Çarşamba

28 Şubat neyi değiştirdi, AKP neyi değiştirmedi?

(radikal, 20 şubat 2012)

28 Şubat “post-modern” darbesinin 15. yıldönümü yaklaşıyor, bildiğiniz gibi. Dolayısıyla bir muhasebe yapmak için uygun bir fırsat. Bu konuda hazırlanan yazı dizileri ve belgesellerde muhtemelen bugüne kadar bilinmeyen ayrıntılar ve bilgiler bulacağız ama ben daha çok  Türkiye’nin siyasi denkleminde neyin değişip değişmediği üzerine bir zihin egzersizi yapmayı uygun buldum.
Şu konuda muhtemelen –artık- klasik TSK da dahil olmak üzere hepimiz mutabıkız. Demokratik gidişata yapılan müdahaleler, sözkonusu müdahalenin hedefindeki siyasi akımı –eğer kendi iç dinamikleri yüzünden çökmek üzere değilse- zayıflatmıyor, güçlendiriyor. Bunda hiç şüphesiz o siyasi akımın kendi iç dönüşümleri, dünyanın gidişatında oluşan ya da çöken dengeler de etkili oluyor ancak çok genel tabloya baktığımızda 1960 sonrasında –birkaç yıllık bir bekleme ve ortamı tartma sürecinin ardından- DP geleneğinin güçlü bir biçimde AP ile devam ettiğini, 1971 muhtırasından sonra sol hareketin güçlenerek ve çeşitlenerek devam ettiğini söyleyebiliriz. 1980 darbesi için böyle bir sınıflama yapamıyoruz çünkü 12 Eylül topyekün olarak “siyasi hayat”ı hedef almıştı. Orada da aslına bakılırsa yine birkaç yıllık bekleme ve ortamı tartma sürecinden sonra hem 1983’de “daha az devletli” görünen Özal’ın seçimlerden galip çıkmasını; hem de bundan birkaç yıl sonra yapılan referandumda az bir farkla dahi olsa toplumun yasaklı siyasetçilere yeniden siyaset yapma hakkı tanımasını not etmeliyiz. Bunlar önemli ve dikkate alınması gereken dinamiklerdir. Hiç şüphesiz detaylara inilince “şu şöyle olmuştu o yüzden o sonuç çıktı” gibi çıkarımlar yapılabilir ancak genel tablo kaba hatlarıyla  bu şekilde cereyan etmiştir.
28 Şubat’a da bu çerçevede bakmak mümkün. Post-modern darbenin üzerinden 5 yıl geçtiğinde AKP güçlü bir oy desteğiyle tek başına iktidara kuruluvermişti. Bu örneğin de genel tabloyla uyumlu olduğunu pekala düşünebiliriz. Ancak zaman içinde oluşan yeni dengelerin de altını çizmek gerekli.
İlk olarak: 28 Şubatçılar neyi değiştirmek istemişlerdi? Hiç şüphesiz sadece Türkiye’de değil tüm Müslüman coğrafyasında güçlenen siyasal İslam’ı hiç olmazsa Türkiye’de siyasal hayattan kazımak. Bunu anlıyoruz. Üstelik uzunca bir süreliğine. (Hatırlarsanız komutanlardan biri 28 Şubat 1000 yıl sürecek demişti) Öncelikle bunda başarısız oldular. Başarısız olmakla kalmadılar silmek istedikleri akımın halefleri, darbeci kadroları siyasal hayattan sildi. Bu, darbeler tarihimizde çok önemli bir yenilik. Evet biliyorum, bunda değişen dış koşulların, dış denklemlerin de etkisi vardı. Hem de büyük etkisi vardı. Ama biz bu aşamada sonuca bakalım.
Dolayısıyla, evet silmişlerdir silmesine ama  bu saptamayı yaparken şu olguyu da gözden kaçırmamak gerekir. TSK’nın kazımak istediği siyasal İslam, Batı’ya sırtını dönen, D-8 gibi global kapitalizmdışında ittifaklar/ çatılar arayan, modern-kapitalist dünya ile irtibat kuramamış tarikatlarla yakın olmak isteyen, onları Başbakanlık’ta ağırlayan, çok genel manada global kapitalist dünya ve Batı ile düşman, İslam’ın idari hayata ve ekonomiye eklemlenmesi bahsinde aslına bakılırsa muhtemelen kendi seçmeninin bir kısmının bile pek de pek aklına yatmayan sivriliklerin öne çıktığı bir siyasal İslam idi. Ve işin doğrusu 28 Şubat işte bu cins siyasal İslam’ı kazımıştır. Ya da şöyle diyelim: o cins siyasal İslam zaten bitmek üzereydi. Erbakan’ın ölmeden önceki son 10 yılı bu çizmeye çalıştığım denklemin bir örneğidir.

Elde var bir. Devam edecek olursak, AKP’nin de asıl başarısı tüm bu ekonomik-global denklemi iyi anlayıp, kendini bu şekilde revize etmesidir. Dediklerine bakılırsa Saadet Partisi’ndeki parti içi demokrasi eksikliğine isyan ederek ayrı bir parti kurmuşlardı ancak bu, işin görünür kısmıydı. Asli olarak az önce saydığım konularda bir dönüşüm düşündükleri belli oluyor. Ve aslına bakılırsa bu hiç de kolay olmamıştır. AKP’nin iktidarı devraldığı 2002 yılında bile partinin büyük kısmının AB ile ilişkiler konusunda hevesli olmadığı bilinmektedir. Burada parti yönetiminin sabırla, partiyi dönüştürmeye çalıştığını anlıyoruz. Aynı şekilde ittifak kurulan tarikatlar da değişmiş, pre-modern tarikatlarla ilişkiler bir gönül bağına indirilerek global kapitalizmin tam göbeğindeki Gülen cemaati ile yakın bir ilişki kurulmuştur.
İşin ilginç kısmı 2002’de AKP siyasal İslam’ı içeriden dönüştürürken, TSK’nın da tam tersi bir noktaya, Batı dışı bir pozisyona yönelmesidir. Rusya ile, Çin ile ittifak arayan komutanların bu dönemde etkinliklerini artırdıkların görüyoruz. Keza AB ile ilişkiler kendi rayında ilerledikçe TSK’nin da gitgide neredeyse AB düşmanı haline geldiğini görüyoruz. Yani bu süreçte aslen TSK kazımak istediği siyasal İslam’ın yerine geçmiş, kendini global denklemin dışına atmıştır. Zaten kendi sonunu da bu şekilde hazırlamış oluyor, bana sorarsanız.
Yazının başlığı olarak AKP neyi değiştirmedi, diye sormuştuk. Oraya da değinip bitirelim. En başta tarif ettiğim genel darbeler tarihi içinde AKP 10 yıllık kesintisiz ve gittikçe artan bir seçmen desteğiyle iktidarda olması bakımından ayrışıyor. Bu yepyeni bir örnek. Ve bu 10 yıllık iktidarın bilhassa son bir-iki yılında şunu görüyoruz. AKP artık kurumsallaşmış, siyasal İslam ile  dindar nesil yetiştirme gibi çıkışlar dışında pek de ilgisi kalmamış, Milli Görüş’ün her ne durumda olursa olsun  koruyabildiği sistem-dışı özellikleri tamamen törpülenmiş, devlet otoritesini şevkle hevesle devralmakla kalmayıp, -her ne kadar bir kadro itişmesi sonucu olsa da- MİT’i bile sahiplenir hale gelmiş, otoritesine/hakimiyetine ortak olmak isteyen cemaatleri kritik makamlardan uzaklaştırmanın gayreti içine girmiştir. Özetle pekçok bakımdan bir devrim niteliği taşıdığı düşünülen, bu yönüyle bilhassa AB çevreleri ile liberal kesim tarafından alkışlanan hamleler durmuş, siyasal İslam, kurumsallaşmış, devletleşmiştir. Tabii bu AKP modeline artık ne kadar siyasal İslam denebilir, o da ayrı. AKP’ye kırgın olanların “Ankaralılaşmak” dediği, budur. 15 yıllık bir maceranın, siyasal İslam nehrinin