Cumartesi

Nişanyan ve “Çoğunluk”..


(agos, 19 ekim 2012)

Hannah Arendt, “Otorite nedir?” başlıklı makalesinde (1) yaygın kanaate karşı çıkar ve  geçmiş yüzyılın baskıcı siyasi rejimlerini dışta  bırakarak otoritenin daha yukarıda bir yerde, siyasal alanın üzerinde kurulduğunu söyler. Eski Yunan’da Platon’un temellerini attığı  bu, “aşkın, sorgulanamaz, düzenleyici güç”,  Roma’da güçlenmiş, bu geleneği Hıristiyanlık devralmaya çalışmıştır. Arendt’e göre “din, Hıristiyanlık”  insanlar, bireyler üzerinde cennet, cehennem gibi kavramlarıyla “siyaset üstü, sorgulanamaz” bir  pozisyon kurmak istemişti. Ancak geçtiğimiz yüzyıl ile birlikte gelenek, otorite ve din, dönemin siyasal akımları sayesinde aşınmaya başlamıştı. Arendt elbette ki bu teorisini geçtiğiniz yüzyıl başlarının Avrupa’sı için geliştirmişti. 2000’lerin Türkiye’sini öngörmesi söz konusu değildi.
Sevan Nişanyan üzerinde dönen tartışmaları izlerken bir yandan da bu teoriyi akılda tutmakta fayda var. Nişanyan hakkında birkaç görüş gelişti, onu tehdit edenleri saymaz isek. Siyasal otorite, Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla Nişanyan’ı ruhsal sorunları olan birisi diye  tanımladı. Bu, siyasal iktidarın kendi pozisyonunu tarif etmesiydi aslında. “Hoş görmüyorum ama linç atmosferine de benzin dökmüyorum, kendi meşrebimce aşağılıyorum,” demekti bu, bence. Bir diğer görüş Nişanyan’ın bu sözleri ilginçlik, sivrilik olsun diye ettiği, ciddiye alınamayacağı., ama elbette ki Nişanyan’a fiziki zarar verilmesinin kabul edilemeyeceği şeklinde oldu. Diğer ağırlıklı görüş ise Nişanyan’ın sözlerine katılmanın mümkün olmadığı, bu sözlerin diyalog ortamına zarar verdiği ve –yine- elbette ki fiziki bir saldırının kabul edilemeyeceği yönünde oldu.  Ve bir de Nişanyan’ın sözlerinin düşünce özgürlüğü bahsinde değerlendirilmesini gerektiğini savunan ve azınlıkta kalan görüş var.
Şimdi: şu bir kere nasıl bir atmosferde yaşadığımızı  gösteriyor zaten. Bu konuda söz söyleyenlerin çoğu (hepsi demiyorum dikkat edin, çoğu) söze “Nişanyan’ın görüşlerini paylaşmıyorum ama..” diye başlamak gereğini duyuyor. Dindar olsun ya da olmasın, gerçekten de öyle hissedebilir, düşünebilir. Ancak  bunun bazen farkedilmeden, refleks olarak söylendiğini düşünemez  miyiz? Bu durum aslında ülkemizdeki (ve birçok ülkedeki)  -gerçek- otoriteyi tanımlıyor. Ve aynı zamanda “çoğunluk”un ne kadar baskıcı olabileceğini.
Peki Nişanyan bunları söylemeli miydi? Söylese bile böyle mi söylemeliydi? Bunları söyleyerek ne yaptı? Bu konuya girerken şu soruları da aklımızda tutalım derim: Bu konularda hüküm verme hakkı kimlere tanınmıştır? Nişanyan şiddet içeren bir söz söylemedi ise, ki söylememiş görünüyor, onun birilerini rencide edip etmediğine kim karar verecektir? Nişanyan’ın eleştirdiği “din” adına konuşma yetkisini kendinde gören “çoğunluk” mu? Eğer öyleyse burada baştan dengesizlik var bir kere zaten. Bu bir. Ve çoğunluk daha doğrusu onun adına konuşan siyasi otorite, bu tür eleştirileri “nefret suçu” olarak tanımlamak istiyor. Ama şöyle bir mesele doğuyor:  Çoğunluğun inandığı bir değeri eleştirmek “nefret suçu” mudur? İnananları değil, kavramın/değerin kendisi sorgulamak, -bu kavram bilhassa ülkede çoğunluğun baskı aracı da olabiliyorsa- nefret suçu olabilir mi? “Türklük” kavramı için ceza yasasında neredeyse kutsallık atfedildiğinde neler yaşandı bu ülkede, hatırlamıyor muyuz? Bir kavramı sorgulamak ile insanları hedef göstermek arasında fark yok mu? Şu notu da düşmek lazım elbette: aynı sorular Hıristiyanlığın da “çoğunluk” olduğu ve bu çoğunluğun, çoğunluk adına konuşmanın, hükmedici, tutum belirleyici vasıf kazandığı ülkeler için de geçerlidir. Sorunumuz genel olarak din, milliyet gibi kavramların toplumsal bir tahakküm kurma imkanı içerebilmesi, bu potansiyeli taşıyabilmesidir.
Peki o sözler eleştiri mi, sorgulama mı, nedir?  Ben kendi adıma doğrudan şöyle sonuçlara varmayı mahzurlu görüyorum: Nişanyan hakaret etmiştir. Nişanyan insanları rencide etmiştir. Buralarda hüküm belirtme durumda değiliz, doğrusunu isterseniz. Çünkü bunu yaptığımız anda biz de kendimizi bir otorite yerine koymaktayız. Nişanyan’ın durumunu belirleme yetkisine sahip bir otorite. Bu yetkiye neden sahibiz ve neden Nişanyan dışındaki herkes (dindar olsun, olmasın) yukarıda bir koltukta  oturuyor da, o,  aşağıda tek başına duruyor? Bu sorulara da yanıt aramalıyız.
Geçtiğimiz Pazartesi CNN Türk’te Enver Aysever Sevan Nişanyan’ın konuk etti mesela. Programının formatı gereği Nişanyan’ı sorularla açmaya çalıştı. Orası tamam. Ancak sorduğu sorular, kullandığı ifadeler şöyleydi: “Sizi Türkiye aslında sevimli biri olarak tanımıştı”, “İlginç olmak için mi yaptınız, yoksa İslamiyetten nefret ettiğiniz, nefret suçu işlediğiniz için mi?” “Rencide edici eleştiri yaptınız, neden?, “Sözlerinizin Müslümanların ruhunda bir yara açtığını düşünüyorum, bunun ne faydası var?”, “Entelektüel olarak bunu söyleyebilirsiniz ama bunu yüksek sesle söylediğiniz zaman kan gövdeyi götürebilir”, “Kemalizme sert, İslamiyete sertsiniz, bu topraklarda üretilen bütün değerlere sert yaklaşıyorsunuz” “Sizinki cesaret değil hesapsızlık”, “Egosantrik bir durum var mı sizde?”
Sorular böyleydi. Aysever programın sonunda düşünce özgürlüğünü savunduğunu söylemekten de geri durmadı. Ancak sorulara baktığımızda programın sunucusunun, kendisini çoğunluk adına konuşan bir otoritenin yerine koymasında  bir problem yok mu? Sunucu nasıl oldu da Nişanyan’ın sözlerinin rencide edici olduğuna, faydasız olduğuna, kanın gövdeyi götürücü nitelikte olduğuna karar verdi? Böyleyece çoğunluk adına bir kanaat oluşmasının/pekişmesinin taşlarını döşemedi mi? Sunucu (Aysever ismine takılmayalım, muhtemelen ülkedeki birçok sunucu benzer sorular soracaktı) kendini nasıl oldu  da rahatlıkla hakim, ya da savcı makamına koyabildi? Otorite’yi sorgusuz sualsiz kabul ettiği için mi? Şöyle bir soruyla bitireyim ya da: bu vaka aynı zamanda –büyük harfli- “Çoğunluk”un ve “Otorite”nin ne olduğunu düşünmemiz için de bir fırsat değil mi?

(1) Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, (Çev. Bahadır Sina Şener), sf. 124

2 yorum:

  1. Aysever o soruları sorma rahatlığını kendisinde gördü. Başkaca bir sunucu da aynı rahatlığı görebilecekti çünkü baskın görüşün o çoğunluğu kendisini iç ve dış güçlerden/ tehlikelerden muhafaza edebilecekti. (Psikolojik)Korunmanın dayanılmaz hafifliği! Yoksa nasıl olur da şöyle sorabilirdi sayın sunucu: 'Hrant Dink, kendisinin güvercin tedirginliğinde olduğunu söylüyordu, siz de öyle hissediyor musunuz?'

    YanıtlaSil