Cuma

Hiçbir şey olmamış gibi mi yapalım?

(19 temmuz 2013, agos)

Evet elbette. Bütün bu eylemler boyunca 5 kişi öldürülmüşken, onlarca (tam olarak 103) kişi kafa travması geçirmişken, yüzlerce kişi başından, gözünden yaralanmışken, kolu bacağı kırılmışken, binlerce kişi biber gazına maruz kalmışken, polisin aşırı şiddet uyguladığı ortada iken, olur tabii, niye olmasın, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, tam ortada bir yerde durmaya çalışalım.
Neden olmasın? Polis bütün bu olanlardan sonra hala Taksim civarında gösteriye izin vermezken, her gösteriye orantısızca müdahale ederken, sokak aralarına, işyerlerine, kapalı mekanlara tazyikli su, gaz sıkarken, bölgeyi terörize ederken, buna mukabil müdahale etmediğinde vaka yaşanmadığı ortada iken, olur, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, polisi anlamaya çalışalım.
Evet elbette, gözaltına alınan kadınlar sözlü ve fiili tacize uğrarken, çıplak aranırken, cinsel taciz, tecavüz tehdidi ve aşağılama hala ve hala muhalif kesimlere karşı siyasi bir silah gibi kullanılıyorken, devletin bu konudaki tavrı hiç değişmemişken  yüzlerce insan sırf gözdağı olsun diye gözaltına alınırken, bütün bunlar normalmiş gibi yapalım.
Olur tabii, Hükümet’in tüm hukuksuzluklarına karşı çıkan, parkı inşaat “lobi”sinin elinden kurtaran Taksim Dayanışması’nın durduk yere gözaltına alınmasını normal bulalım, itibarsızlaştırılmasını anlayışla karşılayalım, bir gözdağı vasfı  taşıdığı ayan beyan ortada olan bu operasyonu mesele etmeyelim, dayanışma üyeleri gözaltındayken evlere kapıların kırılarak girilmesini, aranmasını, dergilere el konmasını hiç sorun etmeyelim, bu arama kararlarının daha sonra mahkeme tarafından iptal edilmesini de sorun etmeyelim, bütün bu hikayedeki  faşizan uygulamaları, polis devletini görmezden gelelim, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, ortada bir yerde duralım, olaylara kuşbakışı bakalım, büyük resmi görelim.
Haftalardır sık sık toplu operasyonlarla güne başlamayı da normal sayalım, her şafak operasyonunda onlarca insanın gözaltına alınmasını anlamaya çalışalım, daha geçtiğimiz salı sabahı öğrencilere yönelik operasyonda 100 adresin basılmasını onlarca öğrencinin gözaltına alınmasını yadırgamayalım, devletin hakkıdır diyelim, bütün bu operasyonlar sonrasında kimin hangi suçlamayla tutuklandığını bilemeyelim, toplam kaç kişinin gözaltına alındığını, kaç kişinin tutuklandığını da bilemeyelim, başlatılan bu devasa cadı avı  yokmuş gibi yapalım.
Evet tabii, nasıl isterseniz, palalı, eli sopalı, silahlı grupların ortalığa dökülmesini normal karşılayalım, bu grupların polis tarafından teşvik edilip edilmediğini sorgulamayalım, gözaltına alınan palalıların sopalıların serbest bırakılmasını normal karşılayalım, evet çünkü bu ülkede asıl normal olan budur diyelim, o kadar gösteri yaparsan bunlar olur diyelim, ters giden bir şey yokmuş gibi yapalım.
Başbakan Erdoğan’ın ve bazı AKP’lilerin bu kitleyi sokağa  dökmek için haftalardır yalan söylediğini, toplumu kışkırttığını da bilmiyormuş gibi yapalım, bunu hiç gündeme getirmeyelim, evet elbette, bunlar da olabilirmiş gibi yapalım.
Tabii, neden olamasın AKP yanlısı basının kışkırtıcı rolünü hiç mesele etmeyelim. Bunu da normal karşılayalım, olur elbette böyle şeyler, adamlar zor durumda canım, kendilerini korumaya çalışıyorlar diyelim, sokağa çıkan herkesi hedef göstermelerinde, insanları kışkırtmalarında garipsenecek bir şey yok, asıl eylemciler ne yapıyor ona bakalım diyelim. Değil mi?
Hiç mesele değil, bu hikayede de Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin hedef gösterilmesini pas geçelim, ülkenin normali budur diyelim, olacak bunlar diyelim, Ermenileri hedef gösteren bir sporcunun Akdeniz Oyunlar açılış töreninde kafile bayrağı taşımasını normal bulalım, Hükümet’te gayet önemli bir şahsın “Yahudi Diasporası”nı hedef göstermesini de anlayışla karşılayalım. Ne yapsın canım adamlar, diyelim.
Evet doğru şu kadar insan öldürülmüş, çoğunda devlet ve polis rol oynamış ama tutuklu kimse yok, görüntüler ortadan kayboluyor, bu tabloyu da normal karşılayalım, bunda bir acayiplik görmeyelim. Tam tersine göstericilerin niyetlerini sorgulayalım.

Cumartesi

“Kutsal” AKP devleti

(12 temmuz 2013, agos)


Kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu elbette bilmiyoruz ama eldeki tüm ipuçları bize şunu gösteriyor. AKP,  ya da daha çok Erdoğan ve çevresi bu Gezi Parkı Direnişi’ni tamamen değilse de büyük  ölçüde Hükümet’e karşı bir darbe girişimi olarak görmekteler.  Şunu kestirebiliyoruz, AKP içinde bunun böyle olmadığını söyleyen çevreler muhtemelen vardır. Ancak Erdoğan ve çevresinde biriken kliğin anlayış ve eyleyiş tarzı “masum çevreci gençler”i ayırıp geri kalan herkesi darbeci/isyancı/dış güçlerin maşası olarak görmek şeklinde. Burada belki durup şu ihtimali de hesaba katmak gerekebilirdi. Efendim aslında ne olduğunu gayet iyi biliyorlar ancak bunu bir darbeci kalkışma olarak sunmak işlerine geliyor da olabilir. Evet bu da bir ihtimal ve hala da geçerli ancak son iki haftada olup bitenlere baktığımda maalesef ve gerçekten kendi  çizdikleri tabloya inanmaya başladıklarını düşünmeye başladım.
Böyle bir algı Ergenekon ve 27 Nisan muhtıraları ile, kapatma davası sonrasında oluşmuştu zaten. Bu hiç de yeni değil. Bu dönemde ulusalcı olarak görebileceğimiz  kesimlerin her fırsatta türlü oyunlara kalkışması AKP’nin dikkatle baktığı ve bir kenara yazdığı gelişmelerdi, bunu tahmin etmek hiç de zor değil ve büyük ölçüde haklıydı burada AKP. Ancak daha önce de yazdığım gibi: hayat devam etti ve nehir bizi artık başka bir yere getirdi. Getirdi getirmesine ama bütün bu süreç içinde AKP devlete, yargıya, bürokrasiye, orduya, istihbarata, polise, iş dünyasına, medyaya hakim oldu. Bunları büyük ölçüde şunun için yapmaktaydı: bir daha darbe girişime, ayak oyunlarına maruz kalmamak ve sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma (bunu çevre ve kentsel dokuyu tahrip edici olarak okuyun) modeli ile uzun, çok uzun, oy destekli bir AKP iktidarı yaratmak. Bu çapta bir totaliterleşme ve toplumu nefessiz bırakma operasyonunun gayet meşru olduğunu düşünüyorlardı dolayısıyla. Ancak sonuç devlet ve partinin içiçe geçmesi ve üzerine bir de “kutsallık” halesi gelmesi oldu. İki anlamda da: hem taraftarları açısından “dindar”, türlü belalar savuşturmuş, dolayısıyla kutsal bir devlet ve hükümet vardı artık; hem de dindar olmayan ama dışarıdan destek veren kimi kesimlerce “dokunulmaz”, “arada sırada hata yapsa da daha iyisi bulunamayacak, dolayısıyla eleştirilemeyecek” bir hükümet ve devlet.
Gezi  Parkı direnişine bu havada geldik. Ve direnişin yapısı gereği çok fazla sayıda çevreyi, dinamiği, kesimi biraraya getirmesi, AKP için alarm sensorlerinin çalışmasını getirdi. “Ulusalcılar” vardı! Acaba her şey bir 27 Mayıs 1960 senaryosuna uygun biçimde mi cereyan edecekti?  Gösterilerle Hükümet’in meşruiyeti sorgulanır hale gelecek, sonra da gelsin darbe vs. Böyle mi olacaktı? Bu düşünce biçimini ilk  başta Erdoğan mı izledi yoksa AKP içinde bir klik (Astılar, Zehirlediler, Yedirmeyiz diyen bir heyet mesela)  meselenin böyle görülmesini mi sağladı, bilmek zor. Ancak Gezi Parkı direnişinin bu hale gelmesinde kendi kabahatine, koplumsal dinamiklere zerre kadar dönüp bakmayan ve buradan bir darbe girişimi çıkarmaya çalışan “akıl” anlaşılıyor ki sonunda galip geldi. Böylece kutsal AKP devleti, biraz daha kutsal hale geldi.
Tam bu esnada işte bu “akıl”ın neredeyse arayıp da bulamadığı bir gelişme daha oldu: Mısır’da darbe. Üstelik tam da çok büyük meydan gösterileri sonrasında.  Ve  üstelik ABD ve Batı’nın göz yummasıyla. Bu meselenin detaylarına girmeyeceğiz, yazının konusu değil, ancak bütün bu olup bitenlerin AKP’ye yeni bir alan açtığını ve Hükümet’e biraz daha “kutsallık” kattığını tahmin etmek zor değil.  AKP içindeki bu akıl, Mursi’nin sokak gösterileri sonrasında bir darbe ile devrildiğini muhtemelen hem kullanmaya karar verdi ve –yine muhtemelen- bu “gösteriler” yolunu  artık net biçimde tehdit olarak gördü. Son bir haftadır Taksim Dayanışması’nın ve göstericilerin maruz kaldığı  devlet şiddetini, gözaltıları ve bu şiddetin AKP ve çevresince meşrulaştırılmasını herhalde böyle anlamalıyız.

Gezi direnişinin “diğerleri”

(5 temmuz 2013, agos)

Gezi Parkı direnişi ile ilgili bilhassa AKP çevrelerinden gelen analizler çığrından çıkarak devam etmekte. Bu direnişte bir tehdit hisseden AKP ve medyası artık iyice pespayeleşen bir dil ve teorilerle eylemlere katılanları itibarsızlaştırmaya çalışıyor.  Bir yandan da bu eylemcileri ne ile suçlayacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın eylemcileri Türkiye’yi işgale kalkan düşmanlar gibi sunduğuna dikkat çekmiştim. Bunlara baştan beri  AKP’li yöneticilerin ve Hükümet’e yakın çevrelerin “darbe yapmaya kalktılar”, “çözüm sürecini akamete uğratmak istediler” “dış güçlerin oyununa geldiler” analizleri de eşlik etmekteydi. Son olarak Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay –sonradan ne kadar gizlemeye çalışsa da- bu olayların içinde “Yahudi Diasporası”nın olduğunu  söyledi. Bu cephede durum artık zincirinden boşanmış vaziyette. Ve toplum içindeki nefreti körüklediği de ortada.
Bir alt viteste ise eylemlere “ana akım”da şöyle bakıldığına tanık olduk, oluyoruz. Bir, eylemi başlatan çevreci genç masum gruplar var. Bir de diğerleri. Yani kötüler. Bu diğerleri  darbeci oldular, ulusalcı oldular, çözüm süreci karşıtı oldular, marjinal gruplar oldular, sekter sol gruplar oldular, lumpenler oldular, şiddet yanlısı oldular. Bir sürü şey oldular. Ama hep “diğerleri” oldular. Sık sık şöyle analizler duyduk: tamam samimi çevreciler var onlara lafımız yok, bir de şu diğerleri...
Bu bahsettiğim analiz çeşidinin Gezi Parkı’na bir kez bile gitmemiş, eylemlerin yakınından dahi geçmemiş siyasetçilerden, köşe yazarlarından, analistlerden, stratejik düşünce kuruluşları temsilcilerinden geldiğini biliyoruz. Fakat bu “diğerleri”, orada ne olup bittiğinden bihaber ya da tam da ne olduğunu bildiği için özellikle böyle sunan çevreler tarafından öyle çok zikredildi ki artık meseleye bakışta da otomatik bir ikilik oluştu.  Galiba şöyle oldu: Hükümet çıtayı öyle bir yere koydu ki, “masumlar” dışında kalan herkes “vandal” ve daha önemlisi neden sokağa çıktığı, neden öfkeyle dolduğu üzerine kafa yorulmaya değmez güruhlar olarak görüldü. Ve bahisler de bir kez “darbe”den açılınca  meseleyi hakkaniyetle anlamaya çalışanlardan bazıları da bu kesimleri görmez oldu. Ve gitgide “masum gruplar”ın dışında kalan herkes de bu “şiddet yanlıları” torbasına tıkıştırılmaya, onlarla aynı  başlık altında görülmeye başlandı. Basit ve kolaycı bir “diğerleri” grubu oluşturuldu.  Fakat şu var: bu diğerleri tek, heterojen bir grup değil. Ve en önemlisi “diğerleri”nin neden sokağa çıktığı önemsiz, çöpe atılacak, derhal kriminalize edilecek bir konu değil.
İlk bakışta kimilerine yadırgatıcı gelebilir ama asıl diyeceğim şu: memlekette ne olup bittiğiyle ilgileniyor, anlamaya çalışıyorsak polise karşı saatlerce barikatlarda direnenlerin de kim olduğuna bakmalıyız. Heterojen değiller demiştik:  mesela, kendi  başlarına; darbe, çözüm karşıtlığı gibi dertleri olmadan, İstanbul’un çevre semtlerinden –evet, varoşlardan- kalkıp Taksim’e gelenleri neyin harekete geçirdiğine bakmalıyız. Evet mesela, Gazi Mahallesi’nden yola çıkıp gaz bombaları, müdahaleler arasından 10 saat yürüyerek Şişli’ye gelenleri neyin yürüttüğüne bakmalıyız. Ankara’da günler boyunca ne olup bittiğine bakmalıyız. Mersin’de, Eskişehir’de, Adana’da, Rize’de insanları neyin sokağa çıkardığına bakmalıyız. Siyasetçiler çeşitli  hesaplarla, kaygılarla bu grupları görmezden gelebilir, onları suçlayabilir, yaftalayabilir, tümü için darbeci, şucu bucu deyip işin içinden çıkabilir –son olarak BDP listesinden Meclis’e giren Altan Tan da katıldığı bir programda “evet çevreciler vardı ama kalan kesim çözüm sürecini hedef almıştı” deyiverdi- ama böylesine toplumsal dinamikler ihmale, kolaycılığa, olduğundan başka bir biçimde sunulmaya gelmez.