Çarşamba

Taziyeden sonra manzara..

(agos, 30 nisan 2014)

Haftayı Başbakan Erdoğan’ın 24 Nisan açılımının yansımaları izleyerek geçirdik diyebiliriz herhalde. Doğrusu 25 Nisan’dan itibaren oluşan hava, gerek AKP çevreleri gerekse Ermeni cemaatinden kimi çevreler açısından biraz ölçüsüz oldu denebilir, sanırım.
AKP çevrelerinden başlayabiliriz. AKP’ye yakın medyada Cuma ve Cumartesi günü gördüğümüz başlıklar, manşetler, Hükümet’in ve ideologlarının yine kendilerini bir dev aynasında gördüklerini ortaya koydu. Evet, geçen hafta da altını çizdiğimiz gibi bu adımın önemli ve olumlu bir adım olduğu ortadadır ancak 99 yıl sonra gelen bir taziye ile Erdoğan’ın hemen Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesinde bir, nasıl desek, acelecilik olsa gerek. Denecektir ki bunu önerenler arasında Ermeni cemaatinden isimler de var. Hatta gazetelere verilen şu  meşhur ilanı da atlamamak lazım diyenler çıkacaktır.
Evet sevimsiz bir örnek olacak ama doğrusu o ilk ilanı gördüğümde aklıma ASALA eylemleri karşısında bir tepki olarak Taksim Meydanı’nda kendini yakan Artin Penik  geldi. Birkaç gün hastanede can çekişen Penik, odasını dolduran gazetecilere devletin epey beğeneceği türden açıklamalar yapmış, yurtdışındaki, bilhassa Fransa’daki Ermenileri sert biçimde eleştirmiş, hatta ağır bir yanık derecesiyle yattığı hastanede o haliyle söylediği sözler kameraya alınmış, BM’ye gönderilmişti “işte Ermeni bir vatandaştan teröre karşı açıklamalar” diye.
Bu hayli karmaşık ruh halini değil belki ama, Türkiye’deki bir azınlık mensubunu buraya sürükleyen denklemi bir parça da olsa anlayabildiğimi sanıyorum. Böylesi sert ve kesif bir çoğunluk-azınlık denklemi, böylesi yoğun bir inkar, böylesi bir mağduru suçlu çıkarma, onu bıçak sırtında yaşatma politikası, köşeye sıkışmış, sıkıştırılmış bir cemaatte bu tip reaksiyonlar yaratabilir. Yıllar yıllar boyunca usandırıcı biçimde tekrarlanan o resmi görüş, sadece çoğunluğu değil azınlığı da hizada tutmak için imal edilmemiş midir?
Dolayısıyla Erdoğan’ın 24 Nisan açılımını biraz da bu can sıkıcı ve boğucu denklem içinde değerlendirmek mümkün. Yıllar sonra gelen bir taziyeye ölçüsüz tepkiler verilebilir, cari resmi görüş ile ters düşmek istenmeyebilir, o büyük resmi görüş/çoğunluk denizi içinde kaybolmak istenebilir ya da basitçe böyle bir taziye kimileri için gerçekten de olağanüstü, devasa bir adımdır, böylece tüm sorunlar hallolmuştur. Kimbilir konu bir kez daha gündeme gelmez artık. Bunların hepsi mümkün ve en azından benim açımdan şaşırtıcı değil. Kamusal alandaki çoğunluk-azınlık, daha da açacak olursak Türk-Ermeni ve en az bunun kadar önemli olan Müslüman-Hıristiyan eşitsizliğinin medyaya, kamusal dile, günlük hayata nasıl yansıdığını biraz biliyorsak bu tepkileri şaşırtıcı bulmamalıyız. Hatta ve hatta burada bir sorun görmeliyiz belki de. Zira o kimseye farkettirmeden, dikkat çekmeden yaşamayı seçenler eski klasik devlete verdikleri reaksiyonların aynısını bu yeni devlete de veriyorlarsa, orada bir problem var, daha doğrusu varolan o problem hala çözülmemiş demektir. 
Gelelim AKP çevrelerinin tutumuna. Açıkçası zaman zaman “ben taziye diledim, görmeye gelin” esprisinde ilerleyen yansımalar ilerisi için biraz umut kırıcı mahiyetteydi. 2 gün sonra gün Milliyet gazetesinin manşetine yansıyan ve parti içi bir toplantıdan yansıyan kulis bir bilgi olduğu anlaşılan, Erdoğan’ın söylediği “Top artık onların sahasında” sözleri, geçen hafta altı çizilen “insani” yaklaşımın üzerinde bir soru işareti yarattı. Bu adımı göklere çıkarmak için cemaat içinde destek bulunabilir ve verilen bu desteklerle AKP attığı bu adımı bir tür çarpan etkisiyle varolduğundan çok daha devasa bir adım gibi gösterebilir. Bunlar mümkündür ve siyasette  böyle şeyler vardır. Ancak madem ki işe “insani” bir adımla başladık, taziyeye uygun bir ağırbaşlılık içinde ilerlemekte fayda var diye düşünüyorum.

Salı

Eskisiyle, yenisiyle devletin Taksim taassubu

(22 nisan 2014, agos.com.tr)

Türkiye’de yaşıyorsanız ve bir yerinden şu yazı/çizi işine bulaştıysanız hayatınız boyunca aynı yazıyı yazmak zorunda kalabilirsiniz. Bilhassa belli konularda. 1 Mayıs da işte bunlardan biri. Tamam AKP  1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti ve 3 yıl boyunca Taksim’de kutlanmasına ses çıkarmadı. Ama  “devlet” dediğimiz kurumun tüm ceberrutluğunu ve boğuculuğunu belli alanlarda devralan AKP’nin burada da klasik şablona dönmesi uzun sürmedi. Fakat tabii zaman değiştiği için gerekçeler de değişiyor. Doğrusu neyin değiştiği, ama daha da önemlisi neyin değişmediği üzerine biraz kafa yormaya değer bir konu bu.  
Başlıkta devletin taassubundan bahsettik. Nedir o? Çok kabaca tarif edersek, bilhassa 12 Eylülcülerin zihniyetinde tüm berraklığıyla gördüğümüz bir güvenlik paranoyası, ama asli olarak toplumu “siyaset”ten arındırma takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade tecelli etmelidir ama aslında “siyasallaşmamalıdır” ve iktidar sahipleri en gür sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda da şuna buna “siyaset yapmayın” demesini hatırlayın) 12 Eylül’ün zihinsel düzeyde yapmaya çalıştığı biraz da buydu. Ve bunun bir adım ötesi de “mekan”ların siyasetten temizlenmesiydi. Çünkü toplumsal ve siyasal alanda mekan hayatın bir parçasıdır ve yaşananla, tarihle bir bütünlüğü ifade eder. Yani tarih, hafıza aslında mekan olmadan olmaz. Fail için de mağdur için de mekan bu yüzden önemlidir. İktidar olarak  onu o büyük gerçeklikten çekip kopardığınızda, hayli kritik bir hamle yapmış olursunuz. Dolayısıyla üçüncü ayağa geliyoruz. “Zaman”a. Bu zihniyette zaman yani hafıza da siyasetten temizlenmelidir. Tam bir arınma böyle sağlanabilir ancak.
Bu zihniyetin hakim olduğu yıllar boyunca, işte tam da bu “arındırma” işlemine direnenler  1 Mayıs’ı tekrar Taksim’de kutlamak için mücadele ettiler. Ve bu epey zorlu geçen direniş sonucunda alanı tekrar kazandılar. Böylece “mekan”ı ve “zaman”ı da kazanmış oluyorlardı ki aynı bir insan gibi, bir toplum için de çok önemlidir. Gerçeği (kendi hatalarını da  bir daha düşünerek) ancak böylece tekrar kurabilir.
Peki 12 Eylül zihniyeti niye bu kadar direnmişti? Direnmişti çünkü silmeye çalıştıkları şey, 12 Eylül öncesinde, toplumun siyasallaşması, devletin/otoritenin çizdiği çerçevenin dışına çıkması idi. Bir balta ile keser gibi bunu kesmişlerdi ve dipte bir yerde en küçük bir filizin bile yeşermesine tahammülleri yoktu. Ve mazallah 1 Mayıs yine Taksim’de kutlanacak olursa bütün o “arındırma” çabaları boşa gidebilirdi. Taksim zamandan ve mekandan koparılmalıydı.
Bunu bilmek ya da meseleye bir de böyle bakmak, şu günlerde yaşadığımızı anlamlandırmayı da kolaylaştırabilir. Dolayısıyla artık bugüne gelebiliriz. AKP yazının başında da hatırlattığım gibi o dönemki genel politika içersinde o adımları attı. Ancak buradan  geri dönmesi uzun sürmedi. Şurası önemli: Bu geri dönüş iki aşamada oldu. Ki bilhassa ikinci aşamada en azından zihniyet olarak olarak 12 Eylül ile nasıl buluştuklarını da göreceğiz. Ama önce ilk aşama.
Geçen yıl da o şedit ve gaz bulutlu 1 Mayıs’ta yazdığım gibi (“Derin devletle değil, otoriter kapitalizmle”, Agos, 2 Mayıs 2013) masada ilk aşamada Taksim’i süregiden kentsel dönüşüm planları çerçevesinde siyasetten , hayattan kurtarıp daha steril bir hale getirmek ve ucuna da bir AVM kondurmak vardı. Bu plan tek başına, başıboş bir plan değildi elbette. Olan biteni Tarlabaşı ve benzer semtlerdeki “doku değiştirme” operasyonları ile birlikte düşündüğümüzde tablo daha net ortaya çıkıyordu. AKP düzensiz, kontrol edemediği, dünya görüşlerinden, yaşayış tarzlarından hazzetmediği toplulukları kentin belli yerlerinden sürüyor, ya da etkisizleştiriyor, buraları steril ve hayalindeki yeni AKP toplumunun rahatça yaşayabileceği, onların olacak mekanlar haline getirmek istiyordu. Dolayısıyla yine bir mekan ve zaman operasyonuna girişmek şarttı. İstanbul’dan ve hayattan kopuk o beton çölü, öyle de görebiliriz.
Zaten Gezi Parkı’na kışla şeklinde AVM kondurma işi de bu planın bir ayağıydı. Ve aynı zamanda yukarıda bahsettiğim birinci aşama ile ikinci aşama arasındak kırılma noktasıydı. Çünkü Gezi direnişi ile birlikte yukarıda bahsettiğim 12 Eylül zihniyetiyle o büyük otoriter buluşma gerçekleşti. Şöyle ki: Gezi direnişi’nin kendisini değil, (bu konuda çok şey yazıldı zaten) devleti/otoriteyi temsil eden AKP’de yarattığı tahribatı, etkiyi düşünebiliriz burada. Ve şunu akılda tutabiliriz. Türkiye’de cari devlet, hele ki otoriter ve topluma neyin doğru olduğunu söyleme geleneğinden geliyorsa, toplumun genişçe bir kesiminin siyasallaşmasını, siyasal alana müdahale etmesini, bir özne haline gelmesini, alternatif, kontrol edemediği bir alan, en önemlisi özerk bir “söz” (1) kurmasını istemez. Bundan hazzetmez. Açık konuşalım: bundan nefret eder. Daha da açık konuşalım: delice bir hınç duyar.

Cuma

Bu yılın 24 Nisan menüsü..

(agos, 18 nisan 2014)

Yine bir 24 Nisan yaklaşıyor ve  ne ilginçtir devletin, kurucu otoritenin temel çizgilerini devralan siyasal İslamcı siyaset, bu konuya laubalice yaklaşmayı beceriyor.
Evet neredeyse her yıl olduğu gibi yine bir tasarı ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde kabul edildi. Tasarının genel kurul gündemine gelmesi beklenmiyorsa da devlet, hükümet ve bunları temsil eden tüm kurumlar/eski ve yeni merkeziyle medya, klasik reaksiyonlarını bir ton düşük de olsa verdiler. Ancak bu yılki kampanya AKP-Cemaat kavgası gölgesinde yapılmakta ve tam da bu yüzden işler iyice sevimsizleşmekte. Cumartesi günü Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan haber hayli ilginçti mesela. “Bir bu eksikti” manşetiyle gazeteye birinci sayfadan giren haberin spotunda şunlar yazıyordu: “Cemaat rayına giren Türk Ermeni ilişkilerini hedef aldı. Senatör Menendez gündemde olmayan soykırım tasarısını kongreye taşıdı. Cemaatin oylamadan bir gün önce Menendez’i ağırlaması dikkat çekti.”
Bu, meselenin ne olduğunu anlamanın, anlatmanın yakınından bile geçmeyen, böyle bir mesele için geliştirilebilecek en kaba yaklaşım. Şimdi, şunu bilemem: Cemaat bu senatör ile içli dışlı mıdır, değil midir. Fakat bu tasarı 80’lerden beri her yıl gündeme gelir ve Türkiye tüm resmi kurumlarıyla her yıl benzer reaksiyonlar gösterir. Dolayısıyla Cemaat böyle bir girişimde bulunsa da bulunmasa da, bunun olacağı belli.
Dolayısıyla 1915 gibi hayli ağır bir meseleyi artık iyice süflileşen kavganıza meze etmek –ki bu, Cemaat için de geçerli- doğrusu insanı büyük bir karamsarlığa sevkediyor. Ve fakat  meselemiz elbette bununla bitmiyor. Mesela baştaki “Rayına giren Türk Ermeni ilişkileri” ifadesi nedir ben anlamadım ve merak içindeyim. Türkiye’nin yanlışlarla dolu, Neo-Osmanlıcılık ihtiraslarıyla malul Suriye politikası yüzünden yerinden yurdundan olan Kesab Ermenileri nedeniyle mi rayında acaba Türk Ermeni ilişkileri? Yoksa Hrant Dink’e de hayatı dar eden Ergenekon örgütünün Cemaat ile kapışma neticesinde neredeyse temize çıkarılması nedeniyle mi? Yoksa Hrant Dink cinayeti davasında müthiş mesafeler alındı, davada neredeyse herkesi tatmin edecek bir neticeye gelinmek üzere de, bizim mi haberimiz yok? Hepsini geçtim 24 Nisan tarihine şu yukarıda gördüğümüz resmi görüşü tahkim edici yaklaşım yüzünden mi? En önemlisi: ilişkilerin “rayında” gitmesinin temel şartı soykırım meselesinin açılmaması mıdır?

Çarşamba

Teşkilat-ı Mahsusa forever

(29 mart 2014, agos.com.tr)

27 Mart günü öğle saatlerinde YouTube’a konan ses kayıtlarını dinlemeyi bitirdiğimde düşündüğüm, bu devletin hiç değişmediğiydi. Bunu onlarca kez yazdım zaten. AKP devleti devralırken tüm özelliklerini ve davranış kalıplarını da devralmış ve bunları gayet de faydalı bulmuştu. Bizim o klasik ‘devlet’imiz pekala AKP için de yararlı bir araç (ya da ‘tool’) olabilirdi. Bunu epey önce idrak etmiştik zaten. Fakat duyduklarım, yani o konuşmalar ister istemez beni bir kez daha bu konu üzerinde düşünmeye sevketti.
Açıkçası bunun neye benzediğini bulmak için uzun uzadıya düşünmem gerekmedi. Bu ülkenin  tarihine biraz vakıf herhangi bir Türkiye vatandaşı bir  neo-Teşkilatı-ı Mahsusa ile karşı karşıya olduğumuzu şıp diye anlardı. Ve ürperirdi. Daha doğrusu bana öyle oldu.
Şunu zaten biliriz ya da sezeriz zaten. İttihat ve Terakki elbette ki 1918’deki mağlubiyetle birlikte bu topraklardan kaybolmadı. Öyle bir ihtiyaca karşılık gelmişti ki, peşine gelen Kemalist kadroları şekillendirmek ve insan malzemesi/know how sağlamakla kalmamış, şu 90 yıllık devlete de bir ‘ruh’ vermişti. Nedir o ihtiyaç derseniz, devlete ‘kutsallık’ atfeden, devleti ve toplumu Türklük ve Müslümanlık eksenlerinde şekillendiren ve bu iki ana eksenin bozulmaması için her türlü yasadışı faaliyeti meşru gören. Bunun için kendi vatandaşlarını harcamaktan hiç çekinmeyen…
Yakın tarihe dönük analizlerimizde uzunca bir süre bu geleneği siyasette –bilhassa 1970’lere kadarki- CHP’nin, 75-80 arası AP’nin, devlette ise geniş bir süreklilik içinde TSK ve MİT’in temsil ettiğini düşündük. Zira devletin ana rotasını çizen aktörler bunlardı ve burada şimdi saymayacağım onlarca cürüm, bu geleneğin devletin bekası için kendi vatandaşını harcamaktan bir an bile çekinmeyeceğini ortaya koymuştu. 1915 ile başlayan, Emval-i Metruke kanunları ile devam eden,  Kürt isyanlarına yönelik sert tedip hareketleri ile şekillenen, Trakya pogromu ve Varlık Vergisi ile sermayenin millileşmesi hamlesini büyük ölçüde tamamlayan, 6-7 Eylül pogromunu planlayan, 27 Mayıs darbesini icra eden, 1964’te Rumları sınırdışı eden, 1971 muhtırası sonrasında gayrimüslimlerin vakıf mallarına el koyan, Kıbrıs’ta bilumum özel harp faaliyeti yürüten, Kahramanmaraş katliamını organize eden, 1980’e doğru şiddet ortamını harlandıran bu yapıya her baktığımızda karşımıza hep aynı ‘devlet’, hep aynı zihniyet çıkıyordu.
Fakat bütün bu analizlerde çoğu zaman dillendirilmeyen, AKP’nin Ergenekon hesaplaşması sonrasında ise neredeyse hiç dillendirilmeyen bir ‘realite’ daha vardı. Evet, bütün bu faaliyet laik-otoriter ve merkez sağ kanat tarafından icra ediliyordu ancak muhafazakâr kanat, kendisine değmeyen pek çok hamlenin aslında en azından zihinsel anlamda ortağı konumundaydı. Ellerinin pisliğe bulaşmaması onları aslında masum yapmıyordu. Bilhassa gayrimüslimlere yönelik ‘sermaye millileştirmesi’ harekâtlarında kayda değer bir itiraz göstermemişler, hatta bazılarına suç ortağı olmuşlardı. Keza Kürt meselesinde de, evet, şedit devlet politikasının uygulayıcısı olmamışlar ancak olup bitenlerden öyle büyük bir rahatsızlık da duymamışlardı.
Bu durumu tarihsel planda belki çok kabaca şöyle izah etmek mümkün. Teşkilatı-ı Mahsusa bilindiği gibi İttihat ve Terakki’nin –kâğıt üzerinde- kazanılabilecek, kaybedilmiş ya da kaybedilmek üzere olan topraklarda faaliyet gösteren, yerine göre Pan-İslamizm yerine göre Pan-Türkizm siyasetiyle hareket eden örgütüydü. Söz konusu toprakları kazanmak ya da kaybetmemek için her türlü illegal faaliyeti meşru gören bir zihniyetten güç alıyordu. Ve bu faaliyetler o zamanki ‘İslamcı’ siyaset tarafından da benimsenmekteydi. Mehmet Akif Ersoy’un da bir dönem TM üyesi olması bu  bahiste hayli açıklayıcıdır. Yani o gelenek tek bir siyasette, tek bir çizgide yaşamadı hiç.
Zihinsel ve tarihsel yolculuğumuza burada ara verip günümüze gelelim isterseniz. Kayıtların en ürpertici kısmı hiç şüphesiz MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Suriye’ye bugüne kadar 2 bin TIR gönderildiğini söylediği bölüm ile savaş çıkarmak ve Suriye topraklarına yerleşmek için gerekirse bu tarafa füze göndertebileceğini ve Süleyman Şah Türbesi’ne bir saldırı düzenletebileceğini söylediği bölümlerdi. Bu sözler hiç şüphesiz korkunçtur ama daha korkunç olan toplantıdaki herkesin bunu gayet sıradan bir faaliyet gibi görmesi, bir kişinin bile “Ya böyle şey olur mu?” dememesidir. Hakan Fidan ve diğer şahıslar bu rahatlığı nereden almaktadır?

Perşembe

30 Mart: öncesi, sonrası

(agos, 4 nisan 2014)

Adettendir, seçim biter analizi yapılır. Şu kadar gündür analiz okumaktan ve dinlemekten size fenalık basmış olabilir ama yapacak bir şey yok. Çok uzatmadan konuya geçeyim madem.

-Cemaat’in hesapları tutmadı. Bunun net bir hüküm vermesi zor bir planda sonuçları olacağı açık. Şöyle ki: Cemaat’in siyasete “dışarıdan” bir müdahale yaptığı apaçık ortadaydı  ancak  diğer önemli mesele bu yolsuzluk soruşturmasının AKP’nin seçimi kazanmasıyla buharlaşma ihtimali idi. Şimdi böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız. Şu da var. AKP’nin kazandığı/edindiği güç, bundan sonraki yolsuzlukları yargıya taşıyacak herhangi bir mekanizma da bırakmadı ortada. Yani artık birileri yolsuzluk yaparsa cezasını bir babanın ailesine ceza kesmesi gibi Erdoğan verecek. İster affeder, ister ödüllendirir.  Evet burada zaten genel rotasına şüphe ile baktığımız, devlet içindeki gücünü/ideolojisini mesele ettiğimiz Cemaat’in izlediği “seçim odaklı” strateji tartışılmalıdır ancak (ayrı bir konu olarak) bundan sonra hangi savcının ya da hakimin yolsuzluk konusunda cesurca bir karar verebileceği de soru işaretidir. Bu, ciddi bir mesele.

-Muhalefet partilerinden devam edelim. Bu seçime özel bir durum olsa gerek, iki şehirde sol ve ulusalcı muhalefetin CHP’de konsolide olduğunu söyleyebiliriz. Seçimlerden hemen önce, yolsuzluk kasetlerinin de yarattığı havayla AKP’ye en önemli darbenin sandıkta birleşerek vurulacağı yönünde oluşturulan atmosfer işe yaramış görünüyor. Ancak buna rağmen bilhassa İstanbul’da umulan sonuç elde edilemedi. Ankara’da ise adayın özelliğinden kaynaklanan başka bir konsolidasyon oldu. Bir önceki seçimin MHP adayı olan Mansur Yavaş 2009’da Ankara’da %27 oy almıştı. Bu seçimde bu oyların büyük bölümünün  CHP’ye gittiği görülüyor. Yine de bütün bu tabloya rağmen CHP’nin zorlanması not edilmeli.

-Ankara’nın gösterdiği başka bir eğilim daha var. Bilhassa seçim sonuçlarına itiraz günlerinde (Tabii biraz da Melih Gökçek’ten “ kurtulma” adına) MHP ve CHP seçmenlerinin birlikte hareket edebildiğine tanık olduk. Bu kınanacak ya da eleştirilecek bir durum değil. İki legal siyasi parti baskın ve güçlü bir adaya karşı bir tür işbirliği yapmış durumdalar ve oylarına sahip çıkıyorlar. Fakat bu tablo ister istemez seçim öncesinde İstanbul’da olup bitenlere bir kez daha bakmaya yöneltiyor bizi.

-Seçime doğru bilhassa HDP’ye yönelik gerek Cemaat’in sosyal medyadaki sözcülerinden gerekse sol-sosyal demokrat çevrelerden bir psikolojik baskı başladığını gözledik. Cemaat çevreleri bilhassa HDP adayını itibarsızlaştırmaya çalışırken kimi sol-sosyal demokrat çevreler ise HDP’nin çekilmesi ya da HDP’ye oy verilmemesi seçeneğini gündeme getirdiler. Bu tablo karşısında HDP yöneticileri bir kez daha, seçimden aylar önce CHP ile ittifak görüşmesi yapıldığını  ancak CHP yönetiminin halka açık, şeffaf  bir ittifak görüşmesine yanaşmadığını ve “bize zarar verir” dediğini hatırlatmak durumunda kaldılar. Bunu  zaten CHP lideri Kılıçdaroğlu da teyit etti. Ancak HDP’nin bu seçimlere girerek AKP hesabına çalıştığı suçlaması da yine CHP lideri tarafından seçime günler kala  telaffuz edildi. Dolayısıyla herhalde şunu söylelebiliriz: CHP için MHP ile ittifak yapmak,  siyasal Kürt hareketi ile ittifak yapmaktan çok daha mümkün  ve sorunsuz. Taban ve çevresi açısından da. Bu durum sanıyorum CHP’nin Güneydoğu’da neden bu kadar az oy aldığını (AKP 650 bin, CHP 10 bin)  açıklıyor. Bütün bu süreç esas olarak HDP açısından önemli bir gösterge ve deneyim oldu.