Perşembe

"Kullanışlı" bir konsept olarak, terörle mücadele

(agos, 4 kasım 2011)
Hayli gerilen Türk-Kürt, Devlet/AKP-PKK ilişkilerine hazin bir fasıla verdiren Van depremini -maalesef- hızla unuttuktan sonra tekrar mevcut denkleme döndük. PKK saldırıları, "Terörle mücadele" konsepti, KCK operasyonları, BDP'ye her geçişte bir tekme atmak vd. AKP'nin Kürt  sorunu'nu kendi kafasındaki plan uyarınca çözme hamleleri başarısız olduğundan beri bu döngü içinde dolanıp duruyoruz. 1980'lerden ve 90'lardan -JİTEM operasyonlarını hariç tutarsak- farkı kalmayan bu konsepti, topluma pazarlama çabaları da hız kazanmış durumda beri yandan. Eski -apoletleri sökülmüş- merkez medya Hükümet'in gözüne girmek için 1990'ların, 2000'lerin dilini şevkle tekrar benimserken, yeni merkez medya ve onun çeperi de BDP ve KCK'yı itibarsızlaştırmak için her türlü imkanı kullanıyor ve -yeni dönemin faşizan bir adeti olarak- savcıların atacağı adımlar önceden köşe yazarları tarafından sevinçle "muştu"lanıyor, müstakbel zanlılara gözdağı veriliyor.
Bu denkemin oluşmasına PKK'nın da katkı yaptığını bu sayfada her zaman vurguladım. Öldürerek sonuç alma fikrinden vazgeçmiş değil ve bir ihtimal bu yolla devletin sert yüzünü siyasal Kürt hareketine teşhir etmek istiyor, Hükümet'le pazarlık şansı elde etmeyi amaçlıyor ve yine bir ihtimal AKP'nin önceki hükümetlerden -bilhassa DYP'den- farkı olmadığını göstermeye niyetleniyor. Bunlar dışında nihai niyet nedir, bilemiyoruz, ancak hamlelerinin sonuçları Türkler ve Kürtler arasındaki zihinsel kopuşu genişletmekten başka bir işe yaramıyor. Eğer maksat buysa, az kaldı. Özetle ve açık olmak gerekirse, attığı adımlar "ısrarla beraber yaşamak isteyen" bir örgütün atacağı adımlara benzemiyor.
Fakat yine de biz Türkiye'i ve Hükümet'i odak noktamıza oturtmak durumundayız. Zira PKK ile gerek gördüğünde masaya oturan da o, masadan kalkan da o, Öcalan'a avukatlarıyla görüşme yasağı getiren de o, silahsız "düz ovada" siyaset yapmaya çalışan Kürt hareketini hapse tıkan da o. Ve artık -derin devlet beni engelliyor- gibi bir mazereti olmayan da o. Dolayısıyla muhatabamız bellidir, Hükümet'tir.

24 askerin öldürülüdüğü Çukurca saldırısı yeni bir milat. O yüzden bu son milata bakalım. Her büyük PKK saldırısı sonrasında olanlar tekrar cereyan etti ancak bu kez çıtanın yükseldiğini gördük. Medya gruplarının sadece genel yayın yönetmenleri değil bu kez sahipleri de Başbakanlık'a çağrıldı. Basınla, "basına kapalı" bir toplantı gerçekleştirildi. "Terör"le mücadele konseptli ulusa sesleniş konuşmalarından her gün en az bir tane yapıldı, ve terörle mücadele için tek ses, tek yürek olunması ısrarla istendi.. Büyük kentlerde kendiliğinden organize olan milliyetçi gruplar geniş katılımlı yürüyüşler yapmaya, BDP binalarını kuşatmaya başladılar. Yine Avrupa devletlerine fırçalar atıldı, Kuzey Irak yönetimi Ankara'ya çağrıldı, uyarıldı, yine ABD yönetimiyle telefon görüşmeleri yüzyüze görüşmeler ayarlandı, destek mesajları alındı vs. Bütün zorunlu hareketler yerine getirildi velhasıl.. Herhalde tüm bu tablo içinde zaman zaman kimilerimizin aklına bazı sorular takıldıysa da bunları dile getiremedik.
Şöyle bir tablo çizelim o vakit: en az yirmi yıldır istikrarlı olarak 7 ile 30 arasında milletvekili çıkaran ve bu gücünü gitgide artıran, yaklaşık 30 bin insan kaybı verdiği halde hala ciddiye alınacak bir silahlı gücü olan, gerek gördüğünde genişçe bir coğrafi bölgede günlük hayatı felç etme imkanına sahip, televizyonu gazetesi ve dergileriyle ciddi bir medya gücünü elinde tutan, zaman zaman bölge ülkeleri ile pazarlık etme gücü olan, dünyanın gidişatına yön veren ülkelerin bir şekilde hesaba katmak zorunda oldukları bir hareketi nasıl tanımlamak lazım?  Evet benimsedikleri eylem tarzı "terörist" tanımına uyuyor, ancak bir ideoloji çerçevesinde biraraya gelen 5 kişinin eylemlerine de terör diyoruz. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz durum, terörden biraz daha fazlası. Bunu eski genelkurmay başkanları "sonuncu Kürt isyanı" olarak adlandırmışlardı. Özetle Osmanlı ve Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana merkez'i, statükoyu temsil eden güçlerle; o dönemki siyasal Kürt hareketini temsil eden güçlerin süregelen mücadelesi bu. Ve zaten bunun "terör"den daha fazla bir şey olduğunu da bizzat Başbakan Erdoğan'ın "açılım" ilan etme lüzumu görmesinden biliyoruz.
Öyleyse niye "terör" konseptine döndük? Dönüldü yani? Öncelikle gayet kullanışlı.Terör deyince bütün siyasi partiler, medya, sivil toplum kuruluşları ve toplumdaki milliyetçi damar tek hizaya getirilebiliyor, Hükümet'in atacağı adımların hikmetinden sual olunmuyor. TSK bazı revizyonlara gitse de tek bir model içinde kalıyor ve bir şekilde siyasal denklem içinde hesaba katılması gereken bir unsur oluyor, ister Hükümet'e yakın olsun, ister uzak olsun. İhmalleri, verdiği kayıplar bir  süre mesele edilse de unutuluyor. Muhalefet partileri de bu konsept içinde kalmayı tercih ediyor çünkü dört başı mamur bir politika geliştirmek zorunda hissetmiyorlar kendilerini (90'ların SHP'si hariç), "taviz verilmemelidir" "güvenlik zaafı var" gibi beylik ezbere beyanatlarla konuyu geçiştiriyorlar. Tabandaki milliyetçi damar da bu konsepti seviyor çünkü bugüne kadarki toplumsal eşitsizliler üzerinde düşünme zahmetinden kurtulmakla kalmıyor, bu eşitsiz tabloyu daha da pekiştirecek yeni imkanlar elde ediyor, yeni etnik temizliklerin imkanlarını kolluyor. Tabii bütün bunlar üstelik bir de "kardeşlik" söylemi altında icra ediliyor, ve böylece her şey tam yerli yerine oturmuş oluyor.
Bu konsept muhtemelen PKK'nın da tercih ettiği konsepttir. Zira yukarıda tarif ettiğimiz iklim, açık konuşmak gerekirse PKK'nın tabanını da diri tutan, ona yeni güç kazandıran bir iklim oluyor. Hatta ve hatta son KCK operasyonlarıyla tabanına dönüp "görüyorsunuz ovada siyaset yapmamıza izin vermiyorlar" da diyeceklerdir.
Dolayasıyla geliyoruz KCK operasyonlarına. Devletin ve AKP'nin iddiası KCK'nın "PKK'nın şehir yapılanması" olduğu yönünde. Fakat bakıyoruz gözaltına alınanlar ve tutuklananlar hiç de şiddet eylemine karışmış gibi görünmüyorlar. Çoğunluğu  BDP'li olmak üzere çok sayıda siyasetçi ya gözaltına alınmış ya da tutuklanmış durumda. İlk ve büyük KCK operasyonunda AKP çevreleri utangaçça etrafa "yapmak zorunda kaldık" özrünü fısıldamışlardı. Daha doğrusu bazı yazarlar bize durumu böyle aksettirmişlerdi. Kastedilen, başka bir gücün bu operasyonu yaptığıydı. Bu kez hiç öyle bir özre sığınma gereği hissedilmediği gibi -zaten "başka bir güç" de yok- AKP'nin ve AKP basınının hayli sert bir dil kullandığını görüyoruz. Son olarak BDP Parti Meclisi üyesi Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile BDP siyaset akademesinde yer alan yayıncı Ragıp Zarakolu tutuklandı, genişçe bir operasyon eşliğinde. Dolayısıyla bir "eşik" daha geçtik AKP'nin ileri demokrasi bahsinde. AKP, AKP yanlısı basın, -ve bu operasyonları sessizce izleyen- CHP'nin cevap vermesi gereken soru şudur şimdi: tabandan tavana binlerce Kürt siyasetçisini hapse attığınızda, hapistekilere ne isim verilir? Silahla külahla hiç ilişkisi olmamış binlerce kişiyi "terörist" diye hapse tıktığınızda, o rejimin adı ne olur?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder