Pazartesi

O milli ve tarihsel yapı..

(agos, 20 eylül 2013)

Normal bir devletin, normal bir “müesses nizam”ın, normal bir toplumun, Dink Ailesi’nin o mektubundan sonra utancından yerin dibine geçmesi gerekirdi. Geçmedi. Geçmez. Hiçbir şey olmamış gibi havaya bakıp ıslık çalar bu devlet ve Hükümet.. Hatta “Yargımıza güvenelim” der . “Varsa bir bozukluk, yanlışlık, eninde sonunda ortaya çıkar, sabırlı olun” der. Devletin, hükümetlerin böyle konulardaki pişkinliğidir bu. Gerçek faillerin perde arkasında kalmasının daha iyi olduğuna karar verilen her cinayetten sonra, bunlar söylenir.
Söylenir fakat bu kez durum başka. Bu cinayetin failleri evet perde arkasında, ama aslına bakarsanız, gayet perde önünde.  6 yıldır ortaya dökülen saçılan bilgiler sayesinde, nerelerde  bu operasyondan bahsedildiğini, kimin bu cinayetin işlenmesinden “sevinç” duyacağını, kimin bu cinayetle ilgili ihbarları yok ettiğini, kimin cinayet işleneceğini bildiği halde başını öbür yana çevirdiğini, kimin ya da devlet içindeki hangi kanadın bu cinayetin işlenmesiyle diğer kanadın zor duruma düşeceğini hesaplayarak ellerini oğuşturduğunu; keza o yerel örgütteki muhbirleri/azmettiricileri kimin istihdam ettiğini, bu muhbir ve azmettiricilerin daha önceki suçlarını kimin, hangi resmi görevlilerin hasıraltı ettiğini çok iyi biliyoruz.
Kimin Hrant Dink’in  yazısında suç bulmak için hukuku eğip büktüğünü, kimin o yazıda suç bulunmayacakken devreye girip mahkemelerde boy gösterdiğini, bu boy gösterenlerin kiminle işbirliği içinde olduğunu, duruşmalarda Hrant’a kimin hakaret ettiğini, kimin Agos’un önünde hedef gösterme eylemi yaptığını da çok iyi biliyoruz.
Ve bu bildiklerimizi siyasi iradenin bildiğini de gayet iyi biliyoruz. Siyasi iradenin eğer isterse, bu gerçek failleri yargı önüne çıkarmak için tüm yolları temizleyeceğini de biliyoruz. Yine aynı siyasi iradenin bu yola gitmeyip, herkesin gözü önündeki parçaların birleştirilmesi için gerçek (tek elden yürütülecek) bir yargılanmanın yolunu açmayıp, tam tersine soruşturulması istenen kamu görevlilerini –evet, hala ve hala- terfi ettirdiğini de biliyoruz. Özetle bu davanın ilerlemesinin önündeki asıl tıkacın siyasi irade olduğunu, iyi biliyoruz.
İşin daha tatsız, insanın içine taş gibi oturan,  insanı bir kez daha karamsarlığa, umutsuzluğa sürükleyen yanı ise şu: siyasi iradenin neden böyle davrandığını da biliyoruz. Hrant’ın Arkadaşları’nın salı günkü basın bildirisinde değindikleri  “milli ve tarihsel” yapıdır, siyasi iradeyi bu davanın üstünü örtmeye, gerçek örgütü korumaya, kollamaya sevkeden. Bir reflekstir. İttihat ve Terakki’den beri süregelen o malum reflekstir.
Nedir o milli ve tarihsel yapı? Şöyle tarif edebiliriz belki. Cumhuriyet’in kuruluşundan önce harekete geçen, ülkeyi “Türk/Sünni” hakimiyetinde boğucu bir ulus devlet haline sokan, bütün ideolojiyi buna gören kuran, bu uğurda bir halkı yaşadığı topraklardan kazımaktan, katletmekten, sürmekten çekinmeyen, bunun üzerine bir de mallarına el koyan ve dönüp mallarını alamasınlar diye –cumhuriyetin kuruluşuyla da devam eden - türlü hukuki kombinezonlar ören, kurucu otoritesinin geride kalan Türk çoğunluğa “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur, bu memleket sizindir” dediği,  ve nihayet cumhuriyetin kurumlaşmasıyla bütün hukuki, kamusal, kurumsal yapısını “Türk” kavramı üzerine kuran, her fırsatta “azınlık” olarak kalanları bu ülkeden kaçırmaya çalışan, bunun için fırsat yoksa bile fırsat yaratan, mallarının bir kez daha transfer edilmesi için yasalar çıkaran, bir kıvılcımla pogrom tertipleyen, geride kalan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler’in başı üzerinde her daim bir “kılıç” gezdiren, resmi görüşe muhalif her azınlık mensubunun öldürülmesini soğukkanlılıkla, normal karşılayan, devletin her hücresinin bu refleksle hareket ettiği, velhasıl kökeni İttihat Terakki yıllarına giden yapıdır.
Hükümetler değişir, İttihat Terakki fikriyatına muhalif olduğunu öne süren Hükümetler başa gelir. Ama  –bilhassa da-  “Ermeniler” konusundaki o milli ve tarihsel yapı değişmez. Ve zaten kimi zaman “milli” dendiğinde bunu anlarız. Ermenilikle, Rumlukla bu toprakların bir zamanlarki doğal haliyle ilgisi olmayan, onu boğan, ezen demektir bu. Bu yapıyı tahrip eden zihniyeti benimseyen, yaşatan demektir, milli.

Cuma

Suriye, Aleviler, Gezi..Yeni faylar, yeni direnişler..

(agos, 13 eylül 2013)

Gezi eylemleri nasıl ki harekete geçirdiği/harekete geçen dinamikler sayesinde Gezi Öncesi/Gezi Sonrası gibi bir dönemlendirme yarattıysa, AKP’nin Suriye ve Aleviler politikası da sanıyorum bir kırılma yaratıyor, yaratacak. Buna da Suriye öncesi ve sonrası diyebilir miyiz, henüz bilmiyorum ama galiba yakın bir gelecekte diyebileceğiz. Bu iki dinamiğin kesiştiği, ayrıştığı bölgeler üzerinden yeni fay hatları şekilleniyor, ona bakmaya çalışacağım.
Gezi için çok konuşuldu, önemli ve ona da geleceğiz, ama önce Suriye ve Aleviler meselesi ile başlayalım.
Suriye’de Esad karşıtı gösterilerin başlaması ve şiddetle bastırılması ile; AKP’nin Kuzey Irak’tan başlayan, Suriye’de Sünni bir iktidar, Filistin’de Hamas ve Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarını içeren mutasavver (ve hamiliğini kendisinin yapacağı) bir Sünni eksen kurma projesi, yaklaşık olarak aynı döneme denk geldi diyebiliriz. AKP’nin bu eksen çerçevesinde Suriye’deki Sünni güçlere silah ve lojistik yardım yapması, Suriye sınırındaki etnik/mezhepsel açıdan hassas kentleri –insani yardımın çok ötesine geçerek- radikal Sünni güçlerin kampları haline getirmesi, ilk kıvılcımı çaktı. AKP’nin yine bu politika çerçevesinde Esad’ın Aleviliğini, -Suriye politikasına muhalif- Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği ile bitiştiren (ki aslında farklı mezheplerdir) bir argüman geliştirmesi ortaya yepyeni bir tablo çıkardı. AKP ile Aleviler, bilhassa da Güney Anadolu ve Suriye sınır boyundaki Arap Aleviler arasında kolay kolay kapanmayacak bir gerilim hattı oluştu. Tüm bu tabloya Gezi Direnişi sırasında polis şiddeti  sonucu ölenlerin tümünün Alevi olmasını ve sadece Hatay’dan –bu hafta Ahmet Atakan’ın ölümüyle birlikte- üç kişinin hayatını kaybetmesini de eklersek, tablo daha net ortaya çıkar. AKP’nin çıtayı bilerek mi buralara çıkardığını bilemiyoruz, ama durduk yere Aleviler’i huzursuz etme ve  sokağa dökme gibi bir planları var idiyse, bunu başardılar.
Dolayısıyla geçtiğimiz hafta sonu Gülen Cemaati’nin bir marifeti olarak Ankara’da yapımına başlanan “Cami-Cemevi yanyana” projesine karşı Ankara’lı Alevilerin gösterdiği direnişi ve güvenlik güçlerinin bu direniş karşısında takındığı tutumu da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Hiç bu başta saydığım gelişmeler olmadığında bile artık sadece mezhepsel değil dünyevi olarak da iktidarda olan (Türkiye’de tabii) Sünniliğin, Aleviliği bu biçimde “aynılaştıran/kapsayan” projeler geliştirmesi, Alevilerin tepkisine neden olabilirdi. Dolayısıyla bu proje zaten başlıbaşına bir meseledir, iktidar/mezhepler denkleminde belli ki üzerinde çok düşünülmemiş, ya da gereğinden fazla düşünülmüş bir hamleyi simgelemektedir.
Konumuza dönelim. Evet mevcut durumda AKP,  bir şekilde bir Alevi meselesi yaratacak, daha doğrusu yaratmış gibi görünüyor. Ve bu meselenin bilhassa büyük kentlerdeki Alevi mahallelerinde, ya da sınır boylarındaki Alevi kentlerinde bir “direniş” kültürü oluşturması ihtimali var. Aslında buna ihtimal demek de fazla temkinlilik galiba, zira böyle. Ve gerek Suriye politikasındaki yukarıda bahsettiğim çizgi, gerekse her gösteriyi “bastırılması gereken bir darbe girişimi” olarak gören polis şiddeti sürdükçe bu direniş kültürünün kemikleşmesi muhtemel. Özetle burada yeni (aslında eski) bir fay hattı oluşuyor, ya da yeniden canlandırılıyor. Böyle diyoruz çünkü Alevilik meselesi, daha doğrusu “Alevilik’le mesele”, hiç de yeni değil ve bu konuda Alevilerin “açılımlar” gibi sözlerle ikna olması artık hayli zor görünüyor. Hatıralar hala canlıdır ve mevcut gidişat bu hatıraları tazeler, yeniler nitelikte.

Cumartesi

Çözüm süreci: frene mi basılıyor?

(agos, 5 eylül 2013)

Bir zamandır, bilhassa PKK, BDP ve Öcalan tarafından gelen sinyaller, sürecin pek de istendiği, planlandığı gibi gitmediği yönünde. Kürt siyaseti, son dönemde her fırsatta Hükümet’in bir nevi frene bastığını, PKK’nın ve Kürt siyasetininin üzerine düşeni yaptığını ancak Hükümet’in üzerine düşen adımları atmadığını söylüyor. Bunun için de hem Anayasa düzeyinde hem de parlamentodan çıkarılacak yasalar düzeyinde bir gelişme olmadığını kanıt olarak gösteriyorlar. Keza Başbakan Erdoğan’ın bilhassa anadilde eğitim konusunda takındığı  olumsuz tavır Kürt siyasetini umutsuzluğa sürüklüyor.
Kürt siyasetinden gelen tepkilerde haklılık payı var, hem de yüksek oranda. Her ne kadar PKK’dan gelen “adım atılmazsa, eskiye dönülür” sinyallerini makul görme taraftarı değilsem de Kürt siyasetinin “yine mi aldatılıyoruz?” kaygısı yerindedir ve meşrudur. Peki bu tablo içinde Hükümet ne yapmakta? Yukarıda da not düştüğümüz  gibi anadilde eğitim talebini reddetmekte, hapisteki siyasetçilerin serbest bırakılması için somut bir adım atmamakta, PKK’nın çekilme sürecini bir nevi “göz boyama” olarak sunmakta ve Öcalan’ın meşru bir müzakereci olması için gerekli şartları yerine getirmemekte. Bundan kasıt Öcalan’ın MİT ve devletin uygun gördüğü BDP’liler dışında çevrelerle de görüşebilmesi, konumunun –kendisinin de talep ettiği gibi- “stratejik” bir hale dönüştürülmesi; (bununla ne kastettiği net olarak bilinmese de muhtemelen AKP, BDP ve PKK kastedileni anlamıştır. Tahminimiz süreç başladığından beri dile getirilen, Öcalan’ın daha etkin bir müzakereci haline getirilmesidir) hatta belki de  bir grup gazeteci ile görüştürülmesidir. Kendi adıma bunun makul talepler olduğunu düşünmekteyim. Madem bir “müzakere” yürütülüyor, karşı tarafın elinin kolunun bağlı olması, müzakere mantığına ters olacaktır. Kulislere yansıyan Öcalan’ın “Kandil” ve “Akil İnsanlar” ile görüşme beklentisi de bu çerçevede değerlendirilmeli.
Kürt siyaseti cephesinde kalacak olursak. Son açıklamalarda sürekli bazı tarihlerin zikredildiğini görüyoruz. Bu tarihlerin zikredilmesi Hükümet cephesinde hoşnutsuzlukla karşılansa da BDP cephesi, “Bu tarihleri biz uydurmadık siz verdiniz” diyor, ki gerçekten de böyle olması muhtemel. Dolayısıyla, evet, “eh, madem  gecikme var eskiye dönüyoruz” argümanını her ne kadar kabul etmek istemesek de şu soru cevaplanmaya muhtaçtır: Hükümet’in ipe un sermesi, süreci tavsatması karşısında siyasal Kürt hareketinin ne tür bir güvencesi olacaktır? Ki, mevcut tablo böyle görünmese de, teorik olarak bunun tam tersi de geçerli.
Bu soruya iyi niyetle ve samimiyetle cevap aramalıyız. Süreç ilk başladığında burada ve radikal.com’da sürecin biraz fazla “içe dönük, bizbize” yani dışa kapalı yürüdüğüne dikkat çekmiştim. Akil İnsanlar çabasının değerli olduğunu ancak evrensel manada bir Akil İnsan grubu oluşturulacaksa böyle vakalarda rol almış, uluslararası deneyime sahip isimlerin de bu sürecin ortasında yer alması, muhtemel tıkanma noktalarında devreye girmesi gerektiğine, sadece ben değil birçok isim dikkat çekmişti. Ancak “süreç başladı, yürüyor” coşkusu içinde ve AKP’nin süreci o dönemde büyük bir PR kampanyası ile birlikte yürütmesi sayesinde bu tür sesler hiç önemsenmedi, biraz daha ısrarlı olanlarsa “süreci baltalamakla”, “çözüm istememekle” suçlandı.
Şöyle kritik bir tabloda “demiştik” sevimsizliği içinde davranmak istemiyorum, ancak burada bir meselemiz olduğu açıktır. Evet belki de bir ihtimal AKP yine bir son dakika manevrasıyla haftalardır konuşulan bir tür demokratikleşme paketini devreye sokacak ve yine süre kazanacaktır. Ancak genel tabloya baktığımızda AKP’nin tüm o “Çözüyoruz. Ses etmeyin” propagandasına rağmen hala somut bir adım atılmadığını görebiliyoruz. Keza Kürtlerin ve diğer “anasır”ın bu ülkenin ortak bileşenleri olduğunu kayda, zihinlere geçirecek bir iklim de hala yaratılmadı.
Peki, o yapılmadı, bu yapılmadı, bağımsız bir komisyon kurulmadı, sürecin –olabildiğince- sağlam bir  şekilde yürümesini garanti altına alacak mekanizmalar kurulmadı, aramıza “elleri” sokmadık. İş buraya geldi. Ne yapacağız?