Cuma

Çürüyen bir şeyler var..

(agos, 20 aralık 2013)

Salı sabahı ihale yolsuzluğu operasyonuna ilişkin haberler internete düşmeden hemen önce içinde bulunduğumuz tablo şuydu. Geçtiğimiz yıllarda emniyet ve yargının hangi çürük delillerle operasyon yaptığı gerek AKP, gerekse cemaat medyasından saçılan bilgilerle bir bir ortaya çıkıyor, gazeteci olarak geçinen isimlerin bu operasyonlarda nasıl da karanlık roller üstlendikleri gün geçtikçe anlaşılıyor, taraflar birbirlerini suçlarken kendilerini de zorda bırakacak yakası açılmadık bilgileri açığa vurmaktan çekinmiyorlardı. Bu, yaşanan iktidar mücadelesinin ne kadar şiddetli olduğunu gösterdiği kadar, şunu da gösteriyordu: 2007 sonrasında AKP ve cemaatin birlikte kurdukları “rejim”,  sanki yavaş yavaş çökmekteydi.
Tabii çökme derken AKP ‘nin iktidardan düşmesini kastetmiyorum. Asli olarak kastettiğim “vesayet rejimi” yerine kurulan ve “normalleşme”, “ileri demokrasi” olarak sunulan bir rejimin çatırdamasıdır. Dolayısıyla AKP bütün bu olup bitenlerden sonra/yanısıra hayatına belki devam edebilir, seçimlerden galibiyetle çıkabilir. Ama şu çok açık ki artık eski iddiasında olamayacak, olsa bile inandırıcılığı hayli sınırlı kalacaktır.
Sadece şu geçtiğimiz hafta –17 Aralık öncesi- ortaya dökülen bilgiler bile perde önünde  Ergenekon ve benzeri kritik operasyonlar yapılırken bir yandan da nasıl bir polis rejimi içinde yaşadığımızı ispatlamakta. Kimi gazetecilerin ve yazarların tutuklanacağı yönünde tezvirat yayılması, bazı “gazetecilerin” bu tezviratlar üzerine Hükümet çevreleri ile temasa geçmesi ve “vardı ama halledildi” cevabının gelmesi, devlet-medya-emniyet üçgeninde ne tür bir atmosfer içinde yaşadığımızı ortaya koyuyor. Üstelik aradan hayli zaman geçmesine rağmen, böyle bir “hazırlık” olduğundan hala kimse emin değil. Yani bu bir “yanıltma” operasyonu da olabilir. Açıkçası totaliter ülkelere özgü bir manzara bu, kabul etmek gerekir ki. Tabii olup bitenler bununla da sınırlı değil. Yine aynı dönemde kimi “gazeteciler”, başka gazetecilerin gözaltına alınmak üzere olduğunu açık açık yazabildiler. Keza kimi gazeteler de gözaltına alınan –başka- gazeteciler için gayet suçlayıcı manşetler atmaktan çekinmediler. Şimdi, AKP –cemaat kavgası sayesinde bütün bu bilgiler yeniden ortalığa saçılınca ve bir zamanlar “ortak” hareket eden “resmi gazeteciler” belaltı iddialarla birbirine girince, nasıl bir dönemden geçtiğimizi daha net görebiliyoruz. Bir nevi AKP’nin Susurluk kazasıdır bu.
Benzetme abartılı gelebilir. Ama o dönemi  hatırlayacak olursak, yaşanan, devlet içinde aşırı güç kazanan bir kesiminin artık tasfiye edilmesi idi. Tasfiye edenlerin de tasfiye edilenlerin de aslında aynı “devlet” olduğunu, yani aynı devlet felsefesinden/ resmi görüşünden meşruiyet aldıklarını geçtiğimiz hafta bu sütunlarda yazmıştım. Dolayısıyla bu tip operasyonlarda “sonuna kadar” gidilmesini beklememek gerekir. Çünkü sonuna kadar gidildiğinde basitçe devlete gidilir. Ama paradoks şudur: gidilmedikçe de devlet çürür ve çöker.
AKP işte bu sonuna kadar gidilmediği için çürüyen ve çökmeye yüz tutan bir devleti devralmıştı. Tam da bu yüzden eski rejimi tasfiye etmesi evet çetin koşullarda geçti ama aslına bakılırsa bir yandan da kolay olmuştu. Çünkü eski rejimin aktörleri sonuna kadar gidilmeyeceğini bildikleri için etrafta çok fazla iz bırakmışlardı. Bu rahatlık içinde davranmaları yüzünden yeni rejim gereken hamleleri -kimi zaman hukuk oyunlarına da başvurarak, bazen kurunun yanında yaşı da yakarak- yapabildi. Bu kapsamlı operasyondan sonra gördüğümüz manzara şuydu. Eski devleti çürüyen ve çökmekte olan bir bina gibi düşünecek olursak, AKP bu binayı devralmış ve restore etmişti. Çok temel çizgilerden sapmayacaktı, ama binayı da fazla çürümekten kurtaracaktı. Hatta eskisinden de sağlam hale getirecekti. AKP tüm meşruiyetini buradan almıştır açıkçası.
Almıştı ancak şu yukarıda tarif etmeye çalıştığım tablonun tüm emareleri ta o zamanlar da biliniyor, farkediliyordu. Ve bu tip itirazlar AKP’ye yakın kesimler tarafından “Cemaat” hesabına yazılıyor, ancak bu durumdan gizli bir memnuniyet duydukları da farkediliyordu. Hava, “işte bunlar da bizim yaramaz çocuklar, takılmayın, halledilir” şeklindeydi daha çok. Dolayısıyla geçen hafta da dikkat çektiğimiz gibi yeni rejim AKP ve cemaatin ortaklığında, birlikte kuruldu, iki taraf da meşruiyetini ve gücünü birbirinden aldı diyebiliriz herhalde. Çürüyen, çatırdayan, işte bu rejimdir.

Derin devlette devamlılık esas mıdır?

(agos, 13 aralık 2013)

AKP-Cemaat kopuşu (artık kopuş demek daha doğru sanırım) muhtemelen bilmediğimiz ya da  tahmin ettiğimiz ama kanıtlayamadığımız birçok gelişmenin belgelerle önümüze gelmesini sağlayacak. Öyle görünüyor. Bilhassa cemaat cephesindeki tavır, restleşmede vites düşse de bu konunun kolay kapanmayacağı yönünde. Manzara, siyasi bir gücü olmayan cemaatin, eğer AKP bunu hesaplayarak kendisini  küçümsüyorsa, başka güçleri olduğunu göstererek AKP’yi zorlamaya çalışacağı yönünde.
AKP cephesi de boş durmuyor elbette. Dersaneleri kapatmak, MGK belgesini yayınlayan Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu hakkında üç koldan suç duyurusunda bulunmak gibi zecri tedbirlerin yanında, son dönemde yapageldiği üzere cemaati devlet içinde devlet, milli irade karşıtı bir güç, derin bir odak olarak sunmaya, böyle imalarda bulunmaya gayret ediyor. Bu teori belli açılardan doğrudur.  Ancak hikayemiz bu kadar basit değil. Geleceğiz o konuya.
Tüm bu tablo içinde Yüksekova’da olanları, taraflar pozisyonlarını çek etmek için kullandılar desek herhalde abartmış olmayız.Hatırlanacağı üzre  PKK’lılara ait mezarların tahrip edilmesi üzerine Yüksekova’da başlayan protesto gösterileri iki kişinin polis tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmış, güvenlik güçleri büyük çaplı bir operasyona hazırlanırken 4 asker kaçırılmış, bu askerler hemen ertesi gün serbest bırakılmış ve kaçırma işinin bölgedeki yerel insiyatiflerce gerçekleştiği ortaya çıkmıştı. Bilhassa PKK’lı olmadıkları ortaya çıkan iki esnafın polis tarafından yargısız infaz denebilecek bir operasyonla öldürülmesi, (ki bu sayı sonradan 3’e yükselmiştir) kimi göstericilerin silah kullandığı yönündeki iddialar, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymuştu. Tüm bu olanlarda çözüm sürecini, ruhunu zorlayan bir durum gözlendi.
Bu tablo üzerine gerek AKP, gerekse Öcalan, “birileri”nden bahsettiler. AKP, “provokasyon” açıklamasıyla PKK, Öcalan ve AKP iradesi dışında bir gücü kastederken, Öcalan da “paralel devlet” diyerek yine devlet içindeki –AKP olmayan- bir gücü  ima ediyordu. Öcalan ve PKK’nın daha önceki açıklamalarından bu “paralel devlet”  ile büyük ölçüde “cemaat” ile çakışan bir gücün ima edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla gerek Hükümet çevreleri, gerekse Öcalan kanadı bütün bu olup bitenlenlerden cemaati ve kim olduğunu bilmediğimiz ama çözüm sürecine karşı bazı başka güçleri sorumlu tutmaktadırlar dersek, yanılmayız sanırım.
Tablo bununla sınırlı değil. Yukarıda da değindiğim gibi savaş kızıştıkça AKP kanadı bilhassa son 5-6 yıldır yargı-emniyet ayağında olup biten tüm olumsuzluklardan cemaati sorumlu tutmaya başlamış, hatta Fehmi Koru gibi isimler Ergenekon vb  davalarda sahte delil üretilmiş olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Burada da cemaatin kastetildiği ortadadır.
Sunulan manzara bize kabaca şunu gösteriyor. Cemaat, yargı ve emniyet ve devletin kritik makamlarına yerleşerek siyasi iktidardan ayrı ve bağımsız bir güç gibi davranmaya başlamış, siyasi iktidarı sık sık zor durumda bırakmış ve kontrolsüz bir güç haline gelmiştir. Hatta MİT hamlesi ile iktidarı teslim almaya yeltenmiştir. Seçilmiş iktidar da buna karşı koymaktadır. Dolayısıyla yeni bir derin devletimiz daha olmuştur.
Dediğim gibi, bu tablo yanlış sayılmaz. Ama madem bize yeni bir derin devlet ile karşı karşıya olduğumuz söyleniyor, o zaman meseleyi de derin devlet dinamikleri içinde ele almakta fayda var. Böyle yaptığımızda ise yeni ve çok daha geniş bir çerçeve ile karşı karşıya kalacağımız ortadadır. Çünkü esasen derin devlet dediğimiz, devletin bizatihi kendisidir. Derin devlet, kendisine öğretilmiş reflekslerle, ona kazandırılan “gen”lerle harekete geçen bir mekanizmadan başka bir şey değildir.
Bunu demişken ister istemez eski derin devlet hakkında birkaç cümle etmek gerekiyor. Bilhassa 90’lar ve sonrası derin devlet marifetleri ve bu marifetlerin faş edilmesiyle geçti. Hepimiz bu konuda artık bir fikir edinmiş olmalıyız. Bu dönemde bence en dikkat çekici tema, derin devletin sanki ülke dışı, bu topraklara yabancı, uzaydan gelmiş ve bir türlü def edilemez bir varlık gibi sunulmasıydı. Böylece deniyordu ki “Derin devlet kendi kendine zuhur eder, kendine alan açar. Biz bilemeyiz..”

Yargı reformu, Büyük Abi, uyuyan savcımız..

(agos, 6 aralık 2013)

12 Eylül 2010 referandumu öncesinde hatırlanacağı gibi en sert ve hayati tartışmalar HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçim şeklinin değiştirilmesi etrafında cereyan etmekteydi. Diğer maddeler üzerinde partiler zaten mutabakata varmışlardı ve aslına bakılırsa referandumda bize sunulan paketin neredeyse 9/10’unu oylamamıza gerek yoktu, o maddeler üzerinde TBMM’de zaten anlamlı bir çoğunluk sağlanmıştı, bütün kıyamet bahsettiğim iki maddede kopuyordu. Ama önümüze koca bir paket geldi.
İktidar kanadı diyordu ki HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçim şeklini değiştirmek gerekmektedir zira mevcut (yani o zamanki) sistemle “vesayet sistemi”nin savcı ve hakimleri kadroları doldurmakta, bunlar da halk iradesini hiçe saymaktadır. Keza Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde Cumhurbaşkanı ve TBMM ağırlığını artırmaktaki hedef de buydu. Zira Anayasa Mahkemesi de mevcut (yine o zamanki) yapısıyla vesayet sisteminin, klasik devlet otoritesinin emrinden çıkmamakta, dönemsel olarak zararlı görülen partileri gözünün yaşına bakmadan kapatmaktaydı.
El hak, haksız değillerdi. Ancak yapılacak değişiklikle yargıda bir devrim yaşanacağı iddiası biraz şüpheliydi. Çünkü, -AKP ve medyasının şimdilerde feveran ettiği- yargıdaki cemaat etkisi o vakitler de bilinmekte, yeni sistemle yargı içinde hem cemaatin hem de AKP’ye yanaşmayı seçen klasik devlet bakışına sahip hakim ve savcıların ağırlık kazanacağı anlaşılmaktaydı. Dolayısıyla getirilecek yeni sistem sadece AKP’nin dertlerine derman olacak, (ki orada bile mesele çıktığı artık apaçık görülüyor) ülkede yargı karşısında her daim adam yerine konmayan sol, Kürt muhalefeti, muhalif gruplar, resmi görüş dışında kalanlar yine okka altına gidecekti. Bu tablo karşısında kimi ulusalcılar, milliyetçiler, CHP MHP gibi çevreler vesayet sisteminde bir gedik açılmasından rahatsız oldukları için ya da az önce saydığım sebeplerle hayır demeyi seçmişken, yargının sillesini az ya da çok yemiş kimi  sol ve muhalif çevreler ise yine biraz önce kabaca çizmeye tabloyu dikkate alarak “boykot” yoluna gitmeyi tercih etmişlerdi. Siyasal Kürt hareketinin de bu ve başka saiklerle boykot yoluna gittiğini hatırlayalım.
Meselemiz ya da niyetimiz alınan tutumların muhasebesini yapmak değil. Bu konuda tek bir doğru olmayabilir. Asıl meselemiz 12 Eylül referandumuna toplum yüksek oranda onay vermişken, dolayısıyla AKP’nin elini bağlayacak hiçbir şey yokken yargı reformunun geldiği haldir. Yani AKP’nin iddiasını yerine getirip getirmediğidir. Bakalım.
Referandum sonrasında şunlar oldu, kabaca. Siyasal Kürt hareketine yönelik 2009 yılında  başlatılan yoğun tutuklama  kampanyası hızlanarak sürdü. KCK operasyonları adı verilen ve genel kanıya göre cemaatçe de desteklenen bu kampanya ile çok sayıda Kürt siyasetçi, avukat ve gazeteci cezaevine atıldı. Bu siyasetçiler, avukatlar ve gazetecilerin büyük çoğunluğu hiç de ikna edici olmayan delillerle hala cezaevlerinde tutulmaktadır. Hatta geçtiğimiz günlerde AKP’nin önemli isimlerinden biri bu siyasetçilerin bir tür rehine olarak içeride tutulduğu manasına gelecek sözler söyledi. Keza yine bu davalarla bağlantılı olarak çok sayıda hasta tutuklunun cezaevinde tutulduğunu ve bunların bir kısmının ölüm sınırında olduğunu hatırlatalım.
Keza biraz önce saydığım sol ve muhalif hareketlerle ilgili davalar ve duruşmalarda vesayet sisteminden bildiğimiz manzaraların benzerini yaşamaktayız. Gezi direnişi sırasında öldürülenlerle ilgili yargı süreçlerinin neredeyse tamamı skandallara sahne olmakta.. Yargı burada açık bir biçimde iktidarın emrinde bir görüntü vermekte, deliller savsaklanmakta, mağdurların taleplerine kulak verilmemektedir. Bu tabloyu sağlayan en önemli gelişmenin AKP’nin Gezi direnişine bakışı olduğunu herhalde kuşku yoktur.