Çarşamba

Teşkilat-ı Mahsusa forever

(29 mart 2014, agos.com.tr)

27 Mart günü öğle saatlerinde YouTube’a konan ses kayıtlarını dinlemeyi bitirdiğimde düşündüğüm, bu devletin hiç değişmediğiydi. Bunu onlarca kez yazdım zaten. AKP devleti devralırken tüm özelliklerini ve davranış kalıplarını da devralmış ve bunları gayet de faydalı bulmuştu. Bizim o klasik ‘devlet’imiz pekala AKP için de yararlı bir araç (ya da ‘tool’) olabilirdi. Bunu epey önce idrak etmiştik zaten. Fakat duyduklarım, yani o konuşmalar ister istemez beni bir kez daha bu konu üzerinde düşünmeye sevketti.
Açıkçası bunun neye benzediğini bulmak için uzun uzadıya düşünmem gerekmedi. Bu ülkenin  tarihine biraz vakıf herhangi bir Türkiye vatandaşı bir  neo-Teşkilatı-ı Mahsusa ile karşı karşıya olduğumuzu şıp diye anlardı. Ve ürperirdi. Daha doğrusu bana öyle oldu.
Şunu zaten biliriz ya da sezeriz zaten. İttihat ve Terakki elbette ki 1918’deki mağlubiyetle birlikte bu topraklardan kaybolmadı. Öyle bir ihtiyaca karşılık gelmişti ki, peşine gelen Kemalist kadroları şekillendirmek ve insan malzemesi/know how sağlamakla kalmamış, şu 90 yıllık devlete de bir ‘ruh’ vermişti. Nedir o ihtiyaç derseniz, devlete ‘kutsallık’ atfeden, devleti ve toplumu Türklük ve Müslümanlık eksenlerinde şekillendiren ve bu iki ana eksenin bozulmaması için her türlü yasadışı faaliyeti meşru gören. Bunun için kendi vatandaşlarını harcamaktan hiç çekinmeyen…
Yakın tarihe dönük analizlerimizde uzunca bir süre bu geleneği siyasette –bilhassa 1970’lere kadarki- CHP’nin, 75-80 arası AP’nin, devlette ise geniş bir süreklilik içinde TSK ve MİT’in temsil ettiğini düşündük. Zira devletin ana rotasını çizen aktörler bunlardı ve burada şimdi saymayacağım onlarca cürüm, bu geleneğin devletin bekası için kendi vatandaşını harcamaktan bir an bile çekinmeyeceğini ortaya koymuştu. 1915 ile başlayan, Emval-i Metruke kanunları ile devam eden,  Kürt isyanlarına yönelik sert tedip hareketleri ile şekillenen, Trakya pogromu ve Varlık Vergisi ile sermayenin millileşmesi hamlesini büyük ölçüde tamamlayan, 6-7 Eylül pogromunu planlayan, 27 Mayıs darbesini icra eden, 1964’te Rumları sınırdışı eden, 1971 muhtırası sonrasında gayrimüslimlerin vakıf mallarına el koyan, Kıbrıs’ta bilumum özel harp faaliyeti yürüten, Kahramanmaraş katliamını organize eden, 1980’e doğru şiddet ortamını harlandıran bu yapıya her baktığımızda karşımıza hep aynı ‘devlet’, hep aynı zihniyet çıkıyordu.
Fakat bütün bu analizlerde çoğu zaman dillendirilmeyen, AKP’nin Ergenekon hesaplaşması sonrasında ise neredeyse hiç dillendirilmeyen bir ‘realite’ daha vardı. Evet, bütün bu faaliyet laik-otoriter ve merkez sağ kanat tarafından icra ediliyordu ancak muhafazakâr kanat, kendisine değmeyen pek çok hamlenin aslında en azından zihinsel anlamda ortağı konumundaydı. Ellerinin pisliğe bulaşmaması onları aslında masum yapmıyordu. Bilhassa gayrimüslimlere yönelik ‘sermaye millileştirmesi’ harekâtlarında kayda değer bir itiraz göstermemişler, hatta bazılarına suç ortağı olmuşlardı. Keza Kürt meselesinde de, evet, şedit devlet politikasının uygulayıcısı olmamışlar ancak olup bitenlerden öyle büyük bir rahatsızlık da duymamışlardı.
Bu durumu tarihsel planda belki çok kabaca şöyle izah etmek mümkün. Teşkilatı-ı Mahsusa bilindiği gibi İttihat ve Terakki’nin –kâğıt üzerinde- kazanılabilecek, kaybedilmiş ya da kaybedilmek üzere olan topraklarda faaliyet gösteren, yerine göre Pan-İslamizm yerine göre Pan-Türkizm siyasetiyle hareket eden örgütüydü. Söz konusu toprakları kazanmak ya da kaybetmemek için her türlü illegal faaliyeti meşru gören bir zihniyetten güç alıyordu. Ve bu faaliyetler o zamanki ‘İslamcı’ siyaset tarafından da benimsenmekteydi. Mehmet Akif Ersoy’un da bir dönem TM üyesi olması bu  bahiste hayli açıklayıcıdır. Yani o gelenek tek bir siyasette, tek bir çizgide yaşamadı hiç.
Zihinsel ve tarihsel yolculuğumuza burada ara verip günümüze gelelim isterseniz. Kayıtların en ürpertici kısmı hiç şüphesiz MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Suriye’ye bugüne kadar 2 bin TIR gönderildiğini söylediği bölüm ile savaş çıkarmak ve Suriye topraklarına yerleşmek için gerekirse bu tarafa füze göndertebileceğini ve Süleyman Şah Türbesi’ne bir saldırı düzenletebileceğini söylediği bölümlerdi. Bu sözler hiç şüphesiz korkunçtur ama daha korkunç olan toplantıdaki herkesin bunu gayet sıradan bir faaliyet gibi görmesi, bir kişinin bile “Ya böyle şey olur mu?” dememesidir. Hakan Fidan ve diğer şahıslar bu rahatlığı nereden almaktadır?

Bana sorarsanız o tarihsel gelenekten ve asli olarak da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun çizdiği ‘atak’ politikadan. Elbette ki Davutoğlu bu çizgiyi tek başına çizmedi, Erdoğan ve AKP kurucularının zihnindeki bir formülasyonu, bir hayali uygulamaya geçirdi. Ancak bu çizgiyi sadece uygulamaya geçirmekle kalmadı, kendisi de bu ihtirasla zaten yanıp tutuşmaktaydı ve bunun teorisini de oluşturmak için büyük gayret gösterdi.
Çok yazıldı, çizildi o yüzden kısa geçeceğim. Osmanlı dünyasını en azından siyasi-kültürel bir iklim olarak yeniden canlandırmak adı altında Türkiye’yi Ortadoğu ve Balkanlar’ın ‘Büyük Abi’si konumuna getirmek. Ve bunu elbette Sünni bir eksen etrafında oluşturmak.
Bu ihtirası gerçekleştirmek için Suriye’nin bir fırsat olarak görüldüğünü artık hepimiz biliyoruz. Böylece  meselenin bam teline yani şu soruya geliyoruz. Devletler yasadışı işlere bulaşma gücünü nereden alırlar? Şu kadar yıllık cumhuriyet tarihi sayesinde herhalde artık anlamış olmalıyız ki, ‘resmi görüş’ten. Bugüne kadar cari devlet kadroları ne zaman devlet içindeki bir kanattan kurtulmak, ya da belli bir oranda arınmak isteseler topluma ‘derin devlet’ diye bir heyula sundular. Bize sunulana göre derin devlet tüm engellemelere rağmen devlet içine sızardı ve onunla baş etmek çok ama çok zordu.
Biz ve bazılarımız da hep dedik ki, derin devlet dediğiniz, devletin ta kendisidir. Ona meşruiyeti sağlayan, hareket imkânı sağlayan o günkü devlete hâkim olanlar tarafından oluşturulan resmi görüştür. Derin devlet dediğimiz devlet organları, o meşruiyet içinde kendine hareket sahası bulur ve kendisinden en azından o gün için hesap sorulamayacağını bilir. Kendisine hangi ‘refleks’ler öğretildiyse o refleksler çerçevesinde hareket eder. O yüzdendir ki ne zaman yargıya çıkartılsa “Devlet ne istediyse onu yaptım” der.
Kayıtlar işte bize bunu gösterdi. Teşkilat-ı Mahsusa zihniyetinin sadece ‘ulusalcı’ ve merkez sağ çizgi tarafından temsil edilmediğini, İslamcı-muhafazakâr kanatta da yaşadığını, yaşatıldığını. Ve en önemlisi derin devlet dediğimizin, devletin ta kendisi olduğunu.
Bitirirken… Yine de şu soruya da yanıt aranabilir. Bu toplantıyı kim dinledi ve sızdırdı? Bunu bilmemiz elbette ki mümkün değil ve istihbaratçılık oynamamın da alemi yok. Ama yine yakın tarihimize baktığımızda gördüğümüz şu: Bu ülkenin tarihi bir yandan da devlet içindeki bir gücün ya da kanadın, devletin zıvanadan çıkma ihtimali (bunu rakip kanadın aşırı güç kazanması ihtimali olarak da okuyabiliriz) karşısında karşı ve rakip kanadı (ya da kanatları) açığa düşürücü bir hamleyi uygulamaya koymasının tarihidir. Bir başka deyişle: Bu devletin mutabakatla yapıtığı işler vardır, mutabakat dışı yaptığı işler vardır. Mutabakatla yapılan işlerde tek bir bilgi kırıntısı sızmaz. (17 Aralık’tan bu yana, ya da öncesinde Hrant Dink cinayeti ile ilgili ne sızdı, mesela?) Ama mutabakat dışı işlerde bir el, zaman  zaman devreye girer. Dolayısıyla AKP’nin yaptığı gölge boksu, esasen sonuçsuz bir faaliyetmiş gibi görünüyor.
Bitirelim artık. Yine de keşke birilerine sorma imkânımız olsaydı: Kahramanmaraş’ı da böyle mi tezgâhladınız?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder