Cuma

Açılımdan üzerinde tepinmeye: Dersim ziyaretleri..

(28 kasım 2014, blog)

Hikaye şöyle başladı. Efendim AKP Alevi açılımı yapacaktı ama bunu tabii ki halkla ilişkiler (PR) açısından kayda değer bir şekilde yapmalıydı. Kuru kuruya olmazdı. E o da nerede  olacaktı? Tabii ki Dersim’de. Değil mi ki AKP asıl derdi CHP’yi sıkıştırmak olmakla birlikte Dersim katliamı için –gerekirse- özür dilemişti? Evet bu tip bir özürde ne yapılmaması gerekiyorsa onu yapmıştı ama olsundu, AKP özür dilemişti, diğerleri dilememişti işte. CHP’den bir kişi (Sezgin Tanrıkulu) dilemeye kalkmış ama onu da ettiğine edeceğine pişman etmek için yine CHP içinden bilumum yeni Abdullah Alpdoğan’lar devreye girivermişti.
Neyse efendim ne oldu Davutoğlu kalktı Dersim’e gitti.  Açılım olarak da Dersim Müzesi’nin açılışıyla Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi olarak değiştirileceğini muştuladı. Ama protestoler ve binlerce polis eşliğinde. Neyse baktı ki ziyareti uzatmanın alemi yok, kısa metraj bir programla geri döndü. Ancak bütün bu olup bitenlere MHP’nin itirazı vardı. MHP’ye göre Dersim Katliamı bölücü bir isyandı ve PKK ne ise Seyit Rıza ve arkadaşları aynısı idi. Bölücü bir isyana ne yapılması gerekiyorsa Cumhuriyet yönetimi de onu yapmıştı. Bahçeli’nin mantığına göre, dolayısıyla şimdi de  PKK’ya, Öcalan’a aynısı yapılmalıydı. MHP’nin Dersim meselesi bu kadar yıldır ortadayken neden böyle bir çıkış yaptığı, AKP’nin havuzuna neden su taşıdığı pek anlaşılamadı. Bir ihtimal çözüm sürecine bir de buradan yüklenelim demişlerdi ama yine düşündüklerinin tam tersi bir sonuca ulaşmışlardı. Gelin görün ki iş bununla kalmadı. Davutoğlu “Kolaysa gidin bunları Tunceli’de söyleyin” mealinde konuşunca, şu günkü manzaraya geldik.
Kalan kısmını biliyorsunuz, Bahçeli bir grup ülkücüyle kalktı Dersim’e gitti. Valilik binasında Dersim Katliamı’nın neden yapılmasının gerekli olduğunu anlattı,  bu arada kent ayağa kalktı, polis yine gaz su sıktı.  Bahçeli de yine ziyaretini yarıda kesip geri döndü.
Ne oldu? MHP’ye ve kimi yorumculara bakarsanız Bahçeli iyi yapmıştı, Davutoğlu’na gereken cevabı vermişti. Yine kimi yorumculara bakarsanız bir siyasi parti lideri her yere gidebilmeliydi, bunda bir gariplik yoktu, artık bunlar normal karşılanmalıydı.
Bu satırları Bahçeli’nin ziyaretinden birkaç saat sonra yazıyorum. Biraz sıcağı sıcağına vasfı taşımakla birlikte benim söyleyeceğim ise şu: Soğukkanlı düşünecek olursak bütün bu olup bitenler aslında korkunç.
Bir halk, bir kent düşünün. Devletin katliamına uğramışlar. Üstelik bu öyle böyle bir katliam değil. Devlet en gaddar yöntemlerini burada denemiş. Yıllarca bu katliam meşru görülmüş, ölenler kabahatli olarak gösterilmiş. (Bu elbette bir yandan da çok tanıdık geliyor). Ne zaman ki aradan yıllar geçmiş ve ülke, üzerindeki tozu toprağı silkelemeye başlamış, biraz da iç siyasi çekişmelerin de yardımıyla konu biraz daha hakkaniyetle konuşulmaya başlanmış ve “devlet”in bir özür dilemesi gerektiği fikri ağırlık kazanmaya başlamış.
Ancak ne oluyor? Şöyle oluyor. İktidar sürekli eline yüzüne bulaştırdığı Alevi açılımını burada ilan etmeye karar veriyor. “Özür dileyen” parti ya. Bağra basılmak istiyor. Zaten gerek Alevi, gerek Dersim meselesinde, gerekse diğer meselelerde esas hikaye bu. AKP’nin takıntısı yani. Bir adım attılar ve sevilmek, beğenilmek istiyorlar. Olmayınca bunu takıntı haline getiriyorlar: “Açılım yaptım niçin beğenmiyorsunuz, niçin bağrınıza basmıyorsunuz?” Bir hamle ile bütün meseleler hallolsun istiyorlar ama asıl önemlisi herkes ama herkes o büyük AKP denizinin içinde kaybolsun istiyorlar. Kürtler,  Aleviler,  Ermeniler.
Sen bu işi devlet olarak yaptın ve yapmak zorundaydın. Çünkü bu insanlara yıllardır çektiren de aynı devlettir. Fakat sen bunu yaptın diye insanlar AKP denizinde, Sünnilik/Türklük içinde erimek, kendilerini kaybetmek zorunda değiller. Bunu yaptın diye sana minnettar olmaları da gerekmiyor. “Tarafsız” bir devlet olarak yapman gerekiyordu, yaptın, o kadar. Ve üstelik bunlar başlangıç. Daha yapman gereken çok şey var.
Ama böyle olmuyor. AKP attığı her adımdan sonra, bilhassa Alevilik ve  Kürtlük meselesinde “aslında biriz, aynıyız” şarkısını okumaya başlıyor. Yüzyıllar boyunca egemenlerin asimile etmeye, yok etmeye çalıştığı insanlara ‘yeni egemen’ olarak “aslında biriz, aynıyız” denildiğinde  hangi  refleksleri uyandırdıklarını bilmiyorlar mı? Belki de biliyorlar ama toplumu o büyük denizde eritme hırsları ve takıntıları öyle büyük ki.
Neyse. Nihayetinde şu oldu. Davutoğlu kendince kurnazca bir hamle yaptı, MHP bütün o küntlüğüyle bu hamleye atladı. Sonuçta reel politik alanda belki AKP bu işten karlı çıktı, çünkü günün sonunda özür dilemiş bir AKP ve oraya gidip insanlara neden öldürülmeleri gerektiğini izaha kalkan bir MHP var. Ama asıl mesele herhalde şu: İktidarıyla, muhalefetiyle bütün bir siyaset o katliamın üzerinde, ölülerin üzerinde tepindi. O katliamdan bir şeyler devşirmeye kalktı.
Demek ki bu ülkede yüzleşme de böyle oluyor. Ne yapalım, alkışlayalım mı?

Çarşamba

Uçurum kenarında yürütülen Kürt politikası..

(agos, 10 ekim 2014)

IŞİD güçlerinin Kobane’ye yönelik saldırısını genişletmesi ve HDP’nin “destek için sokağa” çağrısı yapmasıyla 20’ye yakın insanın hayatını kaybettiği, 6 ilde sokağa çıkma yasağı ilan edilen, Türkiye’nin birçok kentinde göstericilerin polis ve milliyetçi gruplarla karşı karşıya geldiği zor bir gün yaşadık. Günün sonunda Hükümet’in pozisyonu siyasal Kürt hareketinin Kobanê vesilesiyle şantaj yaptığı yönündeydi ve bu tabloya cevabı “misliyle karşılık veririz” demek oldu. Bu zor günü merkeze alarak, yaklaşık 1 aylık Kobanê direnişinin neleri ortaya çıkardığına bakmaya çalışacağım.
-AKP açısından: bilhassa son bir haftalık durum ortaya koydu ki, AKP tüm hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapmıştır. “Ya düşmezse” diye bir hesabı, neredeyse yok gibi. Başbakan Davutoğlu’nun “IŞİD için hareket geçeriz ama hedef Esad olmalı” yönündeki açıklamaları, durumu özetledi. Türkiye’ye gelen PYD lideri Salih Müslim’e de “Esad’a karşı koalisyona katılması” yönünde telkinde bulunulduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın “Bizim için IŞİD neyse PKK da odur” sözlerinden de AKP’nin Suriye’de tehdit altında olan Kürt kantonlarına  hiç de hayırhah bakmadığı ve bir şekilde başlarına bir şey gelirse pek memnun olacağı sonucunu çıkarabiliyoruz.
AKP’nin bu politikasında sanıyorum iki motivasyon var: İlk olarak Esad karşıtı koalisyona –yeterince- katılmadıkları gerekçesiyle Suriye’deki Kürt muhalefetine belli ki bir hınç duyuluyor AKP çevrelerinde. Yaşananlara bir nevi bu durumun/algının intikamı olarak da bakmak mümkün. Açıkçası Suriye’deki PKK’ya yakın ya da uzak Kürt muhalefetinin Esad karşıtı koalisyona ne ölçüde katıldığı ya da katılmadığı yönünde –okuduklarım dışında- bir kanaate sahip değilim. Ama şöyle bir kanaate sahibim. Bunları söyleyenler belli ki Suriye’deki Kürt azınlığın Baas ve Arap milliyetçisi rejimden ne çektiğinden bihaber insanlar. Yakın tarihte “vatandaş” bile sayılmayan, daha 10 yıl önce Kamışlı’da rejimin saldırısına maruz kalan Kürtlerin Esad rejimiyle işbirliği yaptığını söylemek, Kürtlerin AKP ile işbirliği yaptığını söylemekten farksız. İkisi de Kürt meselesini ve Kürtlerin bu karanlık coğrafyada bir çıkış arama çabalarını anlamaktan uzak, “efendi”lik taslayan bakış açıları.
Dolayısıyla ikinci motivasyona geliyoruz. Türk devletinin reflekslerini devralan AKP’nin sınırda Öcalan çizgisine yakınlık duyan bir kanton istemediği de  belli oluyor. Kobanê’nin düşmesini seyre dalmaları, bir yandan da her durumda üste çıkmaya çalışan tavırlarıyla “İnsani yardım yapıyoruz daha ne yapalım. Hem tezkereye karşı çıkan siz değil misiniz?” demeleri hayret verici, doğrusu
Bu motivasyonlarla hareket eden AKP’nin, Kürt hareketinin “Kobanê” hassasiyetini ve ısrarını anlamadığını mı düşünmeliyiz, yoksa anlamazdan geldiğini mi? Galiba ikisi birden. ABD başkentinde konuya gayet vakıf olunduğunu ortaya koyan Biden’ın sözleri, bir nevi malumun ilanı oldu. Türkiye’de AKP dışında kalan kamuoyu ve Kürt hareketi uzun süredir “IŞİD ile ilişkiyi kesin” diyor. Bu ilişkinin sürmesinin ve Kobanê’nin düşmesinin Türkiye’nin iç barışı açısından önemli bir yara açacağını söylüyor. Ancak AKP’nin tavrı “Yardım ettiğimizi de nereden çıkarıyorsunuz?” cevabı oluyor. Ve başta da söylediğimiz gibi bütün hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapıyor. Burada karşımıza bir de Türk devletinin “Kürt” algısı ve oyunu çıkıyor.
Öncelikle AKP,  önemli miktarda Kürt oyu almasına rağmen “Türk” egemenliğinin partisi gibi davranmaktan kendini alamıyor. Şöyle diyelim: eğer “Türkiye” partisi iseniz, tüm toplumun partisi iseniz size haber: Kürt vatandaşlarınızın canı yanıyor. “Bir şey yapın” diyorlar. Üstelik de kantonu düşürecek olanlar insanlık dışı yöntemlerle bir şeriat düzeni kurmaya çalışan bir örgüt. Türkiye buna rağmen bu feryadı duymuyor. Duymadığı gibi neredeyse buna istihza ile bakıyor. Dolayısıyla ilk olarak, “Kürt” vatandaşlarını hala bu ülkenin vatandaşları olarak görmüyor.

‘90’lar mı, başka bir dönem mi?

(agos, 17 ekim 2014)

Son bir haftada olup bitenlere bakan genişçe bir kesim Türkiye’nin Kürt meselesi bahsinde yeniden 1990’lara dönme eğilimine girdiğini düşünmekte, ya da en azından gidişatın buraya doğru olduğunu düşünerek bundan endişe etmekte. 90’lardan kastedilen elbette Kürt meselesinde sert bir politika izlenmesi ve güvenlik güçlerinin kimseye hesap vermez bir şekilde Kürt muhalefeti üzerinde baskı kurmasıdır. İlave olarak devlet güdümünde kurulan  bir örgüt olduğu kanaatini sürekli üzerinde taşıyan Hizbullah’ın yine Kürt muhalefetine yönelik saldırılarının başlaması ve karşı-şiddetini yaratmasıdır. Bingöl, Mardin ve Diyarbakır’daki –karşılıklı diyebileceğimiz- karanlık ve gaddarca cinayet, saldırılar ve devletin yargısız infazlarına ek olarak Salı günü Adana’da Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun (yine 1990’ları andıran bir şekilde) ensesinden vurularak öldürülmesi bu düşünceleri, şüpheleri güçlendiren hayli iç karartıcı gelişmeler. Dolayısıyla tam olarak 90’lara dönmesek bile, kimi aktörlerin böylesi bir dönüş için gayet hazır bir biçimde beklediğini görebiliyoruz.
Beri yandan şunu da hesaba katmakta fayda var. Eğer böyle bir sarmala girersek döneceğimiz yer ‘90’lar mı olur? Yoksa yeni bir şey mi? Ya da o yeni şeyin içinde miyiz zaten? Bu sorular üzerinde durmak isterim.
90’lar benzetmesini yaparken öncelikle iki etken üzerinde durmak lazım. İlk olarak iktidarın yapısı, karakteri. İkinci olarak toplum. İktidarın yapısına, karakterine bakalım öncelikle.
Daha önce de sık sık dikkat çektiğim gibi, her krizden hegemonya alanını genişleterek çıkan bir parti-devlet ile karşı karşıyayız. Gezi muhalefetinden, protesto gösterilerinin fiili olarak yasaklanması ile çıktık. Son bir yıldır iktidarın hazzetmediği konularda kent merkezinde irili ufaklı gösteri yapmak mümkün olmuyor. Tüm gösteriler zor marifetiyle dağıtılıyor. 1 Mayıs’ı da artık Taksim’de kutlamak mümkün değil. 17 Aralık soruşturması da yine AKP’nin hegemonya alanını genişlettiği bir krize dönüştü(rüldü). MİT yasası çıktı, her türlü muhalif odak, tanımı belirsiz bir “paralel yapı”ya tıkıştırıldı. Son olarak Yeni Şafak gazetesinde merkez medyada muhalif –ya da AKP’ye mesafeli- olmayı sürdüren gazetecilerin başlarına bir şeyler geleceği alenen yazıldı. Bu son gelişmelerden de AKP, hegemonya alanını genişleterek çıkacak gibi görünüyor. Yakında TBMM’ye geleceği anlaşılan yeni yasal düzenlemeler güvenlik güçlerine geniş yetkiler verirken, çıkan haberlere bakılırsa “Hükümet’e karşı suç” gibi her yere çekilebilecek hayli tehlikeli bir suç cinsi de literatüre giriyor.
Beri yandan bundan da tehlikelisi Erdoğan’ın krizle başa çıkma yöntemini Başbakan Davutoğlu’nun da aynen hatta daha da iştahla devralmasıdır. Nedir o? Şöyle tarif etmek mümkün. Egemenlik alanına yönelik herhangi bir tehdit belirdiğinde (ki bu aslında genelde bir “toplumsal dinamik” özelliğini taşımakta, her ülkede yaşanabilecek bir gelişme olmaktadır), bunu bertaraf etmek için tüm gücüyle o dinamiğe saldırmak, bütün toplumsal, etnik, mezhepsel fay hatlarını harekete geçirmek, bir iç savaş çığırtkanlığı yapmak, elindeki medya gücü ve heveslileri marifetiyle her türlü komplo teorisini dolaşıma sokmak, bu alanda eski devletin ulusalcı argümanlarını aratmamak, hatta  kat be kat aşmak. Ve elbette söz konusu toplumsal dinamik “Kürtler” olduğunda yine eski devletin argümanlarına başvurmak, Kürtleri “sopa” ile tehdit etmek.

Cumhuriyet dediğin bir kap.. İçini sen dolduracaksın.

(agos, 31 ekim 2014)

Karaman’daki maden kazası (ki buna kaza demek zor, cinayet diyelim) nedeniyle iptal edilen Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılsaydı muhtemelen şöyle bir manzara ile karşı karşıya kalacaktık. Bir kere kutlamalar Atatürk Orman Çiftliği arazisine yapılan yeni Cumhurbaşkanlığı sarayında, yani Ak Saray’da yapılacaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi muhtemelen kutlamaların burada yapılması ile şu mesajı vereceklerdi: İşte halk ilk kez cumhurbaşkanı seçmiştir, dolayısıyla Türkiye’de bir dönem kapanmıştır, bu yeni bina da işte bu yeni dönemi temsil etmektedir vs..
AKP’ye bağlı medya ve yazarlar vasıtasıyla bu görüş katlanarak yayılacak, tüm haber kanalları ve normal kanallar resepsiyondan canlı yayın yapacaklar, binanın tüm özellikleri ve bu mesajların toplumun tüm gözeneklerine gittiğinden emin olunacaktı. Böylece şekilsel bir değişiklikle öze ilişkin bir değişiklik yaptığımızı zannetme, daha doğrusu bunu böyle pazarlama alışkınlığımız hiç değişmemiş olacak, toplumun bir kısmı önemli bir devrim gerçekleştirildiği ve eski devletten kopulduğu hayaliyle sıcak yataklarının yolunu tutacaklardı o gece. Fakat bu tabii belirli bir kesim için geçerli olacaktı. Cilayı biraz kazıdığımızda ise şunları görecektik.
Öncelikle o devasa yapının hangi vasfıyla “eski devlet”ten kopuşu simgelediğini anlamak zor olacaktı. 1930’ların, 40’ların mimarisini hayli hatırlatan, devasalığıyla insanı ezen bu iri ve çirkin binayı “Otoriter Kemalizm”den ayıran, tavan ve duvarlardaki Osmanlı ve Selçuklu motifleri miydi? Bu birkaç fırça darbesi eski devletten kopmaya yetiyor muydu? Binanın yapılışındaki hukuksuzlukları, mahkeme kararlarını, binaya harcanan dev bütçeyi, binanın bir ormanın içine yapılmasını ve Ankara’daki yeşil dokunun bir kez daha tahrip edilmesini bir kenara bırakalım şimdilik. Ki bunlar bir kenara bırakılacak gibi değiller ya.
Eski devletin binalarıyla aynı düzeyde hatta daha zevksiz bir bina yaparak içine birkaç Osmanlı ve Selçuklu motifi yerleştirmek Yeni Türkiye’yi çok iyi izah etmiyor mu? Bence temel soru budur..
Ve gelin isterseniz bina metaforundan çıkıp gerçek hayata dönelim. Tam da 28 Ekim günü Karaman’da bir maden ocağını su basmıştı. 18 işçi yerin metrelerce altında yaşam mücadelesi vermekteydi. Soma Katliamı’ndan sadece aylar sonra gerçekleşen bu ihmal, Yeni Türkiye’ye ilişkin bize ne anlatmalıydı? Kaza sonrası gelen bilgiler sivil toplum kuruluşlarının aylar önce böylesi bir ihtimalden bahsettiğini,  bu yönde raporlar hazırlandığını ortaya koyuyor.
Yeni Türkiye her şeyden önce Soma’dan ders almamıştır. Ne hükümetiyle, ne bakanlığıyla, ne sendikasıyla. Soru şu tabii: eski Türkiye’de olsa farklı mı olacaktı? Muhtemelen hayır. Mesele de bu zaten. İnsani durumlarda, gelişmişlik endekslerinde 12 yıl sonunda pek bir gelişme yok. Tüm faciaları (yani cinayetleri) “kaza”ya ve Allah’ın takdirine bağlamak var.
Eğitim? Durum çok parlak değil. Koca bir sistem, eğitim kalitesini yükseltmektense kız ve erkek öğrenciler ayrılabilir mi, ayırılırsa nasıl ayrılır meselesine kafa yormakta. Orta öğretimde türbanın serbest bırakılması, olabilir, kendi tercihleridir, ancak gün geçtikçe yakın çevremin yarı şaka yarı ciddi “Bizim çocuğu sizin azınlık okullarına veremiyor muyuz, yok mu bunun bir yolu?” demesi sanıyorum eğitimde gelinen yeri çok iyi özetliyor. Bu elbette ki benim yakın çevremle ilgili bir durum değil. Gerek ortaöğretimdeki eğitim düzeyi gerekse üniversitelerin evrensel kıstaslara vurulduğunda geldiği hal, ortada.
Demokrasi, insan hakları. Komik olmaya lüzum yok. AKP, sürekli bahsettiğim gibi her türlü toplumsal meseleyi, krizi, hegemonyasını genişletmek için bir kaldıraç olarak kullanıyor. Polisin “vurma” ve gözaltına alma yetkilerini artıran son düzenlemeler bunun gayet açık bir örneği.

Devlet dediğin, bir “mekanizma”

(agos, 7 kasım 2014)

6-7 Ekim’den, yani Kobanê için sokağa çıkıldığı ve 40’ı aşkın kişinin hayatını kaybettiği dönemden bu yana AKP’nin ve siyasal Kürt hareketi’nin farklı nedenlerle “süreç”i zora sokmasıyla yepyeni bir aşamaya geldik. Ama buna yani bu aşamaya gelmeden iki cephenin “süreç”i zora sokmasına açıklık getirelim. KCK başta olmak üzere siyasal Kürt hareketi bilindiği gibi 6-7  Ekim öncesinde “Kobanê için adım atılmazsa süreç zora girer” derken, AKP ise 6-7 Ekim sonrasında oluşan ortamı kendine gerekçe gösterdi ve süreci zora soktu, daha doğrusu askıya aldı. Şu notu düşmekte fayda var: siyasal Kürt hareketi’nin süreç ve Kobanê  ile ilgili talepleri meşrudur zira devlet ile Kürtler arasında cereyan eden süreç, “asimetrik” ilerlemektedir, buna gerek bu sütunda gerekse başka mecralarda defalarca dikkat çektim. Zaten bu bahsettiğim denklem de yine bu düzlemde yürüyor. Ancak dikkat çekmek istediğim durum başka. İki cephe de de farklı gerekçelerle “süreç”i zora sokunca, geldiğimiz durum.
Ürpertici biçimde hızla başka bir aşamaya geçtiğimizi görmemek imkansız. 6-7 Ekim döneminde Bingöl’de öldürülen polislerle ilgili muamma ile başlayalım mesela. Saldırıdan sonra 4 kişi mi 5 kişi mi olduğunu bilemediğimiz bir grup insan güvenlik güçlerince öldürülmüş, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanı bu olayı skandal bir biçimde, “hemen cezalandırıldılar” sözleriyle lanse etmişlerdi.
Baştan beri olayın iktidarın sunduğu gibi cereyan etmediği yönünde çok fazla karine olmasına rağmen iktidar tutumundan vaz geçmedi, üstüne üstlük olayla ilgili yayın yasağı getirdi. Konuyla ilgili soru önergeleri cevapsız kaldı, resmi anlatıdaki boşluklara dikkat çeken açıklamalar medyada fazla yer bulmadı, yetkililerce cevaplanmaya değer bulunmadı. Ve şu gün itibariyle anlıyoruz ki saldırının failleri oldukları gerekçesiyle öldürülen ve öyle lanse edilen kişilerin üzerinden çıkan silahların, polislere yönelik saldırıyla bir ilgisi yok. Ki zaten olaydan 5 dakika sonra 20 kilometrelik bir mesafede olmaları da baştan beri şüphe ile karşılanmıştı. Özetle bir muamma ile karşı karşıyayız. Bunu zaten biliyoruz ama buradan çıkarılacak sonuç? Buraya da geleceğiz.
Yine aynı dönemde öldürülen birçok ismin failleri hala bulunamadı. Yasin Börü gibi gençlerin gaddarca öldürülmesi üzerindeki karanlık olanca ağırlığıyla dururken Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun Adana’da ensesinden vurulması da aydınlatılmamış bir vaka olarak önümüzde durmakta.
Ve yine 6-7  Ekim döneminde güvenlik güçlerinin silahlarından çıkan mermilerle hayatını kaybedenler hakkında herhangi bir adli gelişme yok.
Aksine dönem boyunca AKP’nin her fırsatta HDP’yi her platformda suçladığına tanık olduk.  Evet biliyoruz, AKP bunu severek yapıyor. Muhtemelen bunu bir silah olarak düşünüyor: Süreç her zora girdiğinde HDP ve siyasal Kürt hareketini bir kum torbası haline getireyim, böylece iki şey elde edeyim. a) siyasal Kürt hareketini köşeye sıkıştırmak, herhangi bir pazarlıkta vereceğinin de altına razı etmek b) Süreç nedeniyle ola ki seçmende bir hoşnutsuzluk varsa bunları telafi etmek. Ancak ağırlıklı hesabın birinci şık olduğunu söylemek mümkün. Böylece siyasal Kürt hareketi’nin bir “linç” havası estirilerek sindirilmesi planlanmakta,besbelli.
Kürt hareketi şu son bir iki yıldır gördüğümüz üzere kimi zaman sürecin selameti açısından, kimi zaman da şartları süzerek bu saldırgan politikaya her seferinde aynı dozda karşılık vermedi. Ancak 6-7 Ekim sonrası olup bitenler artık açıktır ki bir “doz aşımı” özelliği taşımaktaydı. Bu yüzden milletvekilli Sırrı Süreyya Önder  bir basın açıklamasıyla bilhassa Başbakan Davutoğlu’nun sözlerine yanıt verdi. Ancak tam da bir gün sonra HDP binasına giren bir saldırgan bir partiliye bıçakla saldırdı, boğazını kesmeye kalktı. Selahattin Demirtaş’a yönelik sözlü saldırı da AKP medyasında geniş bir onay, destek buldu, şevkle karşılandı.
Dolayısıyla bir kez daha memlekette iç savaş kışkırtıcılığı yapanın kim olduğunu ve asıl tehlikenin nereden gelebileceğini gördük.

Ermenek’ten Yırca’ya, o ihaleden bu ihaleye..

(agos, 14 kasım 2014)

Geçen  haftaya damgasını vuran, Yırca’daki zeytin ağaçlarının sökülmesi, buna direnen köylülerin özel güvenlik güçlerince dövülmesi, daha sonra Danıştay’ın buraya yapılacak termik santral için yürütmeyi durdurma kararını vermesini…tek başına ele alabilir miyiz? Bence hayır. Birkaç nedenle. Öncelikle buraya bu termik santrali yapacak firma nedeniyle. Kolin İnşaat. Daha sonra bütün bu olup bitenlere iktidar ve iktidar yanlısı medyadan gelen tepkiler nedeniyle: 6 bin zeytin ağacının kesilmesini “normal” olarak karşılamıştır AKP. Zeytinlik çok var ama termik santral yok, denmiştir. Burada bir süreklilik var ama asıl önemlisi “Yeni Türkiye”de işçiler, yoksullar ve ağaçların topyekun bir saldırıya maruz kalması meselesi var. Dolayısıyla hem ezen hem de ezilen açısından iki ayrı hat çizmek mümkün gibi görünüyor.
Kolin İnşaat ile başlayalım..CV’si hayli kabarık. Ama gelin biz en akılda kalanlardan yola çıkarak Yeni Türkiye için bir “iktidar yapısı” haritası çıkarmaya çalışalım. (Ki somut olarak böyle bir harita aslında var, mulksuzlestirme.org sitesine girip şirket ismini arattığınızda karşınıza hayli kapsamlı ve “etkileşimli” bir ilişkiler ağı haritası geliyor ) Yeni dönemde çok sayıda ihaleye girerken gördük bu şirketi, bir konsorsiyum içinde: Cengiz-Limak-Kolin.. Onlara daha çok elektrik dağıtım ihalelerinde rastladık. Akdeniz Bölgesi ile Boğaziçi Elektrik dağıtım onların mesela. Her iki ihaleyi de aldılar. Ayrıca Uludağ ve Çamlıbel de onların. Vatan gazetesinde 17 Aralık 2012’de çıkan bir habere göre 3 evden birini bu konsorsiyum aydınlatıyor. Türkçe’ye çevirecek olursak 3 evden birinin elektrik faturası bu konsorsiyuma gidiyor.
Fakat tabii diğer işlere bakınca bu, devede kulak gibi kalıyor. Zira bu konsorsiyum, yanına iki şirket daha alarak hayli tartışmalı 3. Havalimanı ihalesini de kazandı. Hani 3. Köprü ile birleşip İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’nin ekolojik açıdan canına okuyacak olan projenin ihalesini. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin bu havalimanı ve köprü meselesine nasıl takık olduğunu bilmiyor olamazsınız. Dediklerine bakılırsa bunlar büyük bir ülke olmamız için elzem projeler ve Batı bilhassa bu havalimanı projesini engellemek için elinden geleni yapıyor. Türkiye’de de Gezi direnişi buna bağlanmıştı mesela. Maksat 3. Havalimanı projesine engel olmaktı. Yersen.
Her meselede olduğu gibi bu meselede de söylenenlerin altını biraz kazıyınca, kurulan ortaklıkların yapısına bakınca işin başka türlü olduğunu anlayıveriyorsunuz. Zira bu şirketlerin ismine bir yerde daha rastladık. Sabah-Atv grubunun satışında. Önce kamuya açık biçimde. AKP’nin fiilen/perde gerisinde sahipliğini yürüttüğü bu medya grubuna müşteri aranmakta iken gazetelere bu konsorsiyumu oluşturan şirketlerden bazılarının gruba talip olduğu, görüşmelerin sürdüğü yansımıştı. Mesele bu haliyle bile hayli şüphe uyandırıcı iken 17 Aralık soruşturması geldi çattı ve biz sızan tapelerden Yeni Türkiye’nin medya-iktidar-sermaye ilişkisini tüm çıplaklığı ile gördük.

Tarih, başka yerlerde de yazılıyor..

(agos, 21 kasım 2014)

“Sancılı bir yıl geçirdik. Gezi olayları, 17 Aralık peş peşe geldi. Tüm bu olayların arkasına baktığımızda hep toplumsal bir zemine dayanma çabası var. Gezi’nin şehirli bir zemine dayanan bir görüntüsü vardı, 17 Aralık dini görünümlü idi, Kobani etnik görünümlü idi. Bu tarz mayınlar çözüm sürecinin önüne çıkarıldı. Çözüm sürecinde ne zaman ilerleme kaydetsek bir şekilde sabote ediliyor. Özal zamanından bu yana durum böyle.”
Bu sözler Başbakan Davutoğlu’nun Filipinler dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamaların bir kısmı. Benim de doğrusu biraz üzerinde durmak istediğim kısmı. Çünkü ne kadar problemli bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi özetliyor.
Evet şunu biliyoruz, her iktidar, muhalefet dinamiklerini kriminalize eder, itibarsızlaştırmaya çalışır, en büyük şiddet tekeli kendisinde olduğu halde, sokak hareketlerinde yaşananları alabildiğine büyütür,  ta ki o muhalefet hareketi kendi istediği gibi anlaşılana, tarihte o şekilde yer alana dek. Bunu belirli bir süre için başarabilirler de. Kendi hakim oldukları dönemde ellerinde olan medya gücü sayesinde amaçlarına ulaştıklarını zannederler, ama bir yandan meydanı boş bırakmazlar, bu izah türünün yerleşmesi için günde en az 5 kere bu sözleri söylerler ve işin peşini hiç bırakmazlar. Her şey olup bittiğinde bir bakmışsınız bir şeyi 100 bin kere (abartmıyorum) söylemişler. Mesela AKP ve AKP’ye yakın yazarlardan gelen “Gezi darbe teşebbüsüydü” lafını birisi oturup üşenmeden saysa 100 bin değilse bile binli rakamlara ulaşır. Üstelik daha önümüzde uzun günler var.
Evet bu izahat biçiminin en azından toplumun genelinde yerleştiğini zannederler ama dediğim gibi. Ne zaman ki toplumsal iklim değişir, o izahat biçimleri hatırlanmaz olur. Alın size örnek: Dersim katliamını icra edenler gün gelip de Hükümet’in hayli çiğ siyasi sebeplerle de olsa bunun için özür dileyeceğini öngörebilirler miydi? Ya da iktidar ne derse desin en azından belirli bir toplumsal/ahlaki düzlemde bu katliamın artık mahkum olduğunu, dolayısıyla bu konuda söz söyleyen siyasi aktörlerin bu düzlemi dikkate almak durumunda olduklarını.  Muhtemelen böyle bir ihtimalden bahsedildiğinde ciddiye bile almazlardı.
Ya da mesela Kenan Evren gün gelip de gazetecilere gezdirecek kadar çok güvendiği cezaevlerinin, zulüm döneminin simgeleri haline geleceğini düşünebilir miydi? Kimbilir “asmayalım da besleyelim mi” çıkışı, ne kadar parlak bir fikir olarak görünmüştü ona. Ya da diyelim Deniz Gezmiş’lerin idamı için el kaldıran milletvekilleri. Yıllar sonra bunun için en azından genişçe bir kesimin vicdanında mahkum olacaklarını tahmin edebilirler miydi?
Denebilir ki, edebilirlerdi. Siyaset dediğin baştan sona bir oyun. Herkes aslında ne yaptığını, nasıl bir halt yediğini gayet iyi biliyor. Önemli olan günü, iktidarı kurtarmak. Bu da mümkün elbette. Ama ben yine de “söz”ü, “eylem”i ciddiye alma yanlısıyım. Çünkü siyaset temel olarak bunun üzerine yapılıyor, yapılmalı.