Salı

“Yeni Türkiye” işçiler için cehennem..

(agos, 12 eylül 2014)

Yeni Türkiye mesela şöyle bir şey. Kıymetli Bölge’de bir arazi buluyorsunuz. Ama bir dakika, önce “Kıymetli Bölge” nedir, ona bakalım. İkiye ayırabiliriz Kıymetli Bölge’yi. 1-Kent merkezi (burada İstanbul’dan bahsediyoruz) bilhassa da Şişli, Beşiktaş, Boğaz hattı, Bakırköy, Ataköy, deniz kıyıları gibi yerler. 2-Sonradan, Hükümet eliyle kıymetlendirilen bölgeler. Diyelim, Finans Merkezi haline gelecek olan Ataşehir vs Neyse Kıymetli Bölge’de devletin bir şekilde ilgili olduğu bir bina-arazi bulursunuz. Sonra bunu imara açarsınız. Eskaza, burada hastane ya da okul  bile olabilir. Ya da orası madem işe yaramıyor, yeşil alan haline getirilebilir. Bunlar önemli değil. Bu arazi ya da binayı TOKİ’ye devredersiniz. TOKİ de ihaleye çıkar. Buradan gelecek parayla efendime söyleyeyim, yoksullara bina, konut yapacaktır çünkü. Neyse Kıymetli Bölge’deki bu arazi kimi inşaat şirketlerine gider. Bu inşaat şirketleri buraya rezidans ve iş merkezi yapacaklardır. Çok katlı. Niye? Çünkü Yeni Türkiye bunu gerektirir. Yeni Türkiye sürekli inşaat halinde olmayı, bu inşaatlarla istihdam ve büyüme balonunu sağlamayı gerektirir. Çünkü memlekette doğru dürüstü bir üretim faaliyeti, teknolojik, yaratıcı buluş vs yoktur. Ayrıca Yeni Türkiye bu rezidanslarla semtin dokusunu değiştirmeyi ve eski ahalinin gidip yerine yeni ahalinin, Yeni Türkiye’ye uyumlu yeni ahalinin gelmesini gerektirir.
Elbette ki bu inşaat şirketleri Hükümet’e yakın şirketler, aileler olacaktır. Başka türlüsü düşünülemez. Neyse efendim bu inşaat şirketleri ihaleyi alacaktır ve oralarda yeni kuleler yükselecektir. Bunlar için gazetelere, televizyonlara büyük ilanlar verilecektir. Böylece büyük medya grupları çok skandal bir vaka olmadıkça bu inşaatçılarla –haber anlamında- ters düşmemeye özen gösterecektir. (Eğer aralarında ayrıca bir para/pul/reklam meselesi yoksa) Bu arada kat vs gibi meseleler için en büyük patron ile temasta olunacak, pürüzlü meseleler komisyonlardan kolaylıkla geçecektir. (Bkz. Erdoğan Bayraktar’ın 17 Aralık sonrası istifa ederken “Başbakan ne istediyse onu yaptım” demesi) Böylelikle Türkiye’deki merkez sağ hükümetlerin asli işlevi olan rant üretme/dağıtma faaliyetinde yeni bir aşamaya geçilecek, artık parti ve inşaatçılar sisteme tamamen el koyacaklardır. Oluşan rant elbette ki aralarında adil bir biçimde (ya da her ne haltsa o biçimde) bölüştürülecektir. Ancak bir farkla. Bu yeni sistemde inşaatçıların payına zaman zaman Hükümet’in takıldığı konularda omuz verme yükümlülüğü de getirilmiştir. Mesela Hükümet havuz medyası oluştururken inşaatçılardan bir konsorsiyum (havuz) oluşturmalarını ve o medyayı finanse etmelerini isteyebilir. Bunlar sistemin içinde vardır, garipsenmemelidir. O konsorsiyuma katılmayan inşaatçının bileti de kesilir. Hadi selametle denir.
Ali Sami Yen hikayesi de buna benzer bir örnek işte. Kent merkezinde kıymetli bir bölge. Yanında da TEKEL’in eski likör fabrikası var. Niye iki yere birden kuleler dikmeyelim, en rezidanslısından, havalısından? Dikelim elbette. O bölgede küçük bir park bile yok mu? Varsın olmasın. Bize nefes alacağımız yerler lazım değil. Bize bu sistemi, bu çarkı sürdürebileceğimiz yerler lazım. Ne olursa olsun. Yeter ki Kıymetli Bölge’de olsun. Dolayısıyla biz bu stadı alırız kentin dışına atarız.
Neyse efendim ihalesi yapılır, kazananlar aralarında biraz itişirler ama birisi, Hükümet’e en yakınlardan birisi ihaleyi alır. Kuleleri dikmeye başlar. Her türlü hukuki pürüz bir anda halledilir, mesela bu kuleler için 24 saat çalışma izni alınır çünkü efendim işin içinde TOKİ olduğu için bu binayı hastane, okul inşaatı gibi göstermek mümkündür. (Bu arada şunu da hatırlayalım, TOKİ AKP Hükümeti süresince önce Sayıştay denetimi dışına çıkarılmış, sonra alınmış, ancak denetim hayli etkisizleşmiştir)

Nalbandyan’ı gelişi, Demirtaş’ın alkışı..

(agos, 5 eylül 2014)

Mahçupyan konusunda herhalde artık gidilecek bir yer kalmadı. Eleştirilere cevap niteliğindeki son yazısı yeni bir şey söylemiyor ve düşüncelerine klasik bir “solcu antipatisi”nin, oy verme dışında pek bir varlık göstermeyen durağan bir toplum özleminin yön verdiği görülüyor. Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle AKP’ye muhalefet ediyorsan ve sol bir argüman kullanıyorsan Mahçupyan kibrinden payını alıyorsun. İki mesele var fakat. Birincisi şu:
“Özellikle Hrant’ın öldürülmesinden sonra Ermeni cemaati mağduriyetin merkezine kondu ve pejoratif sol tarafından ‘şefkatle’ kucaklanarak rehin alınmak istendi. Ermenilerin yeni aydın nesli solculaşırken cemaatin temsil yeteneğini de elinden kaçırdı.”
Hrant Dink cinayeti davasında AKP’nin performansına cok kabaca hakim olan birisi bile bu cümlelerden irkilir. Mahçupyan’ın istediği Ermenilerin de, o geniş gerdanlı bakanlar, emniyet müdürleri gibi “Yargının işini yapmasını bekleyelim, yanlış yapan varsa ortaya çıkar” demesiydi herhalde. Davayı ısrarla takip ettikleri ve iktidarı, yargıyı, medyayı adım atmaya zorladıkları; AKP’ye yakın bürokratlar ile Cemaat’in de bir şekilde içinde olduğu “milli mutabakat”ı ifşa ettikleri için “cemaati temsil yeteneği”ni ellerinden kaçırmışlar. Kendi adıma konuşayım, açıkçası bu dava ile ilgili kalem oynatır ve duruşma kapısında dikilirken aklımdan geçen son şey, cemaati temsil yeteneğiydi. Etrafımda da böyle bir şeye tanık olmadım. İnsanlar “adalet”in sağlanması ve devletin bu “Ermeni öldürme” rahatlığı ile artık yüzleşilmesi talebi ile oradaydılar. Kararın verildiği gün Beşiktaş’taki adliyeden Agos’a kadar yapılan yürüyüş ve insanların yüz ifadesindeki umutsuzluk, öfke bunu anlatmıyorsa, ne anlatır bilmem. İkincisi ise şu:
“Ermeni üyeleri de dahil, pejoratif solun aydınları ise Cumhurbaşkanı’nı ayakta alkışlayan Demirtaş’ı, marjinal solun değerini biçen Bayık’ı, çözümle ilgili Çerçeve Yasa’yı bir sözleşme olarak gören Önder’i kınamaktalar..”
Mahçupyan toptancılığı ve basitliğinin alemet-i farikalarından biri de bu. Temelsiz bir laf at ortaya, herkesi bir torbaya sıkıştır. Şu cümlede bile mesela en azından etrafımdaki Ermeniler tarafından yapıldığına tanık olmadığım bir eylem var. Demirtaş’ın alkışını eleştirmek. Ve madem konu buraya geldi iki çift laf edeyim.
Demirtaş’ın alkışını garipsemedim, yadırgamadım. Tek ve basit bir nedenle: rakiptiler. Yarıştılar ve Erdoğan ve kazandı. Demirtaş’ın rakibini alkışlamasında bence yadırganacak bir şey yok. Mutlu olacak bir şey de olmadığı gibi. Benim açımdan konu bu kadar. Fakat gerek eleştirenler, gerekse Demirtaş’ın açıklamalarında bu alkışa fazla bir anlam yüklenmesini yadırgıyorum. Eleştirenler açısından: 30 yıllık, hayli çileli bir mücadeleden bahsediyoruz. Bunu sonucunda Demirtaş bir Kürt olarak, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı için yarıştı ve kaybetti. Bu alkış, bu 30 yıllık mücadelenin uğraklarından biri sadece. Kalkıp da bu yüzden Kürtlerin özgürlük mücadelesine sırt çevirmek herhalde biraz ayıp kaçar. Eleştiri cephesinde konunun bu raddeye varmayacağını tahmin ediyorum, ya da umuyorum diyelim.
Beri yandan bu alkıştan AKP’ye oy veren tabanı da etkileme, onlarla diyalog kurma gibi açılımlar çıkarmaya da gerek yok, bana sorarsanız. Yine o cılız alkışa fazla paye biçiyoruz gibime geliyor. Buradan Kürt siyasi hareketinin oy potansiyeli, geleceği, AKP seçmenlerinden alabileceği oy üzerine büyük tezler çıkarma yanlısı değilim doğrusu.

Palyaçolar, parazitler; Ermeniler, Yahudiler..

(agos, 29 ağustos 2014)

Etyen Mahçupyan bir zamandır Ermeniler ve Azınlıkların niçin AKP’li olmadıklarına kafayı takmış ve köşesinden sık sık bu konuya –tutarsız argümanlarla- sinirlenmişken bu kez yine Akşam gazetesinde kimi Ermeni aydınları palyaço olmakla suçladı. Şöyle dedi:
“Ermeni ‘aydınları’ diye ortalıkta dolaşanların büyük kısmı utanç verici bir yüzeysellik ve kabalık sergiliyor. Kendilerini seyre gelmiş sol/liberal ‘aydın aristokrasisinin’ alkışını almak için, burunlarına kırmızı toplar yapıştırmış, yeri geldiğinde taklalar atan palyaçolar gibiler.”
Yazıda bu kesimleri alkışlayanlara yönelik parazit, şarlatan gibi suçlamalar da var.
Öncelikle Mahçupyan’ın artık soğukkanlılığını ve mantık dizgesini neredeyse tamamen kaybettiğini  düşünüyorum. Ancak buralara gelmeden önce Mahçupyan’ın şikayet ettiği bir konuda haklı olduğunu söylemem gerek. Mahçupyan ve kimi Ermeni gazetecilerin/yazarların neredeyse körü körüne bir AKP yandaşı haline gelmesinin kamuoyunda “Ermenilik” üzerinden okunması, anlaşılması ve böyle mesele edilmesi. Doğrusu son aylarda tanıştığım bir çok insanın ikinci, en fazla üçüncü cümle olarak bana bu meseleyi sorması, gayet problemli. Keza gene Mahçupyan vd eleştirilerinde konunun hemen “Ermenilik” meselesine bağlanması da. Ben nasıl ki diğer AKP yanlısı (ya da muhalifi) yazarları “Türklük” ya da başka bir etnik kimlikle ilişkilendirmiyorsam bu,  Mahçupyan ve benzer durumdaki kişiler için de geçerli olmalı. Ki zaten Mahçupyan da “Afedersiniz Ermeni” meselesinde kendisine bir Ermeni olarak yaklaşılmasından, ısrarla tepki istenmesinden ve beklenen tepkiyi vermeyince de “ırkını satmış” biri olarak damgalanmaktan şikayetçi. Burada haklı.
İki haftadır Ermeniler, Azınlıklarla ilgili yazdıkları ve bu son palyaço meselesine gelince. Benzer bir tavrı kendisinin de sergilediğini söylemek gerek. Öncelikle Azınlıklar ve Ermeniler’in niçin AKP’ye sempati ile yaklaşmadıklarını bir türlü anlayamıyor Mahçupyan ve bu yüzden öfkeleniyor. Sağa sola hakaretler yağdırıyor. Kendisine bir kere şunu hatırlatmak isterim. Kendisi nasıl ki gerekli gördüğü zaman “Ermeni” gibi davranmayabiliyor, gerekli gördüğü zaman ise içeriden konuşacak derecede “Ermeni” gibi davranabiliyorsa, başka Azınlık üyeleri de böyle davranabilir. Azınlıklar için hayatta her şey AKP’nin eski Hükümetlere oranla daha hayırhah davranması olmayabilir. Azınlıklar ve Ermeniler de bu kimliklerini “her şeyin” önüne koymak istemeyebilir, bunu tercih etmeyebilirler. Mahçupyan kendisine tanıdığı bu hakkı/lüksü neden diğer Azınlıklardan esirgiyor?
Evet Yahudiler ve Ermeniler diyelim AKP’nin bu dindar/kindar kuşak yetiştirmeye dayalı eğitim politikasına karşı çıkabilirler. Kentsel dönüşüm ve talan politikalarına karşı çıkabilirler. Polisin her türlü toplumsal vakada sert tavır almasından yılmış olabilirler. Gayet güçlü görünen bu yolsuzluk iddiaları meselesi yüzünden AKP’den hazzetmiyor olabilirler. Kendilerini ısrarla  AKP’ye çağıranların bundan iki yıl önce Cemaat’e laf ettirmezken şimdi en azılı Cemaat düşmanı kesilmesinden huylanmış ve bu kesimi tutarsız, liderlerini korumak için her türlü argümanı kullanabilecek tıynette, bireysel tutum alamayacak/alamayan insanlar olarak görmüş olabilirler. Yine kendilerini ısrarla AKP’ye çağıranların ve AKP’nin, Hrant Dink cinayeti davasındaki performansını en hafif tabirle “hayal kırıklığı” ve riyakarlık olarak tanımlamış olabilirler. Bunların hepsi olabilir ve kimi Ermeniler, kimi Azınlıklar AKP’yi sevmiyor olabilir. Ve elbette bütün bunların ötesinde Azınlıklar ve Ermeniler bu ülkede “eski devlet”in süt kardeşi yeni devletin Sünni merkezli siyasetinden de huylanıyor olabilirler. Ki buna herhalde epey hakları vardır. Hele ki burnumuzun dibinde 1915’in neredeyse bir tekrarı yaşanır ve bütün bu tabloda AKP’nin katkısı ayan beyan ortada duruyorken.