Çarşamba

28 Şubat neyi değiştirdi, AKP neyi değiştirmedi?

(radikal, 20 şubat 2012)

28 Şubat “post-modern” darbesinin 15. yıldönümü yaklaşıyor, bildiğiniz gibi. Dolayısıyla bir muhasebe yapmak için uygun bir fırsat. Bu konuda hazırlanan yazı dizileri ve belgesellerde muhtemelen bugüne kadar bilinmeyen ayrıntılar ve bilgiler bulacağız ama ben daha çok  Türkiye’nin siyasi denkleminde neyin değişip değişmediği üzerine bir zihin egzersizi yapmayı uygun buldum.
Şu konuda muhtemelen –artık- klasik TSK da dahil olmak üzere hepimiz mutabıkız. Demokratik gidişata yapılan müdahaleler, sözkonusu müdahalenin hedefindeki siyasi akımı –eğer kendi iç dinamikleri yüzünden çökmek üzere değilse- zayıflatmıyor, güçlendiriyor. Bunda hiç şüphesiz o siyasi akımın kendi iç dönüşümleri, dünyanın gidişatında oluşan ya da çöken dengeler de etkili oluyor ancak çok genel tabloya baktığımızda 1960 sonrasında –birkaç yıllık bir bekleme ve ortamı tartma sürecinin ardından- DP geleneğinin güçlü bir biçimde AP ile devam ettiğini, 1971 muhtırasından sonra sol hareketin güçlenerek ve çeşitlenerek devam ettiğini söyleyebiliriz. 1980 darbesi için böyle bir sınıflama yapamıyoruz çünkü 12 Eylül topyekün olarak “siyasi hayat”ı hedef almıştı. Orada da aslına bakılırsa yine birkaç yıllık bekleme ve ortamı tartma sürecinden sonra hem 1983’de “daha az devletli” görünen Özal’ın seçimlerden galip çıkmasını; hem de bundan birkaç yıl sonra yapılan referandumda az bir farkla dahi olsa toplumun yasaklı siyasetçilere yeniden siyaset yapma hakkı tanımasını not etmeliyiz. Bunlar önemli ve dikkate alınması gereken dinamiklerdir. Hiç şüphesiz detaylara inilince “şu şöyle olmuştu o yüzden o sonuç çıktı” gibi çıkarımlar yapılabilir ancak genel tablo kaba hatlarıyla  bu şekilde cereyan etmiştir.
28 Şubat’a da bu çerçevede bakmak mümkün. Post-modern darbenin üzerinden 5 yıl geçtiğinde AKP güçlü bir oy desteğiyle tek başına iktidara kuruluvermişti. Bu örneğin de genel tabloyla uyumlu olduğunu pekala düşünebiliriz. Ancak zaman içinde oluşan yeni dengelerin de altını çizmek gerekli.
İlk olarak: 28 Şubatçılar neyi değiştirmek istemişlerdi? Hiç şüphesiz sadece Türkiye’de değil tüm Müslüman coğrafyasında güçlenen siyasal İslam’ı hiç olmazsa Türkiye’de siyasal hayattan kazımak. Bunu anlıyoruz. Üstelik uzunca bir süreliğine. (Hatırlarsanız komutanlardan biri 28 Şubat 1000 yıl sürecek demişti) Öncelikle bunda başarısız oldular. Başarısız olmakla kalmadılar silmek istedikleri akımın halefleri, darbeci kadroları siyasal hayattan sildi. Bu, darbeler tarihimizde çok önemli bir yenilik. Evet biliyorum, bunda değişen dış koşulların, dış denklemlerin de etkisi vardı. Hem de büyük etkisi vardı. Ama biz bu aşamada sonuca bakalım.
Dolayısıyla, evet silmişlerdir silmesine ama  bu saptamayı yaparken şu olguyu da gözden kaçırmamak gerekir. TSK’nın kazımak istediği siyasal İslam, Batı’ya sırtını dönen, D-8 gibi global kapitalizmdışında ittifaklar/ çatılar arayan, modern-kapitalist dünya ile irtibat kuramamış tarikatlarla yakın olmak isteyen, onları Başbakanlık’ta ağırlayan, çok genel manada global kapitalist dünya ve Batı ile düşman, İslam’ın idari hayata ve ekonomiye eklemlenmesi bahsinde aslına bakılırsa muhtemelen kendi seçmeninin bir kısmının bile pek de pek aklına yatmayan sivriliklerin öne çıktığı bir siyasal İslam idi. Ve işin doğrusu 28 Şubat işte bu cins siyasal İslam’ı kazımıştır. Ya da şöyle diyelim: o cins siyasal İslam zaten bitmek üzereydi. Erbakan’ın ölmeden önceki son 10 yılı bu çizmeye çalıştığım denklemin bir örneğidir.

Cuma

seçilmişler hukuku, atanmışlar hukuku, vatandaş hukuku

(agos, 24 şubat 2012)

Geçtiğimiz  haftayı devam eden MİT Krizi ve  Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti raporu ile geçirdik. İlgili görünmemekle beraber ikisine de belli bir mantık içinde bakmak mümkün. Çünkü vakalar aslında bir yere bağlanıyor.
MİT krizi olarak bilinen Hükümet-cemaat çekişmesinin girdiği son virajda Başbakan Erdoğan’ın geçen pazar günkü çıkışı ve AKP çevrelerinin meseleyi büründürdükleri kıyafet ilginçtir. Hatırlayalım, Erdoğan ne demişti?
“Sınırları aşan her türlü girişim, yetki gasbıdır, millet iradesinin çiğnenmesidir. Biz bu ülkede gayrimeşruluğa izin vermeyiz. Hiçbir zaman seçilmişleri, atanmışlara kul etmeyiz”
İlk ağızda “MİT Müsteşarı nereden seçilmiş oluyormuş?” diye bir soru akla geliyorsa da AKP çevrelerinin cevabı hazırdır: ““Hakan Fidan’ın tutuklanacağı belliydi. İş oradan Erdoğan’a uzanacaktı..”
AKP denklemi böyle kurdu. Denklem böyle kurulunca da bir hukuk devletinde sorun yaratacak adımlar peşpeşe atıldı. Yürüyen bir soruşturmayı etkileyecek yasalar çıkarıldı, polislere savcılara tuhaf  gerekçelerle dosyadan el  çektirildi, savcı hakkında soruşturma açıldı vs. Bütün bunlar seçilmişleri korumak için yapıldı, denildi. Yeni yasayla “MİT mensupları veya başbakan tarafından belirli bir görevi yerine getirmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler hakkında, görevin niteliğinden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı soruşturma yapılması başbakanın iznine bağlı olacak.”
Bunların hepsinde AKP çevrelerinin senaryosunu şimdilik doğru kabul edelim. Peki nedir, gerçekten tüm seçilmişler koruma altında mı? Bakıyoruz, hiç de öyle değil. BDP’li ve CHP’li seçilmişlerin bir kısmı hala tutuklu olarak cezaevindedir. Bu seçilmişler, milletvekili olmalarına rağmen atanmışların kararları yüzünden  cezaevinden çıkamamaktadırlar. Erdoğan bu gelişmeleri umursamazlıkla karşılamasa, tutarlı olabilirdi..
Dolayısıyla seçilmişlerin değil de, “has” seçilmişlerin bir koruma kalkanı altında yaşadığını pekala görebiliyoruz. Çoğu zaman da hukuku eğip bükerek kuruluyor bu kalkan. Gelelim atanmışlara.
İlginç bir tesadüf sonucu seçilmişleri denetlemek üzere atanmışlardan oluşan, Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti raporu  geldi önümüze tam da bugünlerde. Normalde bu cinayeti ve hukuk skandalını MİT vakasıyla beraber incelemek hiç de uygun kaçmaz ama önemli bir detay gözümüzün önünde duruyor. Rapordaki yargılamanın niteliğine ilişkin eleştirilerden bahsediyorum. Şöyle tespitler var:

Perşembe

Yakın tarih: kurşun gibi ağır…

(agos, 20 kasım 2009)


Tesadüfün bu kadarına ne denir? 10 Kasım’dan bahsediyorum. İki ayrı dramı, devlet ve Türk devlet felsefesinin iki ayrı gaddarlığını tam da 10 Kasım’da olanca ağırlığıyla hatırlamak hiç şüphe yok tarihin bir cilvesi olsa gerekti.  Diyarbakır Cezaevi’nden ve Dersim Katliamı’ndan söz ediyorum. Diyarbakır Cezaevi ile başlayalım.
Seyredenler vardır. “Bu Kalp seni Unutur mu” dizisi, bir zamandır Show TV’de Salı akşamları yayınlanıyor. Dizi 12 Eylül sonrasını kendisine milat alıyor ve darbe sonrasında cezaevlerinde ve dışarıda yaşananları solcuların, ülkücülerin ve az biraz da İslamcıların etrafından sağlam bir olay örgüsüyle anlatıyor. 3 Kasım’da yayınlanan bölümde Kürt bir solcu olan Sinan karakteri Diyarbakır Cezaevi’ne sevk edilmişti. Dolayısıyla sonraki bölümde o çok meşhur Diyarbakır zulmünün anlatılacağını anlamıştık. Ancak dilden dile, kulaktan kulağa yayılan bu insanlık dışı zulmün ne kadarının anlatılacağını, ne şekilde anlatılacağını kestirememiştik. Karışık duygularla 10 Kasım akşamı televizyon karşısına geçtim. Çok şey dinlemiş, çok şey okumuştum. Ve o sarsıcı 10 Kasım bölümü bittiğinde iki şey vardı sadece aklımda. İnsanlar buna nasıl dayanmışlardı? Ayrıca insanlar bu gaddarlığı nasıl yapmışlardı? Ve bütün bu olup bitenler bir dizi haline nasıl gelmiş, çok izlenen bir kanalda yayınlanmıştı? Zira herhalde kabul edersiniz, bundan 10 yıl önce Diyarbakır’ın dizi olacağını, orada ölenlerin isim isim anılacağını hayal bile edemezdik. Neyse, benim aklımda olanlar önemli değil tabii ki. Önemli olan orada olan ve diğer cezaevlerinde olanlar. Bir köpeğe tekmil verdirilmesini, tutukluların işkence olsun diye asılıp son anda ipten alınmasını, lağımlara sokulmasını, akıl almaz işkence metodlarını o  10 Kasım gecesinde herhalde birkaç milyon insan görmüş oldu. Kamber nasılsın hikayesini izlemiş oldu. Zulme dayanamayarak kendini yakan 4 tutukluyu izlemiş oldu. “Sen o türküyü söyle”nin ne demek olduğunu anlamış oldu. Biz o gece Diyarbakır Cezaevi ile bir kez daha yüzleşmiş olduk. Diyarbakır’dan bihaber olanlar da herhalde 1980’den sonra Türkiye’de neler olup bittiği konusunda bir fikir edinmişlerdir. (ayrıntı öğrenmek isteyenler için: www.diyarbakirzindani.com)

Diyarbakır Cezaevi bizim yakın tarihimizdir. Ve aslına bakılırsa benim üzerine yazı yazamayacağım bir konudur. Çünkü öyle ağır bir gaddarlıktır ki, hem yazma hakkını kendimde göremem, (çünkü yakınları ya da bizzat kendisi orada işkence görenler, hayatını kaybedenler vardır, o dönemi yakından yaşamışlar vardır, daha yakından bilenler vardır) hem de orada olup bitenleri hakkınca yazabileceğime inanamam. Dolayısıyla bu yazı Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatma yazısı değildir. Sadece yakın tarihimizin, 12 Eylül’ün o büyük zulmünün bir bölümünün su yüzüne çıkmasından duyduğum rahatlamayla sıkıntının birbirine karıştığı o tuhaf hissin dışa vurulmasıdır. İşte bu, vicdanı olan her insanı ekran karşısında  karmakarışık bir halde bırakan o dizinin yayınlandığı gün, Demokratik Açılım’ın TBMM’de ön görüşmesi vardı. Tarihin cilvesi dediğim, işte buydu. MHP, bilhassa da CHP ve Kemalist kesim, Kürt Açılımı’nı konuşmak için bula bula 10 Kasım’ın mı bulunduğunu sormaktaydılar. Onlara göre bu uygunsuz bir tarihti. Fakat olayların akışı gösterdi ki, gayet uygun bir tarihtir. Yani tarihmiş. CHP ve MHP, açılıma direnmek için devletin gaddar ve otoriter yüzünü cansiperane savunurken nereden bileceklerdi ki akşam milyonlarca insan Diyarbakır Cezaevi’nde olup bitenleri tüm çıplaklığıyla izleyecek? Peki bilseler ne olurdu? Umurlarında olur muydu? Herhalde olmazdı.

3 yıl oldu, kozmik odalara girilmedi..

(agos, 15 ocak 2010)

3 yıl oldu. Yani 19 Ocak’ta o alçakça cinayetin üzerinden 3 yıl geçmiş olacak. Yakın tarihimizdeki aydınlanmamış cinayetlerle karşılaştırıldığında kısa bir süre maalesef. Çok uzun yıllardır, arkasındaki sır ve sis perdesini aydınlatamadığımız cinayetlerimiz var. Abdi İpekçi’nin katili önümüzdeki günlerde artık hür bir insan olarak hayatına devam edecek. Dan Brown’la kitap yazma gibi planları var.  İpekçi’nin ailesinin hislerini anlamak bizler için mümkün olmasa gerek. Uğur Mumcu cinayetinin arkasındaki sır perdesi de aydınlanabilmiş değil. Mehmet Ağar’ın cinayetten sonra Mumcu ailesine bahsettiği, “çekersem duvar yıkılır” dediği  o tuğla çekilemedi. O tuğla çekilseydi belki de Hrant ve çok sayıda insan ölmeyecekti. Bilemiyoruz. Fakat bazı kozmik odalara girilmiş durumda.
Takip ediyor olmalısınız. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın Ankara’daki evinin yakınında şüpheli hareketler üzerine gözaltına alınan 2 TSK mensubunun Arınç’a suikast planlamış olabileceklerine dair doğan kuvvetli şüphe üzerine soruşturma genişletildi. Sözkonusu iki TSK mensubu sorgulandıktan sonra serbest bırakılsa da bu iki kişinin emrinde bulunduğu Özel kuvvetler biriminde günler süren bir arama yapıldı, sivil kuvvetlerce. Kozmik oda olarak tabir edilen bölümlerde sivil bir hakim günler boyunca bazı belgeleri inceledi. Ne bulduğunu bilemiyoruz. Ancak gelişmenin TSK ile AKP hükümeti arasında yeni bir “tansiyon” ya da gündem yarattığı ortada. Yine saatler süren zirveler yapıldı Hükümet ile Genelkurmay arasında. Gelişme laik elit cephede yine huzursuzluk yarattı. Aramayı yapan hakimin takip edildiği yönündeki haberler ve iddialar bu tansiyonun tuzu biberi oldu. Bu tür her gelişmede TSK’nın yanında saf tutan laik elit cephe sivil bir komplo ile karşı karşıya olduğumuz konusunda emindi. Hakimi takip ettiğinden şüphelenilen askerlerin aşçı marangoz gibi kimselerden oluştuğunu açıklanması üzerine CHP lideri Baykal, olup biteni “Kozmik patates” olarak nitelemekte beis görmedi. Oysa kozmik odadaki arama, evet yakın  tarihimizin tüm karanlık olaylarına belki ışık tutmayabilirdi ama herhalde normal bir demokraside, vatandaşların hayatını yıllar boyunca karartan bir merkezin kapılarının açılmasından bu kadar rahatsız olmak da aslına bakılırsa başlı başına skandaldı. Seferberlik Tetkik Kurulu’nun arşivlerinde bulunacak bilgilerden MHP rahatsız olabilir, bu doğal. Ama ne zamandır zaten MHP’yi rahatsız eden her gelişme, CHP’yi de rahatsız ediyor, neye şaşırıyoruz ki?
Baykal’ı ve bu gelişmeden rahatsız olanları kendi hallerinde bırakalım. Diğer kozmik odalara gelelim. Bu gazeteyi ve davayı takip edenler herhalde farkındadır. Hrant davasında kayda değer bir gelişme yaşanmıyor 3 yıldır. Cinayet öncesi ve sonrasında gerek jandarma, gerekse emniyet kanadında ciddi ihmaller yaşandığı ortada. Bir kısmı lakaydiyet ile açıklansa da bir kısmına bu kadar basit –ve aslında basit olması yüzünden korkunç- bir açıklama getirmek zor. Hrant’a suikast yapılacağı yönündeki ihbarların –kasıtlı ya da kasıtsız- ciddiye alınmaması davanın sadece bir boyutu. Diğer boyutta ise emniyet daha da şüpheli bir konumda. Cinayet sonrası yapılan telefon görüşmeleri, Erhan Tuncel’in polisle ilişkisi,Mc Donalds bombalaması sonrasındaki  hukuki “rahatlık”, emniyeti ve jandarmasıyla “devlet”i , bu cinayette zor bir durumda bırakıyor, en kibar tabirle.

Pazar

AKP krizi fırsata mı çeviriyor?

(agos, 17 şubat 2012)

MİT-AKP cephesi ile yargı-emniyet(muhtemelen Gülen) cephesi arasındaki restleşme ile ilgili sayısız yazı okumuş, onlarca televizyon tartışmasına denk gelmiş olmalısınız. Merak etmeyin, konuya bir daha   girmeyeceğim. Sadece kriz vesilesiyle gözlenen eğilimlere ve sivilleşme/vesayetten kurtulma macerasındaki  gidişata şöyle bir bakacağım.
Mevcut durumda yargı-emniyet cephesi  cemaat tarafından kontrol edilen, birlikte hareket eden bir blok olarak görülüyor. Cemaatin de bu manzaraya bugüne kadar hiç itirazı olmadı. AKP’nin sevk ve idaresindeki  bu blok, Ergenekon, Balyoz, OdaTv ve KCK gibi kritik operasyonlar yürüttü. Bu operasyonlar başladığından beri medyaya verilen ve ancak devlet içindeki kritik  görevdekiler tarafından ele geçirileceği ayan beyan ortada olan sızıntıların “cemaat” tarafından sağlandığı  ve dışarı verildiği kuvvetle tahmin edilmekteydi. Hatırlanacağı gibi bu sızıntılar bazen soruşturmalara taraftar olanlarca bile problemli bulunmuş, cemaatin mücadele ettiği klasik devlet yapısıyla aynı yöntemleri kullandığı söylenmişti. Yargı aşamasında da tutuklanmasına hiç de gerek olmayan isimlerin peşpeşe cezaevine  gönderilmesi ; sonlara doğru iyice tutarsızlaşan iddianamelerin mahkemeler tarafından derhal kabul edilmesi de polis ve yargının bir blok olarak birlikte hareket ettiği yönündeki  algıyı güçlendirmiştir. Bu algıya sadece bu gelişmeler yol açmadı. Cemaati eleştirenlerin değil ama devlet içindeki bağlantılarını soruşturanların başlarına genellikle bir şeyler gelmesi  (bu saydıklarıma  Ahmet Şık ve Nedim Şener birer örnektir) ve KCK’ya yönelik operasyonların cemaate yakın basın tarafından şevkle desteklenmesi  de bir nevi  matematikteki “sağlama” fonksiyonu gördüler.  Bu saydığım operasyonları yazdığım sırayla yanyana koyup bir de “gözaltı, tutuklama ve iddianamelerdeki ikna edici olmama endeksi” gibi bir endeks oluşturursak ve bunu da bir grafik haline getirirsek, çizginin sona geldikçe yukarı çıktığını görürüz.
Bütün bunlar olurken AKP’ye yakın basında çok az kişi bu gelişmelerden şikayetçi idi. Bunlar da zaten liberal düşünce dünyasından gelip AKP’nin devlet içindeki çeteleşmenin üzerine gitmesinden umutlananlar arasından çıktı. Bu kesim dışında AKP medyasından neredeyse hiç itiraz sesi çıkmamıştı. Ancak operasyon MİT’e uzanınca AKP ve AKP medyasının itiraz, cemaat medyasnın ise “Ne yapsaydık, işlem yapmasa mıydık?” tavrı içine girdiğini gördük.

Cuma

Ola ola, yeni bir sis perdemiz mi oldu?

(agos, 10 ocak 2012)
Çok eskiden değil, 1990’lardan bahsedeceğim. Çetin Emeç’in, Uğur Mumcu’nun, Muammer Aksoy’un peşpeşe öldürüldüğü yıllardan. Hafızalarımızda tazedir. Bu cinayetler bir süre “fail-i meçhul” olarak kalmış, sonra bazı failler bulunmuş, bazı bağlantılar tespit edilmiş, failler mahkum olmuş, bazı kilit isimler bulunamamıştı. Ancak tabii ki kamuoyu “cinayetlerin arkasında kim var?” sorusunun yanıtını merak etmekteydi. O vakitler devlet bize hep “İran” dedi. Kah bunu ismi belirsiz bir istihbaratçı olarak söyledi, kah ismi cismi belli bir hükümet ya da devlet yetkilisi kaşıyla gözüyle İran’ı gösterek söyledi, kah açık açık “komşu ülkelerimiz” suçlandı. Cinayetlerin arkasında İran vardı yani. Bu mesela hem iddianamede hem da karar hükümlerinde vardır.  Kastedilen İran devleti içinde bir kanatın bu işlerden sorumlu olduğu.  Ama tam olarak ispatlanamıyordu. Öte yandan devlet içinden iyi haber alan birçok gazeteci ya da eski istihrabatçı, bu cinayetlerin  bizim devletle de bağlantılı olabileceğini söylemekteydiler. Doğrusu bu tezler kamuoyuna daha  inandırıcı gelmekteydi, çünkü öncelikle devletimizin böyle bir geleneği vardı, kimbilir bu isimler hangi devlet içi hesaplaşmalara kurban gitmişti ve üstelik tam tersi senaryoda bir mantıksızlık vardı çünkü devlet madem bu cinayetlerin arkasında İran’ın olduğuna inanıyordu, o vakit bu ülkeye karşı çok sert yaptırımlara gitmemiz lazımdı. Öyle ya, bir devlet elini kolunu sallayarak bu ülkede üstelik bir de değil, peşpeşe birçok cinayet  işleyecek, bizim istihbarat servisleri uyuyacak, iş bunla da kalmayacak sonra bu ülkenin işin arkasında olduğu ortaya çıkmasına rağmen, biz bu ülke ile ciddi bir sorun yaşamayacağız. (Hatırladığım kadarıyla sadece büyükelçi persona non grata ilan edildi. Daha ileri bir tepki gösterilmedi) Burada bir mantıksızlık vardı.
Özetle biz o yıllarda bir sis perdesinin önünde yaşadık. O zamanki devlet ve hükümet kombinezonları içinde ne olduğunu bilemiyorduk. Yıllar sonra o zamanların etkili isimlerinden  Mehmet Ağar, Mumcu ailesine “tuğlayı çekersem duvar  yıkılır” demişti. “Çekin o zaman” denince de “çekemem” yanıtı vermişti. Yıllardır bu duvarla yaşıyoruz. Kimse çekmiyor.
Gelelim günümüze. Önümüzde bir Ergenekon davası ve Hrant cinayeti var.

Pazartesi

Bir çift sözünüz var mı?

(agos, 3 şubat 2012)
Pazartesi günü Sevag Balıkçı'nın öldürülmesi ile ilgili duruşma vardı Diyarbakır'da.  Bu seferki duruşma bir başka önemliydi. Neden? Çünkü olay sonrasında "kazaydı" diye ifade veren tanıklardan biri ifadesini değiştirmişti. Demişti ki "Ben ilk başta baskı  altındaydım. Ama şimdi gerçeği söyleyebilirim." Sabah gazetesinin haberine göre şöyle demişti tanık: "Olay günü tel örgü çekiyorduk. Çalışırken Kıvanç Ağaoğlu silahını dolduruşa alıp Sevag Şahin'e doğru doğrulttu. Ve silahla ateş etti. Sevag Şahin yaralandı. Kıvanç'ın Sevag'a neden ateş ettiğini bilmiyorum. Kıvanç ile ailesi, özellikle de dayısı, Kıvanç'ın lehine ifade vermemi söyledi."
Bu ifade üzerine 29 Mart'ta yapılması gereken duruşma öne çekildi. Ki, tanık yeniden baskı altında kalmasın. Tanık işte bu son duruşmada şunları söyledi: "Tel örgütleri bağlarken ve eğik vaziyetteyken bir G-3 tüfeğinin kurma kolu sesini duydum. Ardından da bir el silah sesi duydum. Kafamı kaldırıp baktığımda Ağaoğlu, elinde G-3 silahıyla karşısında bulunan er Sevag Şahin Balıkçı'ya silahı doğrultur vaziyette duruyordu. Balıkçı da o arada yere düştü"
Bu ifade üzerine sanık serbest bırakıldı. Çünkü anlaşılan tanık duruşmaya çıkınca yeniden korkmuş, olup biteni beklenen netlikte anlatamamıştı. Sevag Balıkçı'nın annesi Ani Balıkçı duruşmadan sonra Star TV'ye çıktı,  duruşmada olup bitenleri anlattı. Ani Balıkçı tanığın olayı anlatırken titrediğini söyledi. Belli ki hala korkuyordu tanık. Fakat mahkeme elinde yeterli delil olmadığı için 2'ye 1 oy çokluğuyla sanığın tutuklanmasına gerek görmedi. Biz de bu kararla öyle kalakaldık. Kalakaldık çünkü belki mahkeme teknik olarak normal bir karar vermişti ama bu dava artık normal bir dava olmaktan çıkmış durumda. Bu vakanın "ırkçı bir cinayet" olduğu yönünde yeterince ipucu birikti. Mahkemenin bunu görmezden gelmesi son derece sıkıntılı bir durum yaratıyor.