Çarşamba

Devlet dediğin, bir “mekanizma”

(agos, 7 kasım 2014)

6-7 Ekim’den, yani Kobanê için sokağa çıkıldığı ve 40’ı aşkın kişinin hayatını kaybettiği dönemden bu yana AKP’nin ve siyasal Kürt hareketi’nin farklı nedenlerle “süreç”i zora sokmasıyla yepyeni bir aşamaya geldik. Ama buna yani bu aşamaya gelmeden iki cephenin “süreç”i zora sokmasına açıklık getirelim. KCK başta olmak üzere siyasal Kürt hareketi bilindiği gibi 6-7  Ekim öncesinde “Kobanê için adım atılmazsa süreç zora girer” derken, AKP ise 6-7 Ekim sonrasında oluşan ortamı kendine gerekçe gösterdi ve süreci zora soktu, daha doğrusu askıya aldı. Şu notu düşmekte fayda var: siyasal Kürt hareketi’nin süreç ve Kobanê  ile ilgili talepleri meşrudur zira devlet ile Kürtler arasında cereyan eden süreç, “asimetrik” ilerlemektedir, buna gerek bu sütunda gerekse başka mecralarda defalarca dikkat çektim. Zaten bu bahsettiğim denklem de yine bu düzlemde yürüyor. Ancak dikkat çekmek istediğim durum başka. İki cephe de de farklı gerekçelerle “süreç”i zora sokunca, geldiğimiz durum.
Ürpertici biçimde hızla başka bir aşamaya geçtiğimizi görmemek imkansız. 6-7 Ekim döneminde Bingöl’de öldürülen polislerle ilgili muamma ile başlayalım mesela. Saldırıdan sonra 4 kişi mi 5 kişi mi olduğunu bilemediğimiz bir grup insan güvenlik güçlerince öldürülmüş, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanı bu olayı skandal bir biçimde, “hemen cezalandırıldılar” sözleriyle lanse etmişlerdi.
Baştan beri olayın iktidarın sunduğu gibi cereyan etmediği yönünde çok fazla karine olmasına rağmen iktidar tutumundan vaz geçmedi, üstüne üstlük olayla ilgili yayın yasağı getirdi. Konuyla ilgili soru önergeleri cevapsız kaldı, resmi anlatıdaki boşluklara dikkat çeken açıklamalar medyada fazla yer bulmadı, yetkililerce cevaplanmaya değer bulunmadı. Ve şu gün itibariyle anlıyoruz ki saldırının failleri oldukları gerekçesiyle öldürülen ve öyle lanse edilen kişilerin üzerinden çıkan silahların, polislere yönelik saldırıyla bir ilgisi yok. Ki zaten olaydan 5 dakika sonra 20 kilometrelik bir mesafede olmaları da baştan beri şüphe ile karşılanmıştı. Özetle bir muamma ile karşı karşıyayız. Bunu zaten biliyoruz ama buradan çıkarılacak sonuç? Buraya da geleceğiz.
Yine aynı dönemde öldürülen birçok ismin failleri hala bulunamadı. Yasin Börü gibi gençlerin gaddarca öldürülmesi üzerindeki karanlık olanca ağırlığıyla dururken Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun Adana’da ensesinden vurulması da aydınlatılmamış bir vaka olarak önümüzde durmakta.
Ve yine 6-7  Ekim döneminde güvenlik güçlerinin silahlarından çıkan mermilerle hayatını kaybedenler hakkında herhangi bir adli gelişme yok.
Aksine dönem boyunca AKP’nin her fırsatta HDP’yi her platformda suçladığına tanık olduk.  Evet biliyoruz, AKP bunu severek yapıyor. Muhtemelen bunu bir silah olarak düşünüyor: Süreç her zora girdiğinde HDP ve siyasal Kürt hareketini bir kum torbası haline getireyim, böylece iki şey elde edeyim. a) siyasal Kürt hareketini köşeye sıkıştırmak, herhangi bir pazarlıkta vereceğinin de altına razı etmek b) Süreç nedeniyle ola ki seçmende bir hoşnutsuzluk varsa bunları telafi etmek. Ancak ağırlıklı hesabın birinci şık olduğunu söylemek mümkün. Böylece siyasal Kürt hareketi’nin bir “linç” havası estirilerek sindirilmesi planlanmakta,besbelli.
Kürt hareketi şu son bir iki yıldır gördüğümüz üzere kimi zaman sürecin selameti açısından, kimi zaman da şartları süzerek bu saldırgan politikaya her seferinde aynı dozda karşılık vermedi. Ancak 6-7 Ekim sonrası olup bitenler artık açıktır ki bir “doz aşımı” özelliği taşımaktaydı. Bu yüzden milletvekilli Sırrı Süreyya Önder  bir basın açıklamasıyla bilhassa Başbakan Davutoğlu’nun sözlerine yanıt verdi. Ancak tam da bir gün sonra HDP binasına giren bir saldırgan bir partiliye bıçakla saldırdı, boğazını kesmeye kalktı. Selahattin Demirtaş’a yönelik sözlü saldırı da AKP medyasında geniş bir onay, destek buldu, şevkle karşılandı.
Dolayısıyla bir kez daha memlekette iç savaş kışkırtıcılığı yapanın kim olduğunu ve asıl tehlikenin nereden gelebileceğini gördük.

Tam burada filmi biraz geri saralım. Hatırlanacaktır bir yandan da tüm bu olup bitenlere Öcalan’ın mesajları eşlik etti ve bu mesajlar bir tartışmayı da tetikledi.  Öcalan bilindiği gibi 6-7 Ekim ile birlikte oluşan durumun provokasyonlara açık olduğuna dikkat çekti ve gelişmelerin bir darbe ile sonuçlanabileceği uyarısı yaptı. Bilhassa “darbe” ve “darbe mekaniği” konusundaki tartışmalara girmek niyetinde değilim ancak tüm bu olup bitenler bence şunu gösteriyor.
Bilhassa AKP’nin süreci uçurum kenarında ve Kürtler’i “tedip, tenkil” tehdidiyle yürütmesi ve güvenlikçi argümanı genişletmesi, daha da önemlisi karanlık işlere girmesi ya da bu karanlık işlerin üstünü örtmesinin iki sonucu olacaktır: a) kendisi eski devletin yerini alacaktır, b) klasik devlet’e de yeni bir alan açılacaktır.
Bilhassa ikinci seçenekle ilgili olarak denebilir ki artık her şey AKP’nin talimatıyla yapılıyor, devlete tamamen hakim olan AKP’dir.  Öyledir elbette. Ancak söz gelişi, TSK’nın komuta kademesi AKP’nin suyuna gidiyor diye tüm TSK’nın ve tüm o mekanizmaların AKP’nin emrine girdiğini düşünmemeliyiz. Devlet olduğu yerde duruyor. Darbe yapamayabilir, bunun iç ve dış koşulları mümkün değildir, ama böyle süreçler; at izinin it izine karıştığı ve en önemlisi iktidarın  “böylesini” tercih ettiği süreçler klasik devlet’in sevdiği toplardır.
Dolayısıyla bir darbe beklentisi gerçekçi olmasa da AKP’nin klasik devletin rolüne soyunup, oyunu bu gri ve puslu alana taşıması, sadece sürecin değil, her şeyin kontrolden çıkmasını getirir. (ki durum zaten yeterince kontrol dışı)
Velhasıl 10 saatlik MGK toplantıları, karanlık cinayetler, Genelkurmay’ın sesinin artık daha sık çıkıyor oluşu, şu dönemde AKP’nin işine geliyor olabilir, belki de tek meseleleri bütün bu “devlet”in kendilerine bağlı olmasıydı. Ama devlet dediğin, bir “mekanizma”. Bazen durur, bazen çalışır. Bizden söylemesi..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder