Perşembe

Yeni bir çimento arayışı..


(agos, 5 nisan 2013)

PKK ile  müzakere süreci ve bu sürecin mevcut durumda toplum tarafından şimdilik/genel itibariyle kayıtsızlıkla karşılanması Türkiye’nin genel karakteri açısından bize birşey söylüyor. O da şu: İttihat ve  Terakki tarafından başlatılan, Mustafa Kemal ve dönemin iktidarı tarafından son haline büründürülen Laik-Türk merkezli kurucu/baskıcı paradigmanın artık ömrünü tamamladığını görüyoruz. Artçı sarsıntılar muhtemelen sürecek, bilhassa MHP alanlara kalabalıklar toplayacak ve sert çıkışlarla AKP’yi zorlayacaktır ama genel durum bu. Mevcut durum itibariyle AKP’nin de bu kurucu/baskıcı pradigmayı artık dönüştürmeye başladığını, çatırdayan bu kurucu sistemi baskıcı özelliğin kaybolmadığı yeni bir formata doğru evirdiğini söylemek mümkün.
AKP bunu hayli dikkatli biçimde yapıyor. Görünen, bunu tek başına yapmak istemediğidir. Ve bu işte eski kurucu/baskıcı sistemin sürdürücüleri olan CHP ve MHP’den yardım alamayacağı da ortada. Dolayısıyla çatırdayan yapının altından çıkan iki büyük gövdeden biri olan Kürtler’den (diğeri malum, dindarlık)  yardım istemeyi daha makul yol olarak görmüş durumda. Doğrusu bunu görmesi epey zaman aldı. Ta 2007’den beri, yani TSK’nın verdiği cumhurbaşkanlığı muhtırası ve peşine gelen seçimlerden beri Türkiye’nin siyasal yörüngesini AKP ve BDP’de temsilini bulan siyasal Kürt hareketinin tayin ettiği ortadaydı. CHP ve MHP oy oranlarını korusalar bile, eski sistemin temsilcileri konumunda kalmaktan ileri gidemiyorlardı ve bunu bilmenin ama değişime de direnmenin yaşattığı bir kısırlık içindeydiler. CHP kucağına düşen genel başkan değişikliği şansı ile bu kıstırılmışlığı aşmaya çalıştıysa da parti yapısı buna izin vermedi ve zaten buna yeterli entelektüel donanımı da yok. MHP’de ise bu yönde bir çaba hiç yok zira sadece “Türklük” temeline dayanmak onlara yetiyor ve bunun için de ekstra bir çaba göstermeye zaten gerek yok. Milliyetlerin doğuştan gelen üstünlüğü ilkesine dayanan siyasal akımların rahatlığı da budur. Aynı doğuştan gelen bir özelliğin üstün olmaya yettiğine inanan üyeleri gibi, siyasal hareket de bu özelliğe dayanmanın yeterli olduğunu düşünür.
Beri yandan AKP’nin bu gerçeği görmesindeki yan etkenlerden birinin Erdoğan’ın “bölgesinde lider, güçlü ülke” hayali olduğunu da söyleyebiliriz sanırım. Sıkışan üretim ve tüketim dengesinde AKP’nin “Güneydoğu’suz bir Türkiye” ile istediği sıçramayı yapamayacağını, hatta mevcut yapının er ya da geç tıkanacağını görmesi, çözüm sürecine gelişimizde rol oynamış olsa gerek. Süreç başlar başlamaz  yatırımcıların bölgeye davet edilmesi, şu günlerde hem Hükümet üyeleri hem de işadamlarından peşpeşe gelen“çözersek, uçarız” demeçleri, biraz da bununla alakalı. Yeni denklemde artık “çözüm” için asıl AKP’nin ısrarlı, kararlı olması ve aylar önce çözüm karşıtlığının teorisini kuranların şimdi çözüm taraftarlığını kimseye kaptırmamaları belki  ve biraz da bundan.

Neyse. Mesele şu. Geç de olsa AKP’nin bu gerçeği görmesi her şeyin toz pembe olduğu anlamına gelmiyor. Yeni bir kurucu felsefe/paradigma oluşturmaya çalışıyorlar dedik. Bu yeni kurucu felsefe artık hepimizin bildiği gibi dindarlık/muhafazakarlık temelli olacaktır, bunu artık yeni bir şeymiş gibi söylemenin bir anlamı yok. Fakat burada biraz durmak gerekli. İki açıdan: a) böyle bir yeni kurucu model, doğru seçim midir? b) İlla bir kurucu model, paradigma ya da şöyle söyleyelim, illa bir çimento gerekli midir?
Birinci soruyla başlayalım. Bu dindarlık temelli yeni çimentoya siyasal Kürt hareketinin şu aşamada büyük bir itirazının olmadığı anlaşılıyor. Gelen karışık mesajlardan ancak bunu anlayabiliyoruz. Fakat şu haliyle bile bu yeni kurucu felsefenin/çimentonun toplumun bileşenlerinde  bir şüphe uyandırdığını söylemek mümkün. Öncelikle siyasal Kürt hareketinin sözcülerinin karışık mesajlarının tabanda da çok iyi anlaşılmadığını tahmin edebiliriz herhalde. Ve tabii AKP dışındaki Türk tarafında da bu yeni çimentoya şüpheyle bakıldığı ortada. Elbette şu kısım önemli: bu yeni çimentonun Türkiye’nin en önemli bileşenlerinden biri olan Aleviler’de de şüphe ve soru işareti yarattığını düşünebiliriz. Ayrıca bu listeye bölgenin kadim sakinlerinden olan ancak büyük çoğunluğu o topraklardan sürülen Süryaniler’i ve Ezidiler’i de katabiliriz. Ve tabii yine bölgenin eski yerleşik halklarından olan ve yine katledilmiş, sürülmüş olan Ermeniler’i. Ki zaten Türkiye’deki nüfusu  ne kadar sembolik kalmış olursa olsun, bilhassa Öcalan’ın sözlerinden sonra çözüm arayanlar cephesinde sık sık “Ermeniler ne diyor?” sorusuna yanıt aranması biraz da bundandır. Herkes içten içe böyle bir barışta masadaki eksik sandalyelerden birinde aslında Ermenilerin de oturması gerektiğini  biliyor.
Dolayısıyla bulunan bu yeni çimentonun da Türkiye’nin üzerine tam oturmadığı ortada. Mevcut durum ve yaşanan tartışmalar Türkiye’ye yepyeni bir çerçeveden bakılması gerektiğini ortaya koyuyor. İkinci sorunun yanıtı da bununla alakalı zaten. İlla bir model gerekli mi, demiştik. Şu sorunun yanıtı yeterli bence: Birarada ve eşit biçimde yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Ve elbette geçmişle de yüzleşerek. Bunlara verilecek cevap, şu aşamada yeterlidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder