Cumartesi

Otorite ve onun kutsalları..


(agos, 19 nisan 2013)

Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) 216/3. maddesinde öngörülen haliyle ''Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması hâlinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır..” hükmü..
Fazıl Say’ın hüküm giydiği madde, bu. Hakim bu suçu sabit görüp Say’ı 10 ay hapis cezasına çarptırdı. Bu cezanın da açıklanmasını erteledi ve 5 yıllık denetim serbestisi getirdi. Yani Say hapse girmeyecek ama 5 yıl boyunca  devletin gözü üzerinde olacak. Fazıl Say şahsında tüm topluma verilen bir gözdağı bu.
Ne yapmıştı Say? Ömer  Hayyam’ın olduğunu düşündüğü bir şiirden dizeleri twitter’dan paylaşmıştı. Bir vatandaş bundan rahatsız oldu. Görünen, devlet de rahatsız oldu.  Mesele de tam burada zaten. Say’ın görüşlerini kınayabiliriz, anlamlı bulmayabiliriz vs. Ama işe devlet karıştığında tablo tamamen değişiyor. Sonuçta Fazıl Say yasadaki son derece muğlak ifadeler sayesinde hapis cezasına mahkum oldu. Aynı Başbakan Erdoğan gibi. Devletimiz o zaman da öyle ifadelerden rahatsız olmaktaydı.  Ne yaptı, etti, Erdoğan’ı hapse tıktı. Aynı şiir muhtemelen şu günlerde devleti rahatsız etmeyecektir. (İlginçtir, Erdoğan’ın ceza aldığı TCK 312, yoğun eleştiriler üzerine kaldırılarak, Say’ın ceza aldığı 216. madde’ye dönüşmüştü) Sonuçta devlet her zaman bir şeylerden rahatsız olur.
Mesela Agos gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rober Koptaş ile Yazar-Yönetmen Ümit Kıvanç’ın 17 Ocak 2012’de Habertürk kanalında yaptığı açıklamalardan da rahatsız olmuştur. “Hrant Dink cinayetinde örgüt bulamadık” kararının açıklanmasının hemen ertesinde televizyona konuk olan Koptaş ve Kıvanç tüm bir cinayet ve mahkeme safahatini değerlendirerek, olup bitenler gözönüne alındığında devletin bu cinayete ortak olduğunun ortaya çıktığı yönünde ifadeler kullanmışlardı. Yine bir vatandaş, üstelik Koptaş ve Kıvanç için “Belli ki Ermeni” ifadesini kullanarak (devletin suçlanması “bir Türk olarak” ağırına gitmiş) yargıya başvurmuştu. İstanbul’daki savcı, bu açık biçimde ayrımcı başvuruyu ciddiye aldı ve soruşturma başlattı. Muhtemelen meşhur 301. Madde’den yürüyecek soruşturma. Üstelik savcı genelgenin dışına çıktı ve Adalet Bakanlığı’ndan izin almaya bile gerek görmedi. Önümüzdeki günlerde Koptaş ve Kıvanç’ın bu konuda ifade vermesi bekleniyor. Haklarında dava açılıp açılmayacağı ise Adalet Bakanlığı yetkililerinin iki dudağı arasında olacak. Böylesine  tuhaf, istediğinde gayet boğucu olabilen bir rejimde yaşıyoruz.

Çarşamba

Bana Anayasa başlangıcını söyle..


(agos, 12 nisan 2013)

Yeni Anayasa çalışmaları hızlanınca partiler de Anayasa için tekliflerini hazırlardılar ve TBMM Başkanlığı’na sundular, geçen hafta. Gazetelerde okumuş olmalısınız. İşin doğrusu tüm teklifler biraz ilgiyi hak ediyor. Gerek AKP, gerek CHP, gerekse BDP’nin teklifleri kimi zaman ilginç, kimi zaman demode, kimi zaman da hayli yenilikçi ifadeler içeriyor zira..
CHP ile başlayalım. En ilginci onlarınki. Neden diyecek olursanız Çatalhöyük’le başlama ihtiyacı görmüşler. Başlangıç bölümünü kesip yapıştırıyorum.
“Çatalhöyük'ten bu yana toprağı yoğurup, uygarlığı inşa eden, bin yıldır dostlukla yaşayan; Balkanlar'dan, Kafkaslar'dan, Orta Asya'dan, Mezopotamya'dan yollara düşen, Anadolu'da buluşan kadim uygarlıkların mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti Ahalisi; Çanakkale'de, Sakarya'da, Afyon'da, İstiklal Destanını dünyaya haykırmış, mazlum uluslara rehber olmuş; Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğinde her türlü ayrımcılığı reddederek, farklılıkları ve kültürel çoğulculuğu, ulusal bütünlük anlayışı içinde zenginliklerin kaynağı olarak kabul eden...”
Böyle gidiyor. Türkiye’nin kendini kandıran bir ülke olmasını istiyorlar hala. Konuya Çatalhöyük’le girme romantizmini geçelim ve peşine gelen “bin yıldır dostlukla yaşayan” tanımına gelelim. Nasıl bir dünyada yaşıyor acaba CHP? Ve dediğine kendisi de inanıyor mu acaba? Madem başlangıç çizgisini bin yıl öncesine çekmiş, biz de oradan başlayalım. Bu bin yıl, Türkmen ve Alevi katliamlarına, İç savaşlara (Fetret devri dediğimiz, bir iç savaştır aynı zamanda), Celali isyanlarına, şehzadeler arası savaşlara, şehzade padişah savaşlarına, taht ve şehzade katliamlarına, Balkanlar’da bağımsızlık mücadelelerine ve bunla ilgili hayli sert bastırma hareketlerine, Arap bağımsızlık hareketlerine ve yine sert bastırma hareketlerine, 1800’lerin sonlarından itibaren başlayan ve 1915’te zirveye ulaşan Ermeni katliamlarına, 1920 öncesinde bilhassa  Ege’de Rumları yıldırma ve kaçırma harekatlarına, 1934’te Yahudi Pogromuna, 1930’ların sonlarında Dersim’de yeni bir Alevi katliamına, 1943’te Varlık vergisi vesilesiyle Hıristiyan-Yahudi mülklerinin devralınması harekatına, 1955’te Hıristiyan-Yahudi  yağmasına, 1964’te yeni bir etnik (Rum) transfere, son 100 yıl boyunca birçok Kürt isyanına ve sert bastırma hareketlerine tanık olmuştur. Bu mu “bin yıldır dostlukla yaşayan” Türkiye Cumhuriyeti Ahalisi? Evet elbette Anayasa’nın giriş metnine bunları yazmak gerekmiyor ama kendimizi kandırmaktan artık vazgeçsek. Bütün bu olup bitenler o eşsiz Anadolu hoşgörüsünün aslında gerçeği yansıtmadığını, merkezi otoritenin her dönem bu topraklarda yaşayanlarla derdi olduğunu, ve Atatürk dönemi de dahil olmak üzere merkezi sistemin sürekli merkezkaç hareketler yarattığını ortaya koyuyor. Bununla artık yüzleşsek iyi olur.
AKP’ye gelelim. Başlangıç bölümü şöyle:
'Herkesin insan haysiyetinden kaynaklanan evrensel hak ve hürriyetlere sahip olduğu inancıyla her türlü ayrımcılığı reddeden, kültürel zenginliğimizin kaynağı olan etnik ve dini
farklılıklarımıza saygı duyarak müşterek tarihimiz ve değerlerimiz etrafında birlikte yaşama arzusuyla hareket eden biz Türk Milleti; demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğüne dayanan bu Anayasayı egemen irademizin ifadesi olarak kabul ve ilan ederiz”
Gayet makul başlayan paragraf, ortalarda bir yerde, “Biz Türk Milleti” ifadesiyle o alışıldık güvenli sulara dönme ihtiyacı hissetmiş. “Böyle olması normal” denecektir muhtemelen ancak bu kadar tartışmanın ve “sürecin” ardından daha kapsayıcı bir ifade bulmak herhalde mümkündü. Ya da belki de bir ifadeye yer vermemek. Başlagıç bölümünde yine klasik devletin artık ezberlettiği formülasyon olan “Türkiye Devleti ülke ve millet olarak bölünmez bir bütündür” ifadesi de ihmal edilmemiş. Şunu artık anlamak lazım. Soğukkanlı biçimde düşündüğümüzde bu cümle aslında topluma hiçbir şey söylemeyen, ya da şöyle diyelim, toplumu devletin doğal bir uzantısı, organı haline getiren daraltıcı, boğucu, resmi bir toplumu imleyen bir ifadedir. Sonuçta evet, şu ülkede beraber oturuyoruz işte, devlet/ülke/millet/bölünmez bütün vs. bunlar bildiğimiz 12 Eylül formülasyonları.

Perşembe

Yeni bir çimento arayışı..


(agos, 5 nisan 2013)

PKK ile  müzakere süreci ve bu sürecin mevcut durumda toplum tarafından şimdilik/genel itibariyle kayıtsızlıkla karşılanması Türkiye’nin genel karakteri açısından bize birşey söylüyor. O da şu: İttihat ve  Terakki tarafından başlatılan, Mustafa Kemal ve dönemin iktidarı tarafından son haline büründürülen Laik-Türk merkezli kurucu/baskıcı paradigmanın artık ömrünü tamamladığını görüyoruz. Artçı sarsıntılar muhtemelen sürecek, bilhassa MHP alanlara kalabalıklar toplayacak ve sert çıkışlarla AKP’yi zorlayacaktır ama genel durum bu. Mevcut durum itibariyle AKP’nin de bu kurucu/baskıcı pradigmayı artık dönüştürmeye başladığını, çatırdayan bu kurucu sistemi baskıcı özelliğin kaybolmadığı yeni bir formata doğru evirdiğini söylemek mümkün.
AKP bunu hayli dikkatli biçimde yapıyor. Görünen, bunu tek başına yapmak istemediğidir. Ve bu işte eski kurucu/baskıcı sistemin sürdürücüleri olan CHP ve MHP’den yardım alamayacağı da ortada. Dolayısıyla çatırdayan yapının altından çıkan iki büyük gövdeden biri olan Kürtler’den (diğeri malum, dindarlık)  yardım istemeyi daha makul yol olarak görmüş durumda. Doğrusu bunu görmesi epey zaman aldı. Ta 2007’den beri, yani TSK’nın verdiği cumhurbaşkanlığı muhtırası ve peşine gelen seçimlerden beri Türkiye’nin siyasal yörüngesini AKP ve BDP’de temsilini bulan siyasal Kürt hareketinin tayin ettiği ortadaydı. CHP ve MHP oy oranlarını korusalar bile, eski sistemin temsilcileri konumunda kalmaktan ileri gidemiyorlardı ve bunu bilmenin ama değişime de direnmenin yaşattığı bir kısırlık içindeydiler. CHP kucağına düşen genel başkan değişikliği şansı ile bu kıstırılmışlığı aşmaya çalıştıysa da parti yapısı buna izin vermedi ve zaten buna yeterli entelektüel donanımı da yok. MHP’de ise bu yönde bir çaba hiç yok zira sadece “Türklük” temeline dayanmak onlara yetiyor ve bunun için de ekstra bir çaba göstermeye zaten gerek yok. Milliyetlerin doğuştan gelen üstünlüğü ilkesine dayanan siyasal akımların rahatlığı da budur. Aynı doğuştan gelen bir özelliğin üstün olmaya yettiğine inanan üyeleri gibi, siyasal hareket de bu özelliğe dayanmanın yeterli olduğunu düşünür.
Beri yandan AKP’nin bu gerçeği görmesindeki yan etkenlerden birinin Erdoğan’ın “bölgesinde lider, güçlü ülke” hayali olduğunu da söyleyebiliriz sanırım. Sıkışan üretim ve tüketim dengesinde AKP’nin “Güneydoğu’suz bir Türkiye” ile istediği sıçramayı yapamayacağını, hatta mevcut yapının er ya da geç tıkanacağını görmesi, çözüm sürecine gelişimizde rol oynamış olsa gerek. Süreç başlar başlamaz  yatırımcıların bölgeye davet edilmesi, şu günlerde hem Hükümet üyeleri hem de işadamlarından peşpeşe gelen“çözersek, uçarız” demeçleri, biraz da bununla alakalı. Yeni denklemde artık “çözüm” için asıl AKP’nin ısrarlı, kararlı olması ve aylar önce çözüm karşıtlığının teorisini kuranların şimdi çözüm taraftarlığını kimseye kaptırmamaları belki  ve biraz da bundan.