Perşembe

Medyasıyla, burjuvazisiyle devlet ve AKP

(agos, 14 şubat 2014)

Geçen haftayı nerdeyse tamamen Başbakan Erdoğan’ın bir medya grubuna yerleştirdiği ve “adamı” diyebileceğimiz bir işadamı vasıtasıyla  sözkonusu grubu bizzat nasıl yönettiğinin “tape”lerini okuyarak geçirdik. Anlaşıldığı kadarıyla bunlar akibeti belli olmayan 2. soruşturma dosyası içinde bulunan mahkeme kayıtlı dinlemelerdi. Zira Erdoğan’ın olur olmaz her yerden aradığı şahıs, yani Fatih Saraç’ın künyesine baktığımızda 2.dosyada ismi geçen Yasin El Kadı ile bir dönem ortak olduğu anlaşılıyor.
Sözkonusu kayıtlar uzun yıllardır ayan beyan ortada olan AKP-sermaye medyası ilişkileri açısından hayli öğretici özellikler taşıyor. Kimi medya/sermaye gruplarının AKP ile organik ilişki içinde olan isimleri yönetici kademelerinde görevlendirdikleri zaten bilinmekteydi. Bu kişilerin de söz konusu sermaye grubu ile AKP arasında bir aracı konumunda oldukları kolaylıkla tahmin edilmekteydi. Açığa çıkan kayıtlar bu ilişki biçiminin hangi esaslar üzerinden yürüdüğünü ortaya koyuyor. Dolayısıyla önemlidir elbette, ancak şaşırtıcı değildir.
Burada belki asıl üzerinde durmamız gereken konu şu: AKP iktidara geldiğinden beri şu nokta üzerinde bilhassa duruyor, bu tabloyu değiştireceğini öne sürüyordu: İstanbul basını diye bir basın vardı ve bunlar çoğu zaman “milli irade”yi umursamazlardı, kendi özel gündemleri vardı, vesayet sisteminin emrinde iş yapmaktaydılar ve AKP’ye ayrıca düşmanlık beslemekteydiler. Bu, bir ölçüde  doğru ama eksik  analiz sonrasında AKP’nin yaptığı ilk iş, İstanbul medyasını (ya da birlikte/içiçe serpildiği laik burjuvaziyi) kıskaç altına almak oldu.
Bu grubun örgütlendiği TÜSİAD yoğun bir baskı altına alınırken, gruplar üzerinde de kah maliye/vergi eliyle, kah başka vesilelerle sıkı bir denetim daha doğrusu bir anlamda şantaj uygulandı. AKP muhtemelen bunu gayet meşru görüyordu, zira bu grupların bazıları geçmişte devletten imtiyazlı muamele görmüşler, hatta bazıları -kim olduklarını hepimiz biliyoruz artık- Hükümet devirme operasyonlarına bile girişmişlerdi. Dolayısıyla bu gruplara karşı yürütülecek her operasyon onlara göre mübahtı.
Beri yandan  AKP laik burjuvazi ile bir yandan da iş yapmaktan vazgeçmedi. Hala süren ilk yerli yapım Türk tankı projesi, -daha sonra iptal edilen- milli gemi projesi bunlara örnektir. Keza şimdilerde tavsayan ama bir dönem iş dünyası üzerinde yoğun biçimde hissedilen “yerli oto üretin” talebini de hatırlayabiliriz. Dolayısıyla bu ilişki biçiminin sadece  “mecburiyet”e dayandığını düşünmek doğru olmaz. İşadamları için de bu, eğer koşullar uygunsa, aynı zamanda bir “business” idi. İki taraf için de biraz tekinsiz bir business.
Ancak AKP bir yandan da kendi özel burjuvazisini yaratmaya çalıştı. Bilhassa inşaat/arazi/kentsel dönüşüm gibi rant toplama/dağıtma işlerinde kendine daha sadık bir müteahhit grubunun oluştuğunu görmekte, bilmekteydik. Kentlerin çehresini değiştiren,  daha doğrusu tahrip eden, doğal ve kültürel alanda ciddi yıkımlara neden olan, ancak bir yandan AKP tabanının bu büyük ranttan küçük de olsa pay alma ihtimalini, imkanını doğuran bu projeler, genel olarak belli isimlere/gruplara gitmekteydi.
Böylece AKP’nin emrinde iki ayrı burjuvazi oluştu, diyebiliriz. 1) Sadakatinden bir türlü emin olmadığı, ilk fırsatta muhalif cepheye geçeceğinden şüphelendiği, bir türlü tam olarak biat ettiremediği, bu yüzden de bir cins şantaj ile kontrol altında tuttuğu ya da tutmaya çalıştığı, ekonominin hala büyük bir kısmını kontrol eden laik burjuvazi. 2) Sadakatinden emin olduğu, kendi elleriyle epeyce büyüttüğü, sadece o istedi diye  ortada kalan gazete ve televizyonları alabilecek, kendisine tamamen bağlı bir medya kurulması için büyük paralar harcayabilecek, “büyük patron”un verdiği güvenle hukuki açıdan başa bela açacağı belli işlere rahatlıkla girebilecek muhafazakar burjuvazi. Ya da müteahhit dünyası diyelim isterseniz bunlara.  Burada belki bir de üçüncü kategori olarak Cemaat’e yakın iş dünyasını saymak gerekebilir ancak bu cephe AKP ile müteahhitlerde gördüğümüze benzer bir ilişki içinde olmadı. Ki zaten bütün bu türbülansta bu cephenin özerkliğini zorlanarak da olsa –şimdilik- koruduğunu görebiliyoruz.

Pazartesi

Kutsal AKP Devleti (2)

(agos, 31 ocak 2014)

12 Temmuz 2013 tarihli ‘Kutsal AKP Devleti’ başlıklı Agos yazımın bir yerinde şunları söylemiştim:
“AKP öncesi devlet, nasıl ki kendine bir kutsallık atfediyor, her türlü muhalif hareketi ‘devlete/millete karşı bir kalkışma’ olarak görüyor ve bunlara bu nispette bir ‘orantısız güç’ ile karşılık veriyor, bunu nasıl meşrulaştırıyor idiyse, AKP de devraldığı ve birleştiği devlete, mecazen değil neredeyse kelimenin sözlük anlamıyla bir kutsallık atfetmiş durumda ve o da her türlü harekete bu ‘kutsallığa’ karşı bir hareket olarak bakıyor, ‘orantısız bir güç’ harcıyor ve yaptıklarını meşrulaştırıyor.”
Bu sözler Gezi direnişiyle ortaya çıkan muhalefet dinamiği karşısında AKP’nin takındığı tavra ilişkindi. Benzer bir dönemden geçtiğimizi söyleyebiliriz. Yani AKP’nin Gezi ile ‘17 Aralık soruşturması’nı bitiştiren tavrı, tersten de olsa doğrudur. İki ayrı dinamikten bahsediyoruz ama iktidarın iki gelişmeye verdiği tepkiler tıpatıp aynı.
Şiddetli bir karalama kampanyası, çığırından çıkan bir medya, argümantasyonda rasyonelliğin sık sık kaybolması, iktidar partisi üyelerinin mantık sınırlarını zorlayan sözleri, kimi zaman savunacağım derken ikrara varan açıklamalar, her fırsatta suçlanan, belirsiz kalmasına dikkat edilen ‘küresel’ aktörler; ‘lider’in, totaliter rejimleri ve bu rejimlerin liderlerini hatırlatacak derecede sık ve tehditkâr bir şekilde, yüksek sesle konuşması; bu konuşmaların neredeyse tüm medyada yayınlanması; bu konuşmalarda ‘millet’ kavramının çok sık yer alması ve ‘millet’in yine totaliter rejimleri anımsatacak biçimde tektipleştirilmesi, ondan yekpare bir bütünmüşçesine bahsedilmesi ve ‘lider=parti=millet’ denkleminin yine tehlikeli biçimde kurulması; bütün bunların, çürüdüğü ayan beyan ortada olan ilişkileri, ekonomik sistemi korumak için yapılması hiç de iyi sinyaller vermiyor.
Kavganın diğer tarafında duran Cemaat cephesi de bu sistemin yakın zamana kadar ortağı, vurucu gücü idi, dolayısıyla AKP’nin bu biçimde davranması Cemaat’i otomatik olarak temize çıkarmıyor elbette. Ancak bu tehdit karşısında AKP ve ideologlarının davranış biçimi, bir zamanlar AKP’ye çok geniş bir kredi açan bazı kesimleri de rahatsız edecek duruma geldiğine göre, olup bitenlere biraz daha yakından bakmak gerekir.
Mevcut tehdit karşısında AKP’nin kullandığı silahlar, şüphe uyandırıcı bir hal almaya başlamıştır. Başbakanlık Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “Orduya kumpas kuruldu” sözleriyle başlayan süreç, Akdoğan bir miktar perde gerisine çekilse de, bu formüle uygun şekilde ilerliyor.
Dolayısıyla, şu soru üzerinde durulabilir: Yeniden yargılama formüllerine dair arayışların sürmesi, tahliyelerin hızlanması ve mahkemelere kanaat üreten TÜBİTAK gibi kurumların, birkaç yıl öncesi ile kıyaslandığında 180 derece ters kararlar vermesi nasıl açıklanabilir? Buna şöyle bir yanıt vermek mümkün: Yargı ve devlet kurumları Cemaat’ten temizlendikçe hukuka uygun kararlar da gelmeye başlamıştır. Bu, bir açıklama. Ve gayet de mümkün. Ancak geride bıraktığımız yıllardaki AKP-Cemaat birlikteliği ve bu birlikteliğin, bilhassa Cemaat’in devlet içindeki konumunu eleştirenlerin hem Cemaat, hem de –aynı– AKP ideologlarınca ‘darbeci’ olarak nitelendirilmesi, bize şunları gösteriyor:
İlk olarak ‘darbeci’ tanımının son iki-üç yılda nasıl da 180 derece değiştiğini ve bu işte bir tuhaflık olduğunu... Bu tanım üç yılda iktidar tarafından üç kez değiştirildi – önce ordunun bir kısmı (ki artık, tam da öyle değillermiş deniyor), sonra gezi muhalefeti, şimdi de iktidarın eski ortağı. Bu hıza ayak uydurmak hayli güç. İktidar aynı iken resmi görüşün bu kadar sık değişmesi, daha çok otoriter/kapalı zihniyetleri hatırlatıyor. Bunu herhalde en başta AKP açıklamalıdır. Bu durumun gösterdiği ikinci şey ise, AKP’nin bir yolsuzluk soruşturması karşısında direksiyonu tam ters tarafa kıracak esnekliğe sahip olduğu ve eski düşmanları üzerinden yeni bir rejim kurmak için zemin/argüman aradığı. Yani, AKP’nin ‘Kutsal Devlet’ini korumak için yapmayacağı şey olmadığı...

Bu kavga seni beni izleme kavgası mıdır?

(agos, 24 ocak 2014)

AKP-Cemaat kavgasının gitgide derinleştiği ve ilginç bir hal aldığı ortada. AKP, medyasının da yardımıyla yolsuzluk operasyonunda ikinci ve üçüncü dalgayı püskürtmeyi başardı, ilk dalganın da gündemden çekilmesini bir ölçüde becerebildi.Artık konuştuğumuz, Cemaat’in gerçekten yeni bir derin devlet olup olmadığı, dış bağlantıları ve muhtemel yeni hamleleri.
Elbette bu süreçte Suriye’ye giden TIR’ların –anlaşılan yine bir Cemaat hamlesinin neticesi olarak– aranması ve hükümetin bu hamle karşısında “TIR’larda ne olduğu sizi ilgilendirmez” tavrı ibretliktir. Yine her zamanki gibi iki acayiplikle karşı karşıyayız: TIR’ları tam da şimdi arama ihtiyacı ve bu arama (yani kavga) olmazsa belli ki Suriyeli muhaliflere silah götüren bu TIR’lardan bizim haberimiz olmayacağı gerçeği.
İki değil, birçok yanlıştan bir doğru çıkarmaya çalışıyoruz özetle, ve elbette olmuyor. Olmayacağı da çok açık. Erdoğan Aziz Yıldırım için Yargıtay’ca verilen onama kararını “Neden şimdi? Seçim sonrası olmaz mıydı?” diye karşılayabiliyor. Yeniden yargılamalar konusunda yine hükümet kanadından karışık mesajlar geliyor vs. Bu arada sadece emniyet ve yargıda değil, BDDK, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) vb. kritik makamlarda da birçok isim görevden alınıyor ve haberlere bakılırsa, TİB’e, MİT’e yakın isimler atanıyor.Ayrıca, bu kuruma yeni yasal koruma zırhları getiriliyor. Bu arada TIR krizi de yine fırsata çevrilerek, MİT etrafında yeni dokunulmazlık haleleri örülüyor; ne tesadüfse, bir MİTajanını güzelleyen, milliyetçi tonu ağır basanbir televizyon dizisi (‘Kızılelma’), tam da bu günlerde TRT’de gösterime giriyor. MİT’in sorgulanmaz, hesap sorulmaz bir kurum olarak yerini günden güne sağlamlaştırdığını ve etkinlik alanını geliştirdiğini görüyoruz. Bu hamlelere karşılık olarak ise, belli ki Cemaat cephesinden Paris suikastlarının zanlısı Ömer Güney’in MİT elemanı olduğuna dair ses kayıtları ve belgeler servis ediliyor. Burada da amaç, belli ki, hükümet eliyle MİT etrafında oluşturulan duvarda gedikler açmak. Bu iddialar, kayıtlar ve belgelerin, şu güne kadar ikna edici biçimde yalanlanmadığını not düşelim.
Tam da burada, bu kavganın çıkış günlerine yeniden bakmak ilginç olabilir. AKP-Cemaat kavgasını tetikleyen en önemli gelişme,hükümetin Cemaat’i MİT’e bulaştırmama tavrıydı. Cemaat açısındanMİT’i cazip kılan ise, öyle anlaşılıyor ki, kurumdaki imkânlara ek olarak, Genelkurmay’a ait izleme-dinleme sisteminin MİT’e devredilmesiydi. Zaten bu devrin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra, 7 Şubat Krizi olarak bilinen, MİT Müsteşarı ve diğer MİT yöneticilerinin ifadeye çağrılması olayı patlak verdi. O vakitler de hükümet çevreleri bu krizi“Başbakan’ı alacaklardı”, “Hükümet’e diz çöktüreceklerdi”,“Hedef çözüm perspektifi” sözleriyle sundular ve böyle anlaşılmasına özen gösterdiler.
Bu argümanlardabelki gerçeklik payı vardı ama hükümetin karşı hamlelerine baktığımızda, meselenin bu kadar basit olmadığını, bu tür tek cümlelik formüllerin içinde bulunduğumuz tabloyu açıklamak için yeterli olmadığını anlıyoruz. Zira bu karşı hamlelerin her biri, MİT benzeri, hesap sorulmaz, sorgulanmaz kurumların devlet içindeki etkinliğini artırmak şeklinde olmakta. Özetle, hükümet kendi eliyle,tarih boyunca –ve büyük ihtimalle halihazırda – karanlık faaliyetlerde bulunan MİT gibi bir kurumu devletin ve kamu hayatının neredeyse bir numaralı aktörü haline getirmekte. (Yeri gelmişken: MİT’in Hrant Dink cinayetindeki rolü de bugüne dek aydınlatılamamıştır. Fethiye Çetin’in ‘Utanç Duyuyorum’ adlı kitabında dile getirdiği iddialar tatmin edici biçimde yanıtlanmamıştır. Kaldı ki şu soru da geçerliliğini koruyor: MİT gibi bir kurumun elinde böylesi bir cinayete ilişkin hiç belge yok mudur ve Dink’in Valilik’te tehdit edilmesine iki MİT görevlisi de karıştığına göre bu kurumun bu cinayetteki rolü nedir?)

Birlikte çürüyorlar

(agos, 17 ocak 2014)

Yaklaşık yedi yıldır her şeyi birlikte yaptılar. Birlikte yargıladılar, birlikte hapse attılar, hapse attıklarını birlikte suçlu ilan ettiler, “Durun, daha neler çıkacak, utanacaksınız” dediler. Birlikte dediler.
Birlikte yayımladılar. Hapse atılan, hakkında soruşturma açılan herkesle ilgili her bilgiyi birlikte yayımladılar. Hiçbir kural, kayıt tanımadılar. “Ya, anladık da, böyle bir gazetecilik biraz şey olmuyor mu?”diyenlere cevabı hemen ve birlikte yapıştırdılar.
Birlikte, sırt sırta püskürttüler. “Bu cemaatin bu kadar etkin olması normal midir?” diye soranları, birlikte ‘darbeci’ ilan ettiler. Sevmedikleri hakkında birlikte şaiya yaydılar, birlikte durduk yere soruşturma başlattılar. Şimdiki nedametlerini, suçlamalarını okurken bunu hep aklımızda tutalım.
Bunlar çok yazıldı çizildi; geçelim. Gelelim o meşum tarihe. 19 Ocak’a ve sonrasına. Yıllarca, tam yedi yıl birlikte korudular. Bir grup avukat, gazeteci, adalet arayıcısı, çaresizce o labirentte dolandı durdu, bir ipucu bulmak için. Her yere baktılar. Olmadık insanlarla görüştüler, sayfalarca belge incelediler, binlerce döküman arasından iğneyle kuyu kazdılar. Oysa o duvarın arkasında çok bilgi olduğu ayan beyan ortadaydı. İki cephede de bu cinayete ilişkin çok bilgi vardı, hatta bilginin ötesinde, işbirliğinden bile bahsedilebilirdi. Hangi kapağı kaldırsak altından ya şimdinin bir bakanı, ya valisi, ya da polis şefi çıkıyordu. O kapakların altından ombudsman bile çıktı.
Dolayısıyla, birlikte korudular. O duvarı birlikte ördüler. Tek bir bilgi sızmamasına dikkat ettiler. Sadece birbirlerini ve adamlarını korumadılar. ‘Eski devlet’i de korudular. Cinayetin eski devlete, Ergenekon’a giden izleri, yolları vardı. Doğru dürüst incelemediler. Sorulduğunda “Yargı bakıyor, karışmayız, bizim işimiz değil” dediler. Tetikçi ve arkadaşlarında bile bir örgüt keşfedemediler. O derece ‘ciddiyetle’ eğildiler yani işlerine.
İnsanlar yıllarca mahkeme kapılarında, salonlarında, sokaklarda, meydanlarda adalet talep etti. Her 19 Ocak’ta binlerce insan Agos’un önünde toplandı, “Gerçek katilleri yargılayın” dedi. Hele o gün. Tam yedi yıl önce yani. Onbinlerce insan nasıl da yürüdü. “Her siyasi cinayet ağırdır ama bu başka bir cinayet” diyorlardı sanki. “Bunu çözün” diyorlardı. Çünkü bu karanlıkla yaşanmayacağını iyi biliyorlardı.
Evet, bu karanlıkla yaşanmazdı. Bu ülkede biraz görmüş geçirmiş, herkes böyle bir cinayette devletin rolü olacağını gayet iyi biliyordu. Manzara açıktı. Devletle milliyetçi gençler bir olmuş, bir Ermeni’yi öldürmüştü işte. Artık bu karanlıkla yaşanmazdı.
Birlikte yaşadılar. Bu karanlıkla birlikte yaşadılar. Hem adamlarını korudular, hem ellerindeki bilgileri titizlikle sakladılar. Yıllarca.
Bilir misiniz, böyle olur. Suç ortaklığı çürütür. Adaletsizlik çürütür. Daha da geriye ve temele gidecek olursak, inkâr çürütür.