait dinleme cihaz ve ekipmanlarının da MİT’e devriyle, müsteşarlık ve müsteşar bir anda kritik bir makam haline geldi. Bunu izleyen ikinci adım MİT yetkililerinin, Oslo görüşmeleri ve KCK operasyonları nedeniyle (cemaate yakın olduğu düşünülen) yargı  tarafından ifadeye çağrılmasıydı. Erdoğan ve AKP bunu cemaatin açık tehdidi ve MİT’i ele geçirme hamlesi olarak gördü ve savaş hızlandı. Akabinde Emniyet ve yargıda AKP eliyle orta ve küçük çaplı tasfiye hareketleri yaşandı. Sonrasında yavaşlayan savaş karşılıklı hamleler, deklarasyonlar ve MİT’in hedef alındığı haberlerle mevzi biçimde sürdü. Son olarak cemaatin insan ve sermaye kaynağında önemli bir yer tutan dersanelerin kapatılması kararı bu çarpışmaları meydan muharebesine taşıdı.
Mevcut durumda taraflar pek de geri adım atacak gibi durmuyorlar. Gerçi AKP, daha doğrusu Erdoğan’ın oyun planında genelde perdeyi  epey yukarıdan açıp sonrasında anlaşmak ve karşı tarafı elindeki çözüme razı etmek vardır ama gördüğümüz, tarafların gayet kararlı olduğu ve cemaatin de kolay kolay geri adım atmayacağı. Zaten tam da bu tabloya bakılarak  “cemaatin oyu ne kadardır?” gibi yorumlar yapılıyor. Ancak şu var ki cemaat zaten hiçbir zaman oy gücüyle etkili olmadı. Onu etkili kılan, İslam’ın içinden konuşması (ki AKP’nin zayıf karnıdır), devlet ve iş dünyasındaki sermaye, kadro ve network gücü ve elinde tuttuğu bilgi deposuydu. Büyük ihtimalle ve kanımca MİT içinde etkin olmayı da bu yüzden istediler. Çünkü “sistem”in devamı için MİT kritik önemdeydi.
Beri yandan AKP’nin de -Erdoğan’ın ifadesiyle- devlet içinde devlet gibi davranan bu gücü en azından MİT’e bulaştırmamaya, giderek de devletteki etkinliği azaltmaya tam da yukarıda saydığım nedenle karar verdiği anlaşılıyor. Dolayısıyla elimizde şöyle bir tablo oluştu. TSK etkinliğini, Ergenekon’u birlikte devredışı bırakan güçler, şimdi amansız bir savaşa tutuşmuş vaziyetteler. Tablonun kimi AKP muhaliflerini heyecanlandırdığı ve “Cemaat AKP’yi devirmese bile hiç olmazsa sarsalar mı?” hesapları yapıldığı da ortada. “Düşmanımın düşmanı” taktiğinin hiçbir zaman hayırlı bir siyaset olmadığını hatırlatıyor ve manzaraya yakından bakalım diyorum.
Savaş ve tarafların savaşı nasıl yürüttükleri öncelikle her iki tarafın da nasıl bir toplum tasarımı barındırdığı açısından önemli olacak. Şimdiye kadar ortaya dökülenler doğrusu hayli öğretici oldu. Mesela Erdoğan’ın “Şimdiye kadar ne getirdiler de geri gönderdik?” açıklaması bir ilişki biçimini anlatıyor. Evet  cemaat-AKP işbirliği bir sır değildi ancak şöyle bir tabloyu nasıl değerlendirmeliyiz? Ellerinde bir takım dosyalalarla AKP’ye giden ve Erdoğan’ın demesine bakılırsa her istediği yapılan bir.. bir.. bir ne?

Sözün şiddeti, Erdoğan ve Ahmet Kaya

(agos, 22 kasım 2013)

Başbakan Erdoğan’in siyasi mugalata için feda etmeyeceği kavram ve kişi olmadığını biliyoruz artık herhalde. Yaşadığı sürece peşini bırakmayacak olan “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözlerini, hem kürtaj hem de Roboski katliamı ile ilgili eleştirilerden kurtulmak için bir çırpıda söyleyivermişti. Bu sözün siyasi açıdan sakıncaları, yanlışlığı üzerinde bol bol duruldu. Ama aslına bakarsanız şu açıdan pek durulmadı: bu sözün içerdiği şiddet ve hoyratlık. Evet sözle de şiddet yaratabilirsiniz. Hemen aklınız ceza yasasındaki o meşhur  “terörü, şiddet eylemlerini övmek” fiiline gitmesin. Sözün fiziki bir şiddete yol açmadan, kendi başına, kendi haliyle içerdiği şiddetten, gaddarlıktan bahsediyorum. Siyasi münazarada pozisyon almak için –bu örnekte de görüldüğü gibi- mağdurların ve madunların nasıl da bir kalemde harcandığından, hiçleştirildiğinden bahsediyorum. O sözün en irkiltici yanı şuydu: Erdoğan için aslında kürtaj yapan kadınlar da, Roboski’de ölenler de birer hiçtiler. Kolaylıkla bir münazara için harcanabilirlerdi. Harcandılar da. Ki zaten Roboski’de ölenlerin ailelerinden hala bir özür dilenmemiştir.
İçinde bulunduğumuz hafta buna benzer bir sözlü şiddet eylemine tanık olduk. Duymamış olamazsınız. Irak Kürdistanı Başkanı Barzani ve şarkıcı Şivan Perwer’in katıldığı Diyarbakır gezisi ile ilgili eleştirileri yanıtlayan Erdoğan sözü Ahmet Kaya’ya getirdi. Ki bilindiği gibi Diyarbakır’daki kürsü konuşmalarında Kaya da anılmıştı. 1999 yılında Kürtçe şarkı söyleyeceği ve klip çekeceğini açıkladığı için neredeyse bir linç girişimine maruz kalan Ahmet Kaya’nın yaşadığı o geceye gitti Erdoğan. Ve dedi ki “Gezi’de bize saldıranlar kimse o gece Ahmet Kaya’ya saldıranlar da onlardı..” Hızını  alamadı ve devam etti. “Şimdi diyorlar ki ben o sırada  tuvaletteydim, dışarıdaydım. Ulan hepiniz oradaydınız. Kamera kayıtlarında görüyoruz. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Hepinizi mumu söndü..”
Erdoğan kimlerin mumunu söndürdü bilinmez ama her ne biliyorsa yanlış bildiği açık. İki ihtimal var burada önümüzde. Kamera kayıtlarını filan izlememişti. Gezi’ye hangi sanatçıların katıldığını biliyordu belki ama bu iki grup arasında epeyce bir mesafe olduğundan haberi bile yoktu. Böyle bir algısı da yoktu. Danışmanları yanıltmış olabilirdi Erdoğan’ı. Bu bir ihtimal. Ya da daha güçlü ihtimal olarak şu söylenebilir. Ne olduğunu baştan beri biliyordu. Ama yalan söyleme yolunu tercih etmişti. Bilinçli olarak. Çünkü şu söylediği ile –yine- birkaç şeyi birden yapmış oluyordu.

Yurttan tek parti manzaraları..

(agos, 15 kasım 2013)

