(22 nisan 2014, agos.com.tr)
Türkiye’de yaşıyorsanız ve bir yerinden şu yazı/çizi işine
bulaştıysanız hayatınız boyunca aynı yazıyı yazmak zorunda kalabilirsiniz.
Bilhassa belli konularda. 1 Mayıs da işte bunlardan biri. Tamam AKP 1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti ve 3 yıl
boyunca Taksim’de kutlanmasına ses çıkarmadı. Ama “devlet” dediğimiz kurumun tüm ceberrutluğunu
ve boğuculuğunu belli alanlarda devralan AKP’nin burada da klasik şablona
dönmesi uzun sürmedi. Fakat tabii zaman değiştiği için gerekçeler de değişiyor.
Doğrusu neyin değiştiği, ama daha da önemlisi neyin değişmediği üzerine biraz
kafa yormaya değer bir konu bu.
Başlıkta devletin taassubundan bahsettik. Nedir o? Çok
kabaca tarif edersek, bilhassa 12 Eylülcülerin zihniyetinde tüm berraklığıyla gördüğümüz
bir güvenlik paranoyası, ama asli olarak toplumu “siyaset”ten arındırma
takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade
tecelli etmelidir ama aslında “siyasallaşmamalıdır” ve iktidar sahipleri en gür
sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda
da şuna buna “siyaset yapmayın” demesini hatırlayın) 12 Eylül’ün zihinsel
düzeyde yapmaya çalıştığı biraz da buydu. Ve bunun bir adım ötesi de “mekan”ların
siyasetten temizlenmesiydi. Çünkü toplumsal ve siyasal alanda mekan hayatın bir
parçasıdır ve yaşananla, tarihle bir bütünlüğü ifade eder. Yani tarih, hafıza
aslında mekan olmadan olmaz. Fail için de mağdur için de mekan bu yüzden
önemlidir. İktidar olarak onu o büyük
gerçeklikten çekip kopardığınızda, hayli kritik bir hamle yapmış olursunuz. Dolayısıyla
üçüncü ayağa geliyoruz. “Zaman”a. Bu zihniyette zaman yani hafıza da siyasetten
temizlenmelidir. Tam bir arınma böyle sağlanabilir ancak.
Bu zihniyetin hakim olduğu yıllar boyunca, işte tam da bu
“arındırma” işlemine direnenler 1 Mayıs’ı
tekrar Taksim’de kutlamak için mücadele ettiler. Ve bu epey zorlu geçen direniş
sonucunda alanı tekrar kazandılar. Böylece “mekan”ı ve “zaman”ı da kazanmış
oluyorlardı ki aynı bir insan gibi, bir toplum için de çok önemlidir. Gerçeği
(kendi hatalarını da bir daha düşünerek)
ancak böylece tekrar kurabilir.
Peki 12 Eylül zihniyeti niye bu kadar direnmişti? Direnmişti
çünkü silmeye çalıştıkları şey, 12 Eylül öncesinde, toplumun siyasallaşması,
devletin/otoritenin çizdiği çerçevenin dışına çıkması idi. Bir balta ile keser
gibi bunu kesmişlerdi ve dipte bir yerde en küçük bir filizin bile yeşermesine
tahammülleri yoktu. Ve mazallah 1 Mayıs yine Taksim’de kutlanacak olursa bütün
o “arındırma” çabaları boşa gidebilirdi. Taksim zamandan ve mekandan
koparılmalıydı.
Bunu bilmek ya da meseleye bir de böyle bakmak, şu günlerde yaşadığımızı
anlamlandırmayı da kolaylaştırabilir. Dolayısıyla artık bugüne gelebiliriz. AKP
yazının başında da hatırlattığım gibi o dönemki genel politika içersinde o
adımları attı. Ancak buradan geri
dönmesi uzun sürmedi. Şurası önemli: Bu geri dönüş iki aşamada oldu. Ki
bilhassa ikinci aşamada en azından zihniyet olarak olarak 12 Eylül ile nasıl
buluştuklarını da göreceğiz. Ama önce ilk aşama.
Geçen yıl da o şedit ve gaz bulutlu 1 Mayıs’ta yazdığım gibi
(“Derin devletle değil, otoriter kapitalizmle”, Agos, 2 Mayıs 2013) masada ilk
aşamada Taksim’i süregiden kentsel dönüşüm planları çerçevesinde siyasetten ,
hayattan kurtarıp daha steril bir hale getirmek ve ucuna da bir AVM kondurmak
vardı. Bu plan tek başına, başıboş bir plan değildi elbette. Olan biteni
Tarlabaşı ve benzer semtlerdeki “doku değiştirme” operasyonları ile birlikte
düşündüğümüzde tablo daha net ortaya çıkıyordu. AKP düzensiz, kontrol edemediği,
dünya görüşlerinden, yaşayış tarzlarından hazzetmediği toplulukları kentin
belli yerlerinden sürüyor, ya da etkisizleştiriyor, buraları steril ve
hayalindeki yeni AKP toplumunun rahatça yaşayabileceği, onların olacak mekanlar
haline getirmek istiyordu. Dolayısıyla yine bir mekan ve zaman operasyonuna
girişmek şarttı. İstanbul’dan ve hayattan kopuk o beton çölü, öyle de görebiliriz.
Zaten Gezi Parkı’na kışla şeklinde AVM kondurma işi de bu
planın bir ayağıydı. Ve aynı zamanda yukarıda bahsettiğim birinci aşama ile
ikinci aşama arasındak kırılma noktasıydı. Çünkü Gezi direnişi ile birlikte
yukarıda bahsettiğim 12 Eylül zihniyetiyle o büyük otoriter buluşma
gerçekleşti. Şöyle ki: Gezi direnişi’nin kendisini değil, (bu konuda çok şey
yazıldı zaten) devleti/otoriteyi temsil eden AKP’de yarattığı tahribatı, etkiyi
düşünebiliriz burada. Ve şunu akılda tutabiliriz. Türkiye’de cari devlet, hele
ki otoriter ve topluma neyin doğru olduğunu söyleme geleneğinden geliyorsa,
toplumun genişçe bir kesiminin siyasallaşmasını, siyasal alana müdahale
etmesini, bir özne haline gelmesini, alternatif, kontrol edemediği bir alan, en
önemlisi özerk bir “söz” (1) kurmasını istemez. Bundan hazzetmez. Açık
konuşalım: bundan nefret eder. Daha da açık konuşalım: delice bir hınç duyar.
12 Eylül yönetiminin solla kıyaslanmayacak biçimde de olsa
sağ’ı da ezmesine böyle de bakılabilir. Yani hadi solu anladık siz kim
oluyorsunuz da kendinizi bir “özne” gibi görüyorsunuz, devletin yanında bile
olsa ayrı bir ajandaya sahip oluyorsunuz gibi. 12 Eylül aslen böylesi bir
hışımla toplumun üzerine gitti. 1980 öncesindeki o büyük siyasallaşma, toplumun
kendini bir “özne” olarak görmesi devleti çok sinirlendirmişti. Taksim’in o
yüzden korunması, kollanması gerekiyordu. O günler bir daha kimsenin hatırına
gelmemeliydi, o günlerin yakınından bile geçilmemeliydi.
Gezi direnişinin de AKP üzerinde benzer bir etki yarattığını
söyleyebiliriz. Erdoğan’ın muhafazakar, sağ zihniyetinde bunun ne kadar büyük
bir travma yarattağını her gün yeni örnekleriyle bir kez daha görüyoruz zaten.
Bu siyasi çizgi her ne kadar pragmatist bir çizgi olsa da devlet-toplum
ilişkisi bahsinde klasik devletten çok da ayrı düşünmez. Toplum, devletin,
otoritenin sözünden çıkmaması gereken bir çocuktur. Sokaklar tekinsizdir.
Gençlik tekinsizdir. Hele ki sokakta hak aramak, büsbütün meseledir. Bir mesele
varsa sandıkta halledilir.
Gezi direnişi işte tam da bu zihniyetin bam teline bastı. Ya
da aşil topuğuna. En güçsüz oldukları yer burasıdır. Toplumun bir kesiminin
kendi başına sokağa çıkması, ama asıl önemlisi devletin, otoritenin çizdiği
çerçevenin dışına çıkması, kendi “söz”ünü kurmasıdır onları kızdıran. Ya da yine
açık konuşalım: hınçlanmalarına neden olan.
Bunun içindir ki bu gösterilere aynı İçişleri Bakanlığı’nın
Gezi raporundaki gibi “devlete karşı güç gösterisi” derler. Bu dili bir
yerlerden hatırlamadınız mı? Evet, tam da oradan, 1980’lerden. “Devlete meydan
okudular” derdi onlar da. Hayatın sonudur onlar için. Kıyamettir, toplumun,
daha doğrusu gençliğin siyasallaşması, bir “özne” haline gelmesi, ya da kendini
öyle görmesi.
İşte tam da bu yüzden AKP bir kez daha Taksim’i zamandan ve
makandan arındırma işine giriyor. Bu kez
Gezi’yi silmek istiyor hafızalardan, zamandan, mekandan.
Taksim ısrarı, işte bunun ısrarıdır. Daha 11 ay önce olan
bir siyasallaşmayı hafızalardan silme hamlesine karşı bir itirazdır ve
ısrardır. Ve öyle tahmin ediyorum ki uzun vadede bu ısrar kazanacaktır.
İnsanlar hafızalarını talep edebilirler çünkü. Bu onların en meşru hakkıdır.
(1)-“Söz” konusunda iki benzerlik. Duvar yazılarının
yaygınlaştığı ve siyasallaştığı iki dönem düşünürsek biri 12 Eylül öncesi,
diğer de Gezi dönemidir herhalde. Başlıbaşına bir makale konusu olacağından, burada maalesef kısa
geçeceğim. Bu bir tesadüf değil. Yazıda da bahsettiğim, “söz”ün siyasetin
taşlaşmış yapılarından koparılıp, ters yüz edilip, sokağın dolaşımına
girmesidir. Yani “söz”ün tekelinin iktidardan alınmasıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder