Cuma

“Ecdadımız” derken?


(agos, 30 kasım 2012)

“Sizin Gazze'de ne  işiniz var  Siz Suriye ile neden ilgileniyorsunuz  Lübnan, Kosova, Irak,  Azerbaycan, Afganistan, Myanmar ve Somali'den size ne diyorlar..Hiç kusura bakmasınlar. Biz 7 milyarlık bu dünyanın içinde yaşıyoruz. Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz..”
Bundan sonra malum Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgili lafları geliyor Başbakan Erdoğan’ın. Onlar da şöyle: “Bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o 'Muhteşem Yüzyıl' belgeselindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti.” Devamı da malum, kanalın sahibini kınıyor, yargıyı göreve çağırıyor filan. İşin bu kısmı epey konuşuldu bu yüzden ben oralara girmiyorum. Burada bence aynı derecede önemli olan “Ecdad”ın gittiği her yere gitme meselesi ve “Bizim öyle bir ecdadımız yok” lafı.
Şöyle bir senaryo kuralım. Diyelim ki Rusya Devlet başkanı Putin, ya da İtalya’nın eski Başbakanı Berlusconi kalkıp dediler ki, “Ecdadımız at sırtında gittiği her yere gideriz..”  Biri belli ki Rus İmparatorluğu’nun en kudretli zamanlarını kastediyor, biri de de Roma İmparatorluğu’nu. Ne düşünürüz? Bunların hayli milliyetçi adamlar olduklarını, kendilerine yeni bir güç sahası yaşam alanı aradıklarını, bunu için bölgede her türlü istikrarsızlığın içinde olacaklarını, bela arayacaklarını, bir şekilde dizginlenmeleri gerektiğini, değil mi? Öyle düşünürüz. Ama Türkiye ve Osmanlı söz konusu olunca öyle düşünmememiz istenir. Niye? Çünkü Osmanlı gittiği her yere barış götürmüştür, herkes Osmanlı’nın gelişini şenliklerle bayramlarla kutlamıştır, o toprakları bir dizi talihsizlik, öngörüsüzlük ve kumpas neticesinde kaybetmişizdir, Osmanlı zamanında oraları hep barış adası olmuştur, o yüzden Türkiye’nin etrafıyla ilgilenmesinden daha doğal bir şey yoktur. Bize sunulan bu.
Şöyle bir benzetme yapmak isterim tam da burada. Türkiye’de milliyetçilik ve şovenizm bir fil gibi. O kadar büyük, devasa yani. Ve çoğunluk bu file çok yakın duruyor. Öyle yakın duruyor ki, tam dibine girmiş, o yüzden onu göremiyor. O yüzden tam dibinde durulduğu halde kalkıp rahatlıkla  “Türkiye’de şovenizm, sömürgecilik yoktur” denebiliyor. Yıllarca, onyıllarca kuşaklar böyle yetiştirildi Türkiye’de. Diğer tüm ülkelerin işgalci sömürgeci oldukları, Osmanlı’nın ise bir barış meleği olduğu anlatıldı. Çoğıunluk da görünürde buna inanmayı tercih etti.  Kendi aralarında konuşurken “kılıcı kuşanıp çıkmışız yola” diyenler, iş resmi görüş bildirmeye gelince hemen bir diplomat/devlet tarihçisi kesilivermişler. Türkiye’de böyledir zaten. Resmi görüş, insanlara kamusal hayatta nasıl davranacaklarını öğretir. O yüzden herkes görünürde bu resmi görüşe uygun davranır. Kahve ve ev sohbetinde gerçekler konuşulur. (Aynı 1915 konusunda olduğu gibi)

Muhafazakar kapitalizmin Taksim hamlesi..


(agos, 23 kasım 2012)

Taksim Meydanı’nın başına gelenleri biliyor olmalısınız. Meydan yeniden düzenleniyor, bunun için kazılar başladı ve bu yüzden Taksim’e neredeyse girilemiyor. Fakat tahta perdelerle çevrili mevcut/geçici durum öylesine manidar oldu ki, AKP’nin kafasındaki Taksim planıyla neredeyse birebir örtüştü. Elbette bu kısmı espri ama düşününce fiziki değilse bile hayali olarak böyle bir duvarla karşılaşırsak şaşırmayalım, her şey bittiğinde..
AKP  ve İstanbul Belediyesi’nin bize söylediği, meydana bir çeki düzen verilmesi, yayalara açılması, büyük ölçüde trafiğe kapanması, keşmekeşe bir son verilmesi ve Gezi Parkı’nın yerine de eski Taksim Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi. Hızlı hızlı okuyunca mesele yok gibi görünüyor. Ancak, meydanın yayalara açılması ve bölgenin tek yeşil alanı olan Gezi Parkı’nın yerine devasa bir kışlanın inşa edilecek olmasını hesaba kattığımızda yeni bir beton denizi ile karşı karşıya kalacağımızı anlamak zor değil. Üstelik bu operasyon sadece Taksim Meydanı ile de sınırlı değil. Harbiye-Elmadağ civarında bir tünel inşa edilecek, Taksim civarına giden araçlar bu büyük tünele girecek ve Tarlabaşı tarafında inşa edilecek yine büyük bir tünelden çıkacak. Böylece araçlar Taksim’den geçmemiş olacaklar ama bu, İstanbul’un nadir ağaçlıklı  ve geniş bulvarlarından biri olan Elmadağ Cumhuriyet Caddesi’nde büyük bir “yırtılmaya” neden olacak. Artık Elmadağ’daki o ağaçlıklı yürüyüş yolunun yerinde tünelli bir otoban düşünebilirsiniz. Bunların aynısı Tarlabaşı için de geçerli diyeceğim ama Bedrettin Dalan zaten burayı bir otoban gibi tasarlamış ve ilk yırtılmayı gerçekleştirmişti. Özetle iş Taksim ile sınırlı değil. Hatta son anda Belediye vazgeçmeseydi Gümüşsuyu ve Sıraselviler’e de bu iki dev tünelden yapılacaktı, neyse ki bu kadarına kalkışmadılar.
Peki bu basit bir belediyecilik hamlesi mi? Pek öyle diyemeyiz. Bilhassa İstanbul tarihindeki tüm imar hamleleri, teknik bir gereklilik gibi görünmekle birlikte bir ideolojinin ürünüdür. Taksim gezisi ve civarı (Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava tiyatrosu vs) Tek Parti/CHP dönemindeki (Fransız H. Prost’un damgasını vurduğu) daha dengeli bir kentleşme mantığının ürünüydü. Bu dönemde de tarihi eser tahribatı olmuştur ancak Tarihi Yarımada’ya kat yasağı da yine bu dönemde gelmiştir. Vatan ve Millet caddelerin açılması, buradaki tarihi yapılara verilen muazzam tahribat ise Demokrat Parti ve onun zihniyetinin ürünüydü. Bizzat Adnan Menderes eliyle yütürülen imar hareketinin, DP ideolojisinden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz? Kapitalist bir kalkınma modeli ile hareket eden DP için elbette ki önemli olan, otomobilleşme, otobanlaşma idi. İstanbul’un tarihi dokusu, pekala ihmal edilebilirdi. Sonuçta tarihi bir ironi meydana geldi ve İstanbul’un bilhassa Osmanlı döneminden kalma nadide tarihi binalarına en büyük zararı “muhafazakar” Demokrat Parti iktidarı  verdi. Bu, aslına bakılırsa normaldi, zira hedef az önce de dediğim gibi kapitalist bir kalkınma modeliydi ve bu modelde kentler, kesintisiz, hızlı bir çalışma, üretme sistemine göre dizayn edilir. Tarihi dokuya ve insanın kentle bütünlüklü, uyumlu bir biçimde yaşamasına izin yoktur. İnsanın doğal (kapitalizm öncesi) ritmiyle uyum gösteren her yerleşim bölgesi yıkılır, düzlenir, sonra yeniden bu eski ritmin tamamen dışında, insanın kendini zayıf, kente karşı yenik, küçük hissedeceği şekilde yapılır. Gökdelenlerin mesela, bir işlevi de budur. Kent, bir ideolojidir nihayetinde ve modernizmle, kapitalizmle, onun insanı dönüştürdüğü hal ile yakından ilgilidir.

Uludere’den Açlık grevlerine: Kürtler ve Erdoğan


(agos, 16 kasım 2012)

Uludere katliamı ve açlık grevleri ile ilgili olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardaki kasıtlı kalpsizlik (“Her kürtaj bir Uludere’dir”, “Açlık grevi yok, kuzu şiş yiyorlar” “şov yapıyorlar” “BDP’lilerin zaten rejime ihtiyaçları var”) ve idam konusunun tekrar gündeme gelmesindeki ortak yön, maalesef her iki konunun de Kürtlerle ilgili olması. Kimileri buna tesadüf olarak da bakabilir, AKP’ye muhalefet eden her odağa karşı Erdoğan’ın acımasız bir dil kullandığını öne sürebilir. Bir ölçüde doğru olabilir, evet CHP ya da laik-elit cephe ile ilgili sözleri de hayli serttir Erdoğan’ın ama burada ayrı bir kalpsizlik ve sertlik var. Çünkü her iki vakada da insan hayatlarından söz ediyoruz. Birinde devletin bir operasyonu sonucu bombardımanla ölen, çoğu 19 yaşından küçük 34 kişi, biri ise bu yazının yazıldığı gün itibariyle 63. güne giren açlık grevleri. Neden böyle? Erdoğan ya da AKP, Kürtleri ayrı bir yere mi koyuyor?
Kürtler’le ilgili genel durum ayrı bir başlık (ki burada zihinlere sinmiş bir ayrım vardır esasen) ama siyasal Kürt hareketini ayrı/dışlayıcı bir yere koyuyor diyebiliriz herhalde. Burada iki gelenek birleşmiş durumda Erdoğan’da. Cumhuriyet rejiminin Kürtler’e bakışı ve Türkiye’deki sağ/muhafazakar siyasetin, sol/Kürt ve hele ikisinin biraraya geldiği  hareketlere bakışı. Her ikisi gelenek de karşısındakini muhatap bile almaz, kendinden hayli aşağıda, her fırsatta ezilmesi/yola getirilmesi gereken bir odak olarak görür. Kendisiyle eşit saymaz özetle. Ölmelerini ya da öldürülmelerini de bu çerçevede görür. O yolun yolcusu ise ya da oralarda dolanıyorsa, operasyonda ölür, açlık grevi yapar ölür vs. Dertlenmez. Dolayısıyla bu durum siyasal Kürt hareketinin işini iki kere zorlaştırıyor. Hem devleti tüm o eski alerjileriyle birlikte devralan AKP’deki “tek dil/tek ulus/tek devlet”çi damarla, hem de Türkiye siyasetine damgasını vuran ve kabaca yüzde 60’lık bir oy potansiyeline sahip, milliyetçi-mezhepçi/muhafazakar damarla, onun siyasi temsilcisi konumundaki AKP taaasubuyla/kibriyle mücadele etmek zorunda.
Dolayısıyla Türkiye, Cumhuriyet ve Kürtler bahsinde kritik bir aşamaya gelmiş durumdayız.  Son isyanın lideri 13 yıldır cezaevindedir. AKP’nin Öcalan ile çözüm bulma çalışmaları bir şekilde akamete uğramış, böylece AKP’nin zaten bu konuda hiç de geniş olmayan vizyonu bir anda sönmüştür. Yeni sürecin Öcalan’la mı, Öcalan’sız mı olacağı belirsizdir. Öcalan’ın ne düşündüğü de belirsizdir. Bu belirsizlik içinde Öcalan üzerinde 1 yılı aşkın bir süredir tecrit uygulanması siyasal Kürt hareketinin tepkisine neden olmuş, bu tepkilerin “merkez” tarafından umursanmaması  üzerine yüzlerce tutuklu açlık grevlerine başlamıştır. Talepler  basitçe şunlardı: Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, ana dilde savunma, anadilde eğitim. Bunlardan sadece anadilde savunma için (ki o da hayli yetersiz) bir adım atılacak gibi görünüyor. Ama ne pahasına? Öcalan’ın sürekli idam ile tehdit edilmesi ve siyasal Kürt hareketinin her fırsatta siyasal alan dışına itilmesi pahasına. Bu, meselenin ikili karakterini de özetliyor aslında. Yani öyle bir hale geldik ki yeni “merkez”, mahkemelerde anadilde savunma hakkını (o da yarım yamalak) tanımak için bile Türkiye’yi açık açık idamın konuşulduğu, açlık grevleri yapanların aşağılandığı bir ülke  haline getirmekte beis görmüyor. Ancak böyle irkiltici bir gürültü çıkarıldığında bu hakkın tanınabileceğini söylüyor sanki Erdoğan bize. Bu birinci ihtimal. Ve eğer bundan sonrası da böyle gidecekse, yani Kürtler’e normal bir hak tanımak için bile ülkede böyle ters yönde bir atmosfer yaratılacaksa ve o hak tanıma ancak o atmosferin eşliğinde icra edilebilecekse, işimiz var demektir. Zira böyle verilen bir hak, aslında toplumsal zemini tahrip etmekten başka bir işe yaramayacak..

Pazartesi

Hakikatin Travması


(agos, 9 kasım 2012)

“Olay sonrası Uludere’ye ilk giden ekip içindeydim. Cesetlerin görüntüsü çok sarsıcıydı ama o an sağlam durmak ve ne olduğunu anlamak mecburiyetindeydik. Bir süre olay yerini böyle bir ruh haliyle inceledik. Nasıl bir dehşetle  karşı karşıya olduğumuzu parçalanmış ve başı  ilerilere fırlamış atı görünce iyice anladım. Gözleri hala açıktı. O anı unutamıyorum. Onu ve ayağından sakatlanmış ama hala olay yerinde sahibini arayan atı..” (Güneydoğu’dan bir avukat)
“Çok sayıda kayıp ve faili meçhul vakasını, davasını izledim, izliyorum. Olayın içindeyken duygularınızı bastırıyorsunuz. Dehşet hikayeler içindeydim ama mesela ağlayamıyordum. Sonra rüyalarımda ağlamaya başladım. Gün içinde ağlamıyordum ama rüyamda kendimi ağlarken görüyordum.” (Veysel Vesek, Avukat, Şırnak)
“Uğur Kaymaz’ın otopsisi çok sarsıcıydı. Girmeden önce çok düşündüm, kaldırabilir miyim diye. Ama sonra şunu söyledim kendime. Bizden biri orada olmalıydı. Otopsiye bunu düşünerek girdim” (Erdal Kuzu, Avukat, Mardin)
“Çok sayıda otopsiye girdim. Ama 2000’deki Bayrampaşa baskını sonrasında girdiğim otopsi, son oldu. Artık giremiyorum..” (Gülizar Tuncer, Avukat, İstanbul)
İnsan hakları savunucuları, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri geçtiğimiz hafta sonu  Kuşadası/Davutlar’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ile İnsan Hakları Derneği'nin (İHD)  ortaklaşa düzenlediği 12. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı'nda biraraya geldiler. Bu yılki konferansın konusu "Hakikatin Travması" idi. Faili meçhuller, kayıplar, bilhassa Güneydoğu’da devlet görevlilerinin işlediği suçlar ve benzeri davaları izleyen adli tıp uzmanları, hukukçular, avukatlar, insan hakları savunucuları, akademisyenler 2 gün boyunca “Hakikat”in peşinde koşarken hangi sorunlarla karşılaştıklarını paylaştılar, tartıştılar, sorunlara çözüm yolu aradılar. Ve tabii bu hakikatin peşinde koşarken yaşadıkları travmayı aşmak için neler yapabileceklerini konuştular. Yazının başındaki sözler de işte bu davalarla uğraşan avukatların yaşadıklarından sadece birkaç cümle.
Özetlersek, dert büyük. Yıllardır, yüzyıllardır Ermenileri, Kürtleri, Alevileri ve insan yerine koymadığı başka grupları eşi görülmeyen bir gaddarlıkla ezen bir devletimiz var. Öncelikle yakın tarihte, bilhassa bu yüzyılda olup bitenleri saptamaya, kayda geçirmeye çalışıyorlar. Ermenilere, Kürtlere, Dersimlilere, Süryanilere yapılanları..Bazen toprakta, kuyularda kemik/ceset/toplu mezar arıyorlar, bazen yaşlı ya da genç tanıklardan yaşanan dehşetin ayrıntıları almaya çalışıyorlar. Ve bir de daha yakın tarihimiz var. Devletin büyük bir hışımla girdiği Güneydoğu’da ya da cezaevlerinde geride bıraktığı enkazdan bir iz çıkarmaya, “kaybedilenlerin” başına ne geldiğini bulmaya, devletin gücünü kullanarak gaddarlık edenlerin suçlarını saptamaya, kayda geçirmeye, ve mümkünse bu suçları işleyenleri mahkum ettirmeye, hiç olmazsa faş etmeye çalışıyorlar. İşleri çok zor. Çünkü karşılarında bir devlet partisi var, aslında. Mesela Cemal Temizöz davasına giren avukatlar, mahkemenin Temizöz’ü  ve yanındakileri bireysel hareket etmiş bir çete gibi görmesinden, bu suçların bir devlet yapısı içinde işlendiğinin gözden kaçmasından şikayetçiler. Keza bilhassa bu davada sanık haklarına “biraz fazla” riayet edildiğine, sanık Temizöz’ün duruşmalarda mağdurlara rahatlıkla hakaret ettiğine dikkat çekiyorlar. 1993-94 yılları arasında Derik Jandarma Komutanlığı yapan Musa Çitil ile ilgili davada da (ki kendisi 13  köylünün öldürülmesiyle suçlanıyor) sıkıntı yaşanıyor. Mağdur avukatları sanık Çitil’in örgütsel bir yapı içinde hareket etmeden bu suçları işlemesinin mümkün olmadığına dikkat çekiyorlar ve  Çitil’in bireysel bir  suçlu imiş gibi yargılanmasının mahzurlarına dikkat çekiyorlar.

Salı

Arka Sokaklar.. Gerçek olanı..


(agos, 2 kasım 2012)

Son dönemin en üretken gazetecilerinden İsmail  Saymaz, yeni bir kitabıyla karşımızda. “Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans” (İletişim Yayınları) adını taşıyan kitap, bilhassa 2007 sonrasında karakol içinde ya da gözaltına alma/kimlik sorma aşamasında cereyan eden emniyet kaynaklı şiddet/ölüm/yaralama/dayak/aşağılama vakalarını araştırıyor. Ve maalesef hayli kabarık bir döküm sunuyor. Karakolda polis kurşunuyla ölen Festus Okey davasında dellilerin nasıl karartıldığı, tartışmalı tutanaklar üretildiği, dava sürecinin nasıl uzadığının kapsamlı bir dökümünü ve  Afrikalı göçmenlerin bilhassa poliste/yargıda nasıl zorluklar yaşadığının örneklerini de içeren kitap; polis şiddetinin yer zaman mekan tanımadığını, polise en küçük itirazın en hafifinden yaralanma, kimi zaman da ölümle sonuçlanan bir sürecin başlangıcına işaret ettiğini  gösteriyor. Tabii belirli bir “kesim” açısından. Meselemiz de o kesim zaten.
Şüpheli görüldüğü için gözaltına alınan, hırsızlık yapmakla suçlanan, ailesi karakolda “pis Çingeler”, “pis Aleviler” hakaretlerine maruz  kalan, darp gören, hayatını kaybeden Mustafa Kükçe;  Fındıkzade’de dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle takip edilen, (ki bu gerekçeler dosyalar incelendiğinde çoğu zaman şüpheli bir hal alıyor) araçtan inen polis tarafından sürücü koltuğundayken yakın mesafeden açılan ateş sonucu  vurulup hayatını kaybeden Aytekin Arnavutoğlu; karakol önünden geçerken polisin hakaratine maruz kalan, yanıt verince karakolda dayak yiyen travesti Ü.E;  Harem Otogarı’ndan kalkıp Doğubeyazıt’a gitmekte olan otobüsteki kimlik kontrolü sırasında çıkan küçük bir münakaşa sonrasında polisin galeyana gelmesi, etrafı ‘bunlar terörist’ diye ayağa kaldırması ve tüm bunların sonucunda neredeyse bir lince maruz kalan otobüs çalışanları/yolcuları; İzmir’de bir müzikholde kimlik kontrolü sırasında gözaltına alınıp karakolda toplu bir polis dayağına maruz kalan Fevziye  Cengiz; parkta içki içerken önce polis kontrolüne, sonra polis dayağına maruz kalan ve beyin kanaması geçiren Güney Tuna, kötü bir günün sonuda ayağına takılan teneke kutuyu tekmelerken ‘bütün pislikler beni mi buluyor’ diye söylenen, karşıdan gelen sivil polisin  alınganlığı sonucu  olay büyüyünce, polisin kurşuna maruz kalan ve hastaneye geç götürüldüğü için hayatını kaybeden Cem İnci, bir sokak kavgasına karıştığı sırada polisin olay yerine gelmesi, ‘sıkmayın astım hastasıyım’ demesine rağmen birer gazı sıkılması sonucu hayatını kaybeden Çayan Birben, Hopa’da artık iyi bildiğimiz bir süreç sonucunda yine biber gazının neden olduğu bir süreç sonunda hayatını kaybeden Metin Lokumcu, dur ihtarını uymadığı gerekçesiyle polis kurşunuyla başından vurulup ölen Baran Tursun, Antalya’da ödünç aldığı motosikletle gezen, ehliyeti ruhsatı olmadığı için polisten kaçan ancak polisin (anlaşıldığı kadarıyla hedef gözeterek) ateş açması sonucu başından vurulan Çağdaş Gemik,  sol bir derginin satışı sırasında bir kişinin gözaltına alınmasını protesto edenlere açılan atış sonucu felç kalan Ferhat Gerçek, hikayesini artık gayet iyi bildiğimiz Engin Çeber, Diyarbakır’da katıldığı bir yürüyüşte açılan ateş sonucu hayatını kaybeden, ancak silah konusunda tüm şüphelerin polisi gösterdiği Aydın Erdem, Muğla’da ülkücülerle çıkan kavga sonrası olaya müdahale eden polisin açtığı ateş sonucu hayata veda eden Şerzan Kurt (ki bu olayda polisle içiçe bir görünüm sergileyen ülkücü öğrencilerin rol oynaması da not edilmelidir),  kitapta hikayesi anlatılan mağdurlardan sadece bazıları.