Salı

Arka Sokaklar.. Gerçek olanı..


(agos, 2 kasım 2012)

Son dönemin en üretken gazetecilerinden İsmail  Saymaz, yeni bir kitabıyla karşımızda. “Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans” (İletişim Yayınları) adını taşıyan kitap, bilhassa 2007 sonrasında karakol içinde ya da gözaltına alma/kimlik sorma aşamasında cereyan eden emniyet kaynaklı şiddet/ölüm/yaralama/dayak/aşağılama vakalarını araştırıyor. Ve maalesef hayli kabarık bir döküm sunuyor. Karakolda polis kurşunuyla ölen Festus Okey davasında dellilerin nasıl karartıldığı, tartışmalı tutanaklar üretildiği, dava sürecinin nasıl uzadığının kapsamlı bir dökümünü ve  Afrikalı göçmenlerin bilhassa poliste/yargıda nasıl zorluklar yaşadığının örneklerini de içeren kitap; polis şiddetinin yer zaman mekan tanımadığını, polise en küçük itirazın en hafifinden yaralanma, kimi zaman da ölümle sonuçlanan bir sürecin başlangıcına işaret ettiğini  gösteriyor. Tabii belirli bir “kesim” açısından. Meselemiz de o kesim zaten.
Şüpheli görüldüğü için gözaltına alınan, hırsızlık yapmakla suçlanan, ailesi karakolda “pis Çingeler”, “pis Aleviler” hakaretlerine maruz  kalan, darp gören, hayatını kaybeden Mustafa Kükçe;  Fındıkzade’de dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle takip edilen, (ki bu gerekçeler dosyalar incelendiğinde çoğu zaman şüpheli bir hal alıyor) araçtan inen polis tarafından sürücü koltuğundayken yakın mesafeden açılan ateş sonucu  vurulup hayatını kaybeden Aytekin Arnavutoğlu; karakol önünden geçerken polisin hakaratine maruz kalan, yanıt verince karakolda dayak yiyen travesti Ü.E;  Harem Otogarı’ndan kalkıp Doğubeyazıt’a gitmekte olan otobüsteki kimlik kontrolü sırasında çıkan küçük bir münakaşa sonrasında polisin galeyana gelmesi, etrafı ‘bunlar terörist’ diye ayağa kaldırması ve tüm bunların sonucunda neredeyse bir lince maruz kalan otobüs çalışanları/yolcuları; İzmir’de bir müzikholde kimlik kontrolü sırasında gözaltına alınıp karakolda toplu bir polis dayağına maruz kalan Fevziye  Cengiz; parkta içki içerken önce polis kontrolüne, sonra polis dayağına maruz kalan ve beyin kanaması geçiren Güney Tuna, kötü bir günün sonuda ayağına takılan teneke kutuyu tekmelerken ‘bütün pislikler beni mi buluyor’ diye söylenen, karşıdan gelen sivil polisin  alınganlığı sonucu  olay büyüyünce, polisin kurşuna maruz kalan ve hastaneye geç götürüldüğü için hayatını kaybeden Cem İnci, bir sokak kavgasına karıştığı sırada polisin olay yerine gelmesi, ‘sıkmayın astım hastasıyım’ demesine rağmen birer gazı sıkılması sonucu hayatını kaybeden Çayan Birben, Hopa’da artık iyi bildiğimiz bir süreç sonucunda yine biber gazının neden olduğu bir süreç sonunda hayatını kaybeden Metin Lokumcu, dur ihtarını uymadığı gerekçesiyle polis kurşunuyla başından vurulup ölen Baran Tursun, Antalya’da ödünç aldığı motosikletle gezen, ehliyeti ruhsatı olmadığı için polisten kaçan ancak polisin (anlaşıldığı kadarıyla hedef gözeterek) ateş açması sonucu başından vurulan Çağdaş Gemik,  sol bir derginin satışı sırasında bir kişinin gözaltına alınmasını protesto edenlere açılan atış sonucu felç kalan Ferhat Gerçek, hikayesini artık gayet iyi bildiğimiz Engin Çeber, Diyarbakır’da katıldığı bir yürüyüşte açılan ateş sonucu hayatını kaybeden, ancak silah konusunda tüm şüphelerin polisi gösterdiği Aydın Erdem, Muğla’da ülkücülerle çıkan kavga sonrası olaya müdahale eden polisin açtığı ateş sonucu hayata veda eden Şerzan Kurt (ki bu olayda polisle içiçe bir görünüm sergileyen ülkücü öğrencilerin rol oynaması da not edilmelidir),  kitapta hikayesi anlatılan mağdurlardan sadece bazıları.

