Cuma

Barış nasıl bozulur?

(28 haziran 2013, agos)

Başbakan Erdoğan ve AKP çevrelerinin yanısıra siyasal Kürt hareketinden kimi isimlerin de “Gezi parkı barış sürecini bozabilir” yorumları yaptığına tanık olduk geçtiğimiz hafta boyunca. AKP çevrelerini anlamak mümkün. Eylemlerin yapılış gerekçesine kimi sol-liberal çevrelerin de destek vermesinin önünü belki de böyle kesmek istiyorlar. Siyasal Kürt hareketinden bazı isimlerin (ki bunu tüm harekete teşmil etmek haksızlık olur, BDP ve sözcüleri pek de böyle düşünmüyor) neden böyle düşündüğünü anlamak da mümkün. Ama biraz aşırı şüphecilik gibi geliyor. Neyse. Madem böyle bir durum var, sadece PKK ile yürütülen barış sürecini değil, memleketteki genel durumu negatif yönde kim bozabilir, buna biraz yakından bakayım dedim. İster istemez aklıma ilk olarak Başbakan Erdoğan’ın bir aydır kulaklarımızdan silinmeyen o bağıran/hedef gösteren/kalabalıkları kışkırtan/had bildiren sesi geldi. Bilhassa “Milli İradeye Saygı” başlığı altında düzenlediği mitinglerde ve Meclis’teki grup toplantılarında yaptığı konuşmalarda,  Gezi Parkı protestocularını alenen Türkiye’yi işgale kalkmış düşmanlarla bir tuttu. Burada geçen hafta da bahsettiğim “Batı/yabancı düşmanı” zihniyetin izlerini görmemek mümkün değil.  Erdoğan bununla da kalmadı, Alevilerin’in eylemlere katıldığına dikkat çekti, bir nevi onları uyardı, Kürtlerin katılmadığını vurguladı, bir anlamda kutladı,  yani bir nevi etnik/mezhepsel sicil amirliği yaptı. Ki bunun ne kadar tehlikeli bir dil ve bakış açısı olduğunu söylememe herhalde gerek yok. En iyisi kendi sözlerinden okumak. Tatsız olacak biliyorum ama nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi açısından gerekli.
“Dün Samsun'daydık. Bugün Erzurum'dayız. Bunun bir anlamı var. Buradan da Sivas'a gidebiliriz. Bundan yaklaşık 100 yıl önce, Erzurum düşman tarafından işgal edildiğinde, adeta İstanbul veya İzmir işgal edilmiş gibi tüm Türkiye gözyaşlarına boğulmuştu. O kara günlerde sadece Türkiye değil, sadece bu aziz millet değil tüm dünya Müslümanları gözyaşları dökmüş, dünyanın her köşesinde Müslümanlar ellerini semaya kaldırıp dualar etmişti.(...) İnanın bugün de aynı şekilde tüm dünya Müslümanlarının elleri semaya kalktı.”
“Gösterilere katılanlar en başından beri, Mustafa Kemal'in askerleriyiz diyor. Şimdi orada duracaksın, Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarına, yiğitlerine, şehitlerine, gazilerine biz bu hakareti ettirmeyiz.  Kurtuluş Savaşı'nın askerleri camiye ayakkabıyla girip içki içmiyordu. Bilakis, camiye ayakkabıyla girip içki içenleri denize döküyordu. Şimdi bunların hepsinin görüntülerini tek tek çıkarıyoruz, hesabını soracağız. Eğer biz o şehitlerin, o gazilerin torunuysak, bunun hesabını soracağız. Kurtuluş Savaşı'nın kahraman yiğitleri başörtülüye el uzatmıyor, tam tersine başörtüsüne uzanan elleri kırıyordu.(...) Kurtuluş Savaşı'nın askerleri kendi halkına savaş açmıyor, halkı için savaşıyordu.”
“Atatürk Kültür Merkezi'nde teröristlerin pankartlarıyla, illegal örgütlerin, legal örgütlerin ve Başbakana hakaret içeren o paçavralarla ne yazık ki onu yan yana koydular. Bitmedi, Cumhuriyet Anıtı, Atatürk Anıtı'na aynı şekilde, bölücülerle Atatürk'ün posterini ve Türk bayrağını yan yana koydular. Nerede ulusalcılar? Nerede bu CHP'liler? Niye bunları indirmediler?”
“Bayrak kampanyasının belli bir süre devam etmesi gerekir. Evlerimizin camlarına ve balkonlarına bayraklarımızı asıyoruz. Ama bizim bayrağımızın üzerinde herhangi bir işaret olmayacak. Bizim bayrağımız şehidimizin kanının rengi, hilal ve yıldız. Bunun dışında bayrağımızın üzerinde herhangi bir logo, işaret olmayacak. Bayrak Yasası'nın amir hükmü de budur. Sadece şu alandaki bayraklar. Ama 'üç hilali de açarız' derseniz o da Osmanlı’nındır, onunla da gurur duyarız..”

Çarşamba

Biraz kazıyınca, alttan “ulusalcılık” çıktı...

(21 haziran 2013, agos)

Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcından bu yana Başbakan Erdoğan ve AKP’nin konuya –olayı hiç anlamayan- bir şekilde yaklaştığını artık hepimiz anlamış olmalıyız. Son günlerde bu anlamama halinin artık bir bastırma halini aldığını ve her otoriter rejiimin bu tür eylemlerde yaptığı gibi, denklemden kendi iktidarını pekiştirecek adımlar atmak için faydalandığını da. Doğrusu “otoriter” vasfını kazanmış rejimlerin sicili böyledir. Artık boğulmaya başlayan kesimler sokağa çıkmaya başlarlar. Başlarda bu eylemler siyasi hedefsiz, örgütsüz, merkezsiz olur.  Rejim bu eylemleri kolaylıkla bastıracağını düşünür. Fiziken bastırdığı ancak zihnen bastıramadığı durumlarda ise eylemcileri kriminalize etme yoluna gider. Bu,  iki türlü işine yarayacaktır. Hem eylemlerin toplum gözünde meşruluğunu yitirmesini hedefler. Hem de bu yolla toplum üzerindeki  baskı aygıtlarını/imkanlarını artırmayı. Bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya karar verir yani. Dolayısıyla Erdoğan’ın “polisin müdahale gücünü artıracağız” açıklamalarını ve sosyal medyaya gelmesi düşünülen yeni düzenlemeleri bu çerçevede de okuyabiliriz. Yeni ve daha zor bir döneme girdiğimiz ortada. Yine de uzun vadede asıl dikkat edilmesi gereken dinamik bence şudur: böyle dönemlerde  o  eylemler belki fiziken bastırılabilir ama vazo da çatlamıştır bir kere. Kapatmak mümkün değildir.
Beri yandan da tüm bu sürecin AKP ve çevresinin akıl yürütme yöntemlerini görmek açısından hayli öğretici olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip eylemlilik halleri böyledir zaten. Birçok otoriter kurum ve yapıyı ya hataya ya da gerçek yüzlerini göstermeye zorlar. Burada  da aynen bunu gördük. AKP bu eylemleri bir komplo, kendisine karşı kurulmuş bir “tuzak” olarak ilan edince, AKP basını ve çevresi de bu komplo/tuzak teorilerini çeşitlendirmekle, güçlendirmekle mükellef saydı kendini. Muhtemelen hem  Erdoğan’ın gözüne girmeye çalışmakta, hem de mazallah gerçekten de AKP iktidarını tehdit eden bir durum varsa önlem almaktaydılar. Zecri tedbirleri Hükümet zaten almaktaydı. Onlara da işin propagandasını yapmak, tabanı oyalamak düştü.
Tüm bu dönemde bilhassa AKP medyasının performansı dikkate değerdi. Medya derken sadece gazete başlıklarından bahsetmiyorum. Televizyonlara çıkan AKP savunucusu gazeteci ya da akademisyenleri de “AKP medyası” olarak düşünebiliriz. Ama yine de  bu süreçte Yeni Şafak ve Star gazeteleri ile AKP ile organik bağı olan televizyon kanallarını ve kanalların yöneticilerin ayrı bir yere koymak gerek.
Çok kabaca özetleyecek olursam bu çevrelere göre Gezi  Parkı eylemlerin arkasında elbette ki dış güçler vardı. Ve bu dış güçleri detaylandırmakta ısrarlıydılar. İşin içinde Soros mu yoktu, İran mı yoktu,  Sırbistan merkezli bir örgüt mü yoktu, CIA mi yoktu, Ergenekon-Silivri mi yoktu, ABD olmasa olur muydu, onlar zaten vardı, Amerikalı eski Neo-Con’lar mı yoktu, Avrupa mı yoktu, bazı Alevi örgütleri mi yoktu, Türkiye’nin bölgesinde bir güç olmasını istemeyenler mi yoktu, darbeciler mi yoktu,  ülkeyi 27 Mayıs ortamına götüren zihniyet mi yoktu., 28 Şubatçılar mı yoktu, CHP  zaten listenin en başındaydı, efendime söyleyeyim dış basın mı yoktu, hele CNN, BBC, Reuters..En başta onlar geliyordu. Bitmedi: faiz lobisi mi yoktu, bankacılar mı yoktu, bazı işadamları mı yoktu, bazı tiyatrocular, sanatçılar mı yoktu. İsrail olmasa olur mu? Evet tabii ki İsrail mi yoktu..Efendime söyleyeyim, Houston merkezli bir örgüt mü yoktu, bunlar Zello programıyla İP, CHP ve sol örgütlerden 200 bin kişiye mesaj mı göndermiyorlardı. Bitmedi . Seferberlik Tetkik Kurulu’na bağlı Beyaz Kuvvetler mi yoktu, (sonradan Erasmus öğrencisi olduğu ortaya çıkan) yabancı ajanlar mı yoktu..Uzatmayayım. Yok yoktu.

Perşembe

"Kışla" ve direniş..

(14 haziran 2013, agos)

Şu yazının yazıldığı gün itibariyle Gezi Parkı eylemleri iki haftayı geride bırakmıştı. Peşpeşe, birbirinin içine geçen çok “kırılma” anı yaşadık ama herhalde şu an itibariyle en önemlisi 11 Haziran Salı günü olanlar. Erdoğan’ın ve Hükümet’in, Gezi Parkı gösterilerini “ezerek” bastırmak istediği gün, yani.
Öncesinde şunlar olmuştu: (evet belki biliyorsunuz ama, kayda geçsin diye yazıyorum) Erdoğan pazar günü yine her zamanki sert konuşmalarından birini, pardon 4’ünü peşpeşe yapmış, göstericileri “Camide bira içenler” olarak tanımlamış “anladıkları dilden konuşuruz” demiş ve seçmenlerini eylemcilere karşı kışkırtmıştı. Ancak sonlara doğru “eylemcilerle görüşebilirim” gibi bir şey söyleyince umutlananlar olmuştu. Pazartesi günkü Bakanlar Kurulu sonrasında da sözcü Arınç Erdoğan’ın çarşamba günü göstericilerin temsilcileriyle görüşebileceğini söyleyince umutlananlar artar gibi oldu. Ancak Salı sabahı bildik manzaralar eşliğinde uyandık. Polis yine biber gazlarıyla meydana girdi. Vali’nin yaptığı açıklama Gezi Parkı’na “girilmeyeceği”, AKM’nin ve meydanın pankartlardan temizleneceği yönündeydi. Bu arada televizyoların gün boyu canlı yayınladığı bir ortam oluşturdu polis. Meydan görünürde  boşaltılmıştı ama, kimi küçük grupların cılız şiddet gösterilerini çok zorlanmadan yapabildiğini gördük. Belli ki  bu görüntülerle topluma “gösterici sandıklarınız tedhişçi” mesajı vermek isteniyordu. Gezi Parkı ahalisi ise meydanda olup bitenlere pek karışmıyor,  kendi işine bakıyordu. Aynı gün, öğle satlerinde Erdoğan yine sert ve gerçek bir diyaloğa kapalı bir konuşma yaptı. “Bana sert diyorlar, kusura bakmayın Erdoğan değişmez” dedi. Geldik akşam saatlerine. İş çıkışı, alan ve Gezi Parkı binlerce insanla doldu yine. İktidarın gösterileri tüm “kriminalize etme” çabalarına karşı, dolmuştu meydan. Üstelik gösterilerde bir ara  kente ve ülkeye yayılan  “Hükümet karşıtı” hava artık dağılmış, odak bir kez daha, yani en baştaki gibi Gezi Parkı’nın savunmaya dönmüştü. Gayet barışçı gösterilerden biri daha yapılırken küçük bir itişmeyi mazeret olarak kullanan polis yüzlerce gaz bombasıyla alana ve Gezi Parkı’na saldırdı. Yalan söyleyen, tuzak kuran bir devletin,  silahsız, kendi halindeki göstericiler üzerinde gücünü denemesine tanık olduk hepimiz. Oradaydık. Gördük. Benzersiz bir devlet terörü ve gaddarlıktı.  O çapta bir kalabalığın üzerine uyarı yapılmadan gaz yağdırılması bir izdihama ve can kaybına neden olmadıysa, topluluğun paniğe kapılmadan hareket etmesi sayesindedir. Tarihe geçmiştir. Ve yine bence en önemli kırılma anlarından biri de, işte o andır.
Öyledir çünkü böylece AKP’nin “devlet otoritesi”ni tesis etme takıntısı konusunda 12 Eylül darbecilerinden hiç de farkı olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu, bir rejimi uzun vadede zayıflatan bir takıntıdır.
Şöyle işler genelde: Bir yerlerde bazı gösteriler patlak verir. Bunlar gayet masumane ve barışçı gösterilerdir. Ancak “devlet otoritesi” ile cepheden yüzleşme  cesaretine de sahiptir bir yandan. Şiddet kullanmaz, bir merkezi yoktur, genelde çok detay gibi görünen bir meseledir aslında. Ancak devlet buna tahammül etmez, bir avuç göstericiyi acımasızca bastırır. Ve birden korku duvarı yıkılır. Daha fazla insan meydanlara çıkar, gösteriler başka kentlere yayılır, genişler, eylemi başlatanlarla aynı profilde olmayan başka gruplar da gösterilere katılır, dolayısıyla eylemleri tanımlamak bir aşamada zorlaşır. Ama iki şey hiç değişmez. Merkezsiz, bilinen manada örgütsüzdürler. Ama dirençlidirler ve iktidarı korkuturlar.

Cuma

Direnişin getirdikleri

(7 haziran 2013, agos)

Gezi Parkı’ndaki ağaçların ‘sökülmek’ istenmesi ile başlayan ve tüm Türkiye’yi saran direniş dalgası, kimi taşlaşmış yapı, kurum ve algıları da çatlatmış durumda. Bu direniş dalgasına ‘devrimci’ bir özellik veren de bu zaten. İrili ufaklı her tür devrim, ülkedeki ve dünyadaki, değişmez gibi görünen kimi yapıları, zihniyetleri sarsar, değişmeye zorlar. En önemlisi, o yapıların ‘başka türlü’ olabileceğini de gösterir. Direnişin nedenleri, seyri, Başbakan Erdoğan’ın tavrı üzerine zaten epey analiz okumuşsunuzdur. Ben meselenin biraz da bu yönüne bakmayı deneyeceğim. Madde madde gidelim.

- ‘Koyun milletiz’ algısı: Değilmişiz. Gördük. Belli ki aylardır dişlerini sıkan çok sayıda insan, bir kıvılcımla sokağa çıktı. Ve bir duvar yıkıldı. Artık sokağa çıkmak, korkulan bir eylem türü değildir. Otoriteyi asıl düşündüren budur. Bu dalga belki bir yerde sönümlenecektir ama bu devrimin asıl kazanımı, bir siyasi yapı ya da ‘ideoloji’ ile organik ilişki içinde olmayan gençlerin ve yaşlıların da sokağa çıkma ve aralarına ‘provokatör’ karıştırmadan eylem yapma maharetini edinmeleridir. Bu çok önemli bir kazanım.

- ‘Tepkisiz burjuvazi’ algısı/yapısı: Bu sadece bir algı değil, aynı zamanda bir yapıydı. İktidar karşısında zaman zaman mızmızlanan, ancak net bir çıkış göstermeyen burjuvazinin en azından bir kanadı, ‘işbirliğine devam eden’ klasik burjuvazi ile aynı resim içinde yer almamaya özen göstermeye başladı. Mesela, eylemlerin ilk günlerinde gelen “Yeni kurulacak AVM’de yer almayacağız” açıklamalarına bu çerçeveden bakmak mümkün. Sular biraz daha aktıktan sonra kimin ne yapacağı belli olmaz elbette, ama en azından eylemler ‘bir kısım burjuvazi’yi böyle davranmaya zorladı. Yine tepkilerin odağındaki bazı bankacılara, iş adamlarına “Biz de çapulcuyuz” açıklamalarını yaptıran da ‘direniş’in gücü. Ancak bu, aslında geçici bir durum. Zaten bu çıkışlara bir yandan da direnişi ‘ehlileştirme’ çabaları olarak da bakılabilir.

- ‘Kemikleşmiş siyasi tabanlar’ algısı: Bence en önemli yeniliklerden biri bu. Direniş öncesinde genel algı, Türkiye’deki siyasi yelpazenin Kürtler, AKP, CHP, MHP, bir kısım sosyalistler, koyu ulusalcılar ve arada kalanlardan oluştuğu yönündeydi. Ve genel kanı, bu kanatların birbirlerine pek değmeden yaşadığıydı. Direniş, bu kesimlerin birbirlerinden zannedildiği kadar kesin hatlarla ayrılmadığını gösterdi. “Eylemlerde her kesimden insan vardı” dediğimiz, aslında budur. Otoriter ve faşizan bir sistemin, tüm yapıları aynı oranda bunalttığını gördük. Eylemlerde azımsanmayacak sayıda AKP seçmeni bulunmasının nedenlerinden biri de bu. Ancak biraz daha yakından bakınca, ‘ulusalcı’ olarak görülen eylemci profilinin de dikkate değer olduğunu gördük. Alanlardan görebildiğim, CHP ve MHP’de temsil edilmeyen, bu iki partinin köhnemiş söyleminde kendilerine dair bir iz bulamayan bir kesimin varlığıdır. Bu profil –genelleme yapmanın hatalı olduğunu bilsem de– her iki kanatta da yeni bir siyasi dinamiğin varlığına işaret ediyor. Bu beklenmedik bir durum değil. Hem CHP, hem de MHP’nin uzun süredir kendi tabanlarını bile tatmin etmediği, oyların kerhen verildiği biliniyordu. Alttan alta giden bu durum eylemlerle iyice su yüzüne çıkmış gibi görünüyor. Bu dinamiğin ne yöne evrileceğini şimdiden öngörmek zor. Ama görünen, ulusalcı akımın yeni ve kendini zorlayacak bir tablo ile karşı karşıya olduğudur.

- ‘Sol tıkandı’ algısı: Bu da bir önceki madde kadar, hatta ondan daha önemli. Direniş klasik bir ‘sol’ siyasetin ürünü gibi görünmese de, gelişme ve yayılma aşamalarındaki kendiliğindenlik, hiyerarşi-dışılık, otorite-karşıtlığı, kapitalizme mesafeli duruş gibi özelliklere baktığımızda, bu hareketi genel ‘düzene soldan itiraz’ ailesi içinde değerlendirebileceğimiz ortaya çıkar. Bu benim açımdan, önümüzdeki dönem için en umut verici gelişme. Bütün bu olup bitenler, hem solun artık iyice kireçleşen ‘eylem’ ve ‘söz’ dağarcığını tazeleme, hem de bir ‘örnek model’ olarak gelişip yayılma potansiyeline sahip. Bu potansiyelin üzerine titrememiz gerektiğini düşünüyorum.

Salı

“Ağaçsöken”

(31 mayıs 2013, agos)

Birçok Osmanlı padişahı isminin yanısıra lakabıyla da anılır. Kanuni vardır, Yıldırım vardır, Yavuz vardır, Fatih vardır, Genç vardır. Bu kadar yaygın olarak bilinmese de Sofu vardır, Avcı vardır, Sarı (ya da sarhoş) vardır. Yaygın alarak benimsenmese de Kızıl Sultan vardır keza. Erdoğan’a padişah demek içimden gelmez ama son aylardaki performansı da hiç parlak değil doğrusunu isterseniz. E 10 yıllık rekoru da devirdi, önü de açık. İster istemez şöyle düşündüm. Erdoğan  padişah olmasa da Türkiye tarihine damga vuracak birisi, orası kesin. Acaba tarihe nasıl geçer?
Hafta içi iki kritik gelişme yaşandı, doğaya saygılı, doğayla uyum içinde yaşamayı tercih edenler açısından. Önce Taksim’e “Kışla şeklinde AVM” projesi için harekete geçildi ve Gezi Parkı’ndaki ağaçlar sökülmek istendi. Neyse ki milletvekilleri ve kentliler parklarına sahip çıktılar ve kendilerini dozerlere siper ederek bu girişimi en azından bir süreliğine durdurdular. İktidarın ise kararlı olduğu ortada. Gerekçeleri hazır: Tarihi bir yapıyı yeniden canlandırıyoruz. Erdoğan’ın sözleriyle: “Eğer tarihe saygınız varsa önce o Gezi Parkı denilen yerin tarihi nedir, onu araştır bak. Biz orada tarihi yeniden ihya edeceğiz” Tarihi yapıdan kastın ne olduğunu hepimizi biliyoruz. Kaldı ki, o kışlanın ve devamındaki binaların eski bir Ermeni mezarlığı üzerine kurulduğunu da herhalde hepimiz biliyoruz. Dolayısıyla asıl Erdoğan, tarihe saygısı varsa dönüp bir araştırsa, baksa iyi olur.
İkinci gelişme ise İstanbul’a nefes veren ormanlık kuzey hattını önemli ölçüde tahrip edeceği tahmin edilen 3. Köprü’nün temel atma töreniydi. Bu törene  iktidar tam kadro katıldı ve köprüye de Yavuz Sultan Selim adı verildi.  Yine kuzey ormanlarını ve göletlerini büyük ölçüde tahrip etmesi beklenen 3. Havalimanı’na ne isim verileceği ise meçhul. Fakat bu örnekler herhalde bize bir şey söylüyor.
Aslında bilmediğimiz bir şey söylemiyor. Aylardır yıllardır benim ve birçok kişinin yazdığı, dikkat çektiği durumu söylüyor. Muhafazakar bir kisveye büründürüp; ne kadar doğayı, insanın kentle ve doğayla uyumunu tahrip edecek, kar hırsıyla dolu proje varsa uygulayan bir zihniyeti işaret ediyor. Arazi değerlemesi/rant oluşturma/rantı dağıtma sistemine dayanan kapitalist bir kadronun bu sistemi sürdürebilmek için doğal dokuyu tahrip etmekten bir an bile çekinmeyeceğini söylüyor. Bunu yaparken, kolaylıkla görüldüğü gibi muhafazakar dünyanın değerlerini/sembollerini de kullanmaktan çekinmiyor, hatta bilhassa kullanıyor böylece bir “millet” denkliği kurduğunu düşünüyor. Bu görüşe göre böyle projeler kalkınma için faydalıdır ve bunları zaten “millet” talep etmekte,  beklemektedir. Dolayısıyla bu projeler “millet”e hizmettir.
Öncelikle şunu hatırda tutmak lazım. Her türlü “imar” atılımı, içinde yeni bir rant dağıtımı barındırmakla kalmaz. Bunun bir de ideolojik yönü vardır ve kent hayatının ana eksenini/ritmini de değiştirir.
Mesela 1. Köprü nasıl ki yerleşim ve iş merkezlerini Levent/Etiler hattına taşımış ve oradaki yapıyı tahrip etmişse, 2. Köprü de yerleşim ve iş merkezlerini Maslak ve daha kuzeyine  taşımış, oradaki doğal yapıyı tahrip etmiş, kent yerleşiminin aksını değiştirmiştir. (Bu konuda daha detaylı  bir makale için bkz: “3. Köprü gerekli mi?, Vedat Atasoy, Radikal, 11.03.2012) Keza bu köprüler yerleşim ve iş merkezleri sadece kuzeye taşımakla kalmaz, o çevreyolunun geçtiği tüm bölgeleri de etkiler ve doğal hayat içinde yeni yerleşim merkezleri büyümeye başlar. (2. Köprü’nün ardından Ümraniye’nin Şile ormanının içine doğru genişlemesini düşünün)

ABD-Türkiye: Beraber yürüsek biz bu yollarda..

(24 mayıs 203, agos)

Başbakan Erdoğan ve beraberindeki heyetin ABD başkanı Obama ile yaptığı görüşme her açıdan önemliydi. Şöyle bir dönem içinde gerçekleşti ziyaret. “Çözüm süreci”nin –görünürde- yolunda gittiği, ekonomide büyük çaplı anlaşmalara (3.havalimanı, nükleer santral) imza atıldığı, kredi derecelendirme kuruluşlarından yeni bir not artışının gelmek üzere olduğu (ve görüşme günü geldiği) öte yandan Reyhanlı saldırısının şaşkınlık ve öfke yarattığı, dolayısıyla AKP’nin Suriye politikalarının ister istemez bir kez daha masaya yatırıldığı bir dönem. İşte böyle bir dönemde bir ABD Başkanı, Erdoğan ile ilk kez bahçede uzun bir basın toplantısı düzenledi, peşine Başkan Yardımcısı Joe Biden ve Dışişleri Bakanı Kerry, Erdoğan’ı bir öğle yemeğinde ağırladı ve  akşam da dar kapsamlı bir yemekte yeniden biraraya gelindi. İlk kez bir Türkiye Başbakanı böyle bir izzet ve ikramla ağırlanıyor.
Erdoğan ve ekibinin daha 13 yıl önce Milli Görüş geleneği içinde olduğunu hatırlarsak müthiş bir dönüşüm bu. ABD ve onun stratejik ortağı İsrail’e alabildiğine mesafeli duran bir gelenekten çıkan ve doğru yolun global kapitalizmin içinde yar almak olduğunu, bunun için de ilkeli gibi görünen ama alabildiğine esnek bir politika izlemek gerektiğini düşünen AKP, bu esnekliği-pragmatizmiyle hem hatırı sayılır bir oy oranını konsolide etmiş, hem -ve böylece- yurtiçindeki rakip ve düşmanlarını kesin bir mağlubiyete uğratmış, hem de global sistemin “kalbine” girmeyi başarmış görünüyor. Evet gelen mesajlardan anlaşılan Türkiye’nin Suriye konusundaki  “heves”i ABD tarafından dizginlenmiş ve AKP Obama’dan  duymak istediklerini duyamamıştır. Ancak bu ve diğer konularda genel hatlarıyla “aynı çizgi” üzerinde yürüme konusunda anlaştıklarını düşünebiliriz.
Genel tablo şu: ABD ve AKP görünürdeki Suriye görüş ayrılığına rağmen her zamankinden daha fazla işbirliği görüntüsü içindedir. Üstelik  AKP Türkiye’de bilinegelen ve alışılagelen algıyı tersine çevirmiş ve “ABD’nin istediklerini yapan ülke” konumundan ABD’ye “bir şeyler yaptırmak isteyen ülke” konumuna geçmeye niyetlenmiş ve böyle bir imaj çizmiştir. Böyle tarif edince –ki iktidar çevreleri tabloyu zaten ısrarla böyle tarif etmektedirler- pek bir mesele yokmuş gibi görünmekte. Hatta bundan gurur bile duymamız istenmekte. AKP’nin algıyı nasıl da tersine çevirebildiğini görüyoruz burada açık açık.  Çünkü talep eden taraf  Hükümet olunca sanki Türkiye ABD ile yakın bir işbirliği içinde değilmiş havası yaratılabiliyor.
Bazen bir konuya aşırı biçimde konsantre oluruz ve neredeyse gözümüz başka bir şeyi görmez. Dolayısıyla ara sıra kafamızı kaldırıp şöyle bir etrafa bakmakta fayda vardır. Tam da burada mesela Irak’a bakmakta fayda var. Erdoğan Obama ile bir dizi görüşme yaparken Irak’ta olup bitenler çok dikkat çekmedi Türkiye’de.. Oysa bültenlere yansıyanlar ülkede şiddetin yeniden artış eğilimine girdiğini, Sünni ve Şii cephenin yine bombalı saldırılar vasıtasıyla boğaz boğaza geldiğini gösteriyor. Sadece Nisan ayındaki saldırılar sonucunda 700 kişi hayatını kaybetmiş durumuda. Bu yılki kayıp sayısı 1500. Son bir haftanın bilançosuna baktığımızda ise hem Sünni hem Şii hem de diğer gruplardan olmak olmak üzere yaklaşık 300 kişinin hayatını kaybettiğin yüzlerce kişinin de yaralandığını görüyoruz. Ülkede şiddetin ABD askerlerinin 2011 yılında çekilmesinden bu yana en geniş alana yayıldığı bildiriliyor. Özetle,  Irak hala –ve yeniden- bir mezhepler hesaplaşması içinde can çekişiyor.