 AKP’nin yıllar içinde, mücadele ettiği şeye dönüştüğünü ne zamandır söylüyorum, söylüyoruz. Bunu derken en azından benim kastettiğim şudur: Evet AKP’nin kabaca 1925-1945 arası olarak alabileceğimiz CHP’nin tek parti iktidarına yönelik çoğu zaman haklı eleştirileri vardır. Gerçekten de o dönem sadece dindar muhafazakar kesime karşı değil, Kürtler, Dersimliler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler, solcular ve komünistlere yönelik de büyük hatta kimi zaman daha büyük bir baskının yaşandığı, hissedildiği dönemdir. (Bu saydıklarım üzerindeki baskıların tek parti iktidarı olmadığında ortadan kalktığını söylemek mümkün değil elbette) Yine bu dönem geçtiğimiz günlerde kaldırılan “andımız”da örneğini gördüğümüz gibi otoritenin tüm ülkeyi tek bir kimlik ve tek bir varoluş tarzına hapsettiği dönemdir.
Fakat bu döneme ne zaman biraz daha yakından baksak gördüğümüz detaylar, temalar vardır ki, şu yaşadığımız günlerde daha sık hatırlamaktayız. Şunlardır: kurucu, kader birliği yapmış ekibin zamanla dağılması, ekip içinden bir kişinin iktidarını sağlamlaştırması  gitgide otoriter eğilimler göstermesi, toplumun totaliter bir havayla  değiştirilmek, yeniden biçimlendirilmek istenmesi, kurucu ekipten birileri yavaş yavaş uzaklaş(tırıl)ırken, tek kişi figürünün artık yavaş yavaş netleşmesi, kişi tapıncının hatta güç tapıncının görünür hale gelmesi, bu tek adam sistemini benimseyenlerin basamakları hızla tırmanması, tek adamın etrafında yeni bir iktidar kliğinin şekillenmesi, bu iktidar kliğinin üyelerinin de en küçük bir hata ile birinci halkadan düşmesi, onun yerine tek adamı daha hırçınca ve daha sadık biçimde savunanların aniden birinci halkaya girmesi vs.. Ve elbette ülkedeki her idari tasarrufa  o tek adamın karar vermesi. Bunlar bilhassa tek parti döneminde  gördüğümüz, sık sık rastladığımız temalar, hikayelerdir.  Ve Türkiye’ye de özgü değillerdir. Tek adam sisteminin, hayranlığının bir “rejim”  haline geldiği ya da gelme emareleri gösterdiği tüm ülkelerde bu eğilimlere, bu gidişata rastlanır.
Mevcut durum, elbette ki bu tabloya tam olarak uymuyor. Öncelikle serbest bir seçim ortamından bahsediyoruz. Demokrasinin asgari şartlarına uyulduğu bir dönemdeyiz. Dolayısıyla birebir benzerlik kurmak elbette mümkün değil. Ancak bu tip “tek parti-tek adam” rejimlerinin meşruiyetini tartışılmaz, sorgulanmaz kavramlara dayandırdığını da aklımızdan çıkarmamalıyız.
Dolayısıyla mevcut durumda AKP’nin birçok uygulamasını “millet değerleri” gibi son derece muğlak ve isteyenin istediği biçimde eğip bükebileceğini bir meşruiyet kaynağına  dayandırması, önemlidir. Buna gerekçe olarak gösterilen seçim zaferleri, hayat daraltıcı politikalar için bir zemin sağlamaz aslına bakılırsa. Seçim zaferi, seçim zaferidir. Elbette ki kimi politikalar için partinin elini güçlendirir, ancak toplumun tümünün ahlaki değerlerini yeniden belirleme hakkını vermez. Hele ki bu yeniden belirlenecek ahlaki değerler için bir başka “tartışılmaz” kavrama, dine başvuruluyorsa, orada da büyük problemler var demektir.
Dolayısıyla topluma temel hakları zedeleyici bir politika ya da bir uygulama dayatırken “millet böyle istiyor” gibi muğlak bir kavrama ve gerekçeye başvurmak, seçimle işbaşına gelseniz bile baskıcı ve totaliter bir politikadır, seçim zaferi bu politikanın gerekçesi değildir ve olamaz.
Ve şunu da ilave etmek gerekir ki “millet böyle istiyor” “millet ne derse o olur” “istikametimizi millet belirler” gibi argümanlar, totalitarizme meyleden siyasetlerin ve siyasi figürlerin çok sık başvurduğu kavramlardır. Toplumu bütünüyle dönüştürmek isteyen tüm politik aktörler, muğlak, her şeyin ve herkesin içine sığabileceği büyük argümanlar ileri sürmekten geri durmazlar. “Millet” diye tek bir kişiden bahsetmek, işlerine gelir. Çünkü bu tek kişi, farklılıkların törpülendiği, yokolduğu bir kişidir.

Pazartesi

Kalpsiz bir dünyada kalp aramak..

(agos, 8 kasım 20013)

 1915 öncesinde ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin zorla Müslümanlaştırıldığı ya da Müslümanlaşmak gereği duyduğu tahmin ediliyor. Hemen kısaca tarif edecek olursak, bu Müslümanlaştırma ya da Müslümanlaşma kavramı, anne-babaları öldürülüp el konan çocukların Müslüman ailelere dağıtılmasını, bu çocuklara bölge beyleri ya da ağaları tarafından el konmasını, bu çocukların devlet gözetimindeki yetimhanelerde  asimile edilmelerini, “sahipsiz” olarak görülen kadın ve kızlara yine bey ya da ağalarca el konmasını, kimi bölgelerde Ermenilerin gruplar halinde canlarını kurtarmak için toplu halde İslam dinine geçmelerini (ki bunların tümü kabul görmemiştir, buraya geleceğiz) kimi bölgelerde yine bireysel olarak kimi Ermenilerin canlarını, mallarını kurtarmak ya da topraklarından kopmamak için kendi talepleriyle İslam dinine geçmelerini kapsıyor. Tam da bu nedenle aslında en azından yazarken Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler demek, daha doğru.
Evet ne diyorduk, 1915 öncesi, sırası ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin Müslümanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Konuyla ilgilenen uzmanlar daha iyimser bir tahmin yapıp bunu 100 bin olarak hesapladıklarında bile şöyle bir manzara ile karşılaşıyorlar: Günümüzde birkaç milyon kişinin ailesinde (anneanne, babaanne, büyük hala, büyük dayı, kayınvalide vs) Müslümanlaşmış Ermeni bulunmakta. Bu, çarpıcı ve çok önemli bir rakam. Ki bunu aslında hepimiz bir miktar tahmin ediyorduk.
Evet bu ülkede böyle konular aslında bir yandan da, bilinir. Ve bir sır gibi, fısıltıyla konuşulur. Hrant Dink Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi ve Malatya Hay-Der ile birlikte düzenlediği Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı 3 gün boyunca işte bu fısıltıyla konuşulan, çoğu zaman konuşulmayan, çocuklardan, bilhassa da torunlardan saklanan bu büyük “sır”rı konu etti. Yurtiçinden, yurtdışından, Ermenistan’dan gelen uzmanlar 3 gün boyunca bulguları, tanıklıkları, iğne ile kuyu kazar gibi elde ettikleri bilgileri dinleyicilerle paylaştılar. Ayrıntıları bizim gazetede okuyacaksınız zaten. Belki burada bu konunun neden “fısıltı” ile konuşulduğunu, resmi/milliyetçi görüşün konuya nasıl baktığını ve en önemlisi toplumun, yani “çoğunluğun” bununla nasıl yaşadığını konu edinebiliriz.
Toplantı boyunca bunun neden bir sır olarak görüldüğü ve neden fısıltı ile konuşulduğu üzerinde de duruldu elbette. Çeşitli açıklamalar getirildi. Elbette ki tek bir açıklama yok. Her şeyden önce, soykırımdan kurtulmuş bir nesilden bahsediyoruz. Kimi zaman çocukken kimi  zaman bir genç kızken Müslümanlaştırılan, bir aileye gelin ya da evlatlık olarak giden birisi, hayatının kalan kısmını nasıl yaşayabilir? Bunu anlamak ebette mümkün değil. Ve hayatının geri kalan kısmında “çoğunluğun” Ermenilere hala düşmanca davrandığını, muhafazakarı-Kemalistiyle resmi görüşün bu konunun üzerini örttüğünü, hatta Ermenileri suçlu çıkardığını gördüğünde, bunu nasıl yaşayabilir? Ve İslamı seçmesine rağmen devletin aslında nüfus kayıtlarında kendisini ve soyunu Ermeni ya da dönme olarak gördüğünü bildiğinde, bu sırrın asıl devlet tarafından da –muhtemelen ileride aleyhinde kullanılmak amacıyla- korunduğunu/saklandığını  bildiğinde, çocuklarının sokakta oynarken “gavur” “dönme” diye dışlandığını bildiğinde, kendisi de o  yertsizlik yurtsuzluk hissinden kurtulamadığında, bunu nasıl yaşayabilir? Bunu anlamamız, tahmin etmemiz mümkün mü? Değil.
Ancak şunu tahmin etmemiz, daha doğrusu görmemiz mümkün. Devletin; dönem dönem sahibi değişse de bu konudaki tavrı hiç değişmeyen merkezi otoritenin, resmi görüşün nasıl davrandığını herhalde artık görebiliriz. Yapılan çalışmalar, 1915’te İttihat Terakki rejiminin Ermeniler’in yaşadığı bölgelerde yüzde 5 (ya da kimi zaman yüzde 10) oranında kalmasını hedeflediğini gösteriyor. Bu oranı tutturmak için dönem dönem Müslümanlaşma taleplerine nasıl izin verildiğini, ya da aynı nedenle kimi zaman da bu taleplerin nasıl geri çevrildiğini ve İslam dinine geçmek isteyen Ermenilerin sürüldüğünü görebiliriz. (Taner Akçam’ın bu konudaki sunuşu, önemliydi) El konan çocukları alan ailelerin, aynı zamanda çocuğun öldürülen anne-babasının mirasını, yani malını mülkünü de devraldığını görebiliriz. Sadece İttihat Terakki döneminde değil Cumhuriyet döneminde de devletin bu meseleyi bürokratik açıdan çok yakından takip ettiğini, soyları ve kodları titizlikle tuttuğunu görebiliriz. Tekil, bölgesel hikayelerin, 1915’te ya da öncesinde nasıl bir gaddarlık yaşandığını ortaya koyduğunu görüp, üstelik toplumun, yerel halkın da bu katliamları bildiği, büyüklerinden duyduğu halde nasıl da sustuğunu, devletin bu konudaki resmi görüşünü onaylayıp, nasıl da fısıltıyla konuştuğunu görüp, dehşete kapılabiliriz. Bütün bu haltları yiyen bu devletin, resmi görüşün sözcülerinin, utanmadan bir de  kalkıp “bu ülkede kripto Ermeniler” var diyerek, sanki Ermeniler İslam dinine casusluk yapmak için geçmişler gibi bir hava yaratmalarını görüp, bu cüret karşısında dehşete kapılabiliriz. Yani kapılabilirdik. “Bilirdik” diyorum çünkü konferansı yine sadece  bildiğimiz basın organları izledi. Büyük medyanın, muhafazakar medyanın, hatta ve hatta kimi sol olma iddiasındaki gazetelerin, medyanın bile bu konferansa ilgisi, sınırlıydı. Üzücü, diyorum kibarca..

HDP: Umutlar, beklentiler…

(agos, 1 kasım 2013)

Geçen haftasonu HDK (Halkların Demokratik Kongresi) genel kurulu ve HDP’nin (Halkların Demokratik Partisi) birinci kongresi vesilesiyle Ankara’daydık. İki toplantı da kritik önemdeydi, zira yerel seçimlere Doğu’da BDP, Batı’da HDP olarak iki partiyle girilmesine karar verildiğinden bu yana HDP’nin nasıl, ne şekilde, hangi felsefe ile kurulacağı, nasıl bir performans göstereceği tartışılmaktaydı. Beri yandan, solda, demokratik platformda faaliyet gösteren çok sayıda siyasi geleneğin, akımın, sivil toplum kuruluşunun, kadınların, LGBT örgütlerinin bileşiminden oluşan ve HDP’nin dayandığı zemini teşkil eden HDK da, bilhassa Gezi Direnişi’nden bu yana ilk kez kendini gözden geçirecekti. Zira HDK baştan beri Gezi’de ortaya çıkan manzaraya “Evet, biz de zaten böyle bir şey kurmuştuk, Gezi bizdeki yapının sokağa yansımasıdır” diye bakıyordu ama bakalım HDK delegeleri ne diyordu?
Cumartesi günkü genel kurula damgasını vuran, Gezi Direnişive HDP’nin kuruluşu oldu. Salona gelenleri dev bir ‘umuda yolculuk’ pankartı karşılamaktaydı ve söz alan herkes, hemHDP’nin yeni bir umut olacağından, hem de Gezi’de temsil edilenle HDK ve HDP’nin aynı zeminde buluştuğundan söz etmekteydi. Bu vurgular büyük coşkuyla karşılandı.Ancak söz alan delegelerin bir kısmı,HDK’nın Gezi’de pek de hızlı bir refleks geliştiremediğinden yakındı. Bu eleştirilerin bazılarının ‘bölge’den gelen delege ve katılımcılardan geldiğini not düşelim.
Beri yandan, Alevi toplulukların da HDK’ya neredeyse siyasal Kürt hareketi kadar ilgi gösterdiği de not düşülmeli. Kongrenin diğer başlıca konusu, AKP’nin Alevilerle ilgili politikalarıydı ve bu konuda söz alan herkes ilgiyle dinlendi, eleştirileri alkış buldu. Gerek kongrenin, gerekHDP’nin Ermenilerin temsiline de önem verdiğinin altını çizmek gerek. Dolayısıyla, bir adım geriye çekilip bakıldığında, Cumhuriyet ideolojisinin, AKP’nin, ‘çoğunluğun’ ittiği, ezdiği toplulukların ve siyasetlerin sanki kendiliğinden gittiği, hani ayakların kendi kendine götürdüğü bir zemin olmaya aday, HDK.
Belli ki HDP’nin de böyle bir felsefe ile kurulması, böyle bir adres olması amaçlanmış. Ertesi günkü HDP kongresi de coşkulu ve kalabalıktı. Oradaki konuşmalarda da mutlaka üzerinde durulan nokta Gezi Direnişi’ydi ve aynı şekilde, HDP’nin, Gezi Direnişi’nin vücut bulduğu parti olduğuna, olacağına dikkat çekildi her fırsatta, bu yöndeki her söz büyük alkış aldı, sloganlarla karşılandı. Fakat doğrusunu isterseniz, bu kadar fazla vurgu biraz da şüphe doğuruyor, iki açıdan. Böyle doğal bir simbiyoz olsa, bunu bu kadar vurgulamaya muhtemelen gerek kalmazdı. Öncelikle, biliyoruz ki Gezi Direnişi’nde kıvılcımı çakanlardan biri Sırrı Süreyya Önder’di fakat direniş, 30 gün boyunca halden hale girdi, kendi içinde dönüşümler geçirdi ama olamadığı tek şey, bir parti ya da klasik bir yapıda vücut bulmaktı.Birkaç gün içinde parka kuruluveren ulusalcı-faşizan güçleri bir kenara koyarak söylüyorum elbette bütün bunları.Böyleydi diye bunu bir veri olarak almak ve Gezi Direnişi ile irtibat kurmayı savsaklamak, benzer şeyler düşünen bir parti için uygun bir politika değildir elbette, ancak her seferinde “Adres biziz” demek ya da bunu ısrarla söylemek de uygun kaçmayabilir. Eğer öyleyse, o direniş zaten gelir, adresini bulur muhtemelen.
İki açıdan demiştik. İkinci olarak ise, bir gün önce HDK genel kurulunda dile getirilen eleştirileri hatırlamak mümkündü. Bilhassa BDP yöneticilerinin –ki, meşru ve anlaşılır bir siyasetti– Gezi’ye az biraz mesafe ile bakan sözleri hâlâ hatırlardaydı ve belli ki burada da bir netleşmeye ihtiyaç var.