Peki İsmail Saymaz niçin 2007 yılını milat seçmiş? Seçmiş çünkü 2007 yılında Polis  Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, AKP’nin girişimiyle değişti. Bu yasayla getirilen en önemli değişiklik silah kullanma yetkisinin polisin takdirine bırakılması oldu. İsmail Saymaz’ın da dikkat çektiği  şu nokta önemli: PSVK’nın 16. Maddesi daha önce şu koşullar altında silah kullanılmasına izin veriyordu: “Nefsi müdafaa, ırza veya canan kasteden tecavüz, ağır cezalık bir şüphelinin kaçmasına engel olabilmek için başka çare kalmaması, dur ihtarına uyulmaması hali, devletin nüfuzuna karşı silahlı direniş...” Değişiklikle “bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getiremediği direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde” silah kullanmanın önü açıldı. Muhalefetin itirazlarına rağmen yasalaşan bu değişiklikle, polis şiddetinde yeni bir aşamaya geçilmiş görünüyor. Ki şu notu da düşmek lazım, PSVK’daki değişiklik silah kullanmanın yanısıra Türkiye’yi bir gözaltı toplumu haline getirecek başka yenilikler de getiriyor. Kimlik sorma, arama gibi konulara polise sağlanan kolaylık, her türlü resmi evrak başvurusunda (ehliyet, pasaport) parmak izi alınma şartı, bunlardan bazıları.
Peki bu 2007 yılından bugüne topluca baktığımızda manzara ne? Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da verileriyle desteklenen çalışmaya göre son 5 yılda toplam 127  kişi, polisin karıştığı şiddet vakaları sonucu hayatını kaybetmiş durumda. Yıllara göre baktığımızda  2007 yılında 17 kişi ölmüş.  2008 yılında bu rakam 29’a çıkıyor. 2009’da yine 29 kişi (tam döküm verecek olursak, 5 kişi dur ihtarına uymadıkları gerekçesiyle, 9 kişi hedef gözetilerek, 6 kişi gözaltında, 3 kişi-iddiaya göre-  polisle girdiği çatışmada, 2 kişi gazla, 2 kişi rastgele, 2 kişi polisten kaçarken) hayatını kaybediyor. 2010’da toplam 16, 2011’de ise 19 kişi aynı kategoride hayatını kaybetmiş durumda. 2012’de ise şu ana kadarki sayı 17.
Kitabı bitirince şu sonucu çıkardım kendi adıma. Tüm bu değişim ve ileri demokrasi hamlelerine rağmen, sistemin, egemenlerin ittikleri;  yani Kürtler, Aleviler,  Romanlar, yoksullar, parkta içki içenler, travestiler, solcular, aktivistler, polisin insan yerine koymadığı kesimdeler. Polisler bu insanların yaralanmaları ve ölmeleri halinde doğru dürüst bir ceza almayacaklarından eminler, zaten kitapta da göreceksiniz, sistem (yargı, adli tıp vs) onları bir şekilde korumaya çalışıyor. 1960’larda siyahlara pervasızca şiddet uygulayan taşradaki sağcı/ muhafazakar ABD polisinden çok da ileride değiliz yani. Taşranın o muhafazakar/kapalı hayatında bu vakaların nasıl örtbas edildiğini düşünün. Manzara ona benziyor, işin doğrusu. Dolayısıyla “ülkemizde ırkçılık yoktur” demenin bir alemi yok. Ülkemizde –yeterince- siyah olmadığı için (ki olanların durumu hiç parlak değil) belki de bilinen manada ırkçılık yok. Ama devletin siyah yerine koyduğu birileri her zaman var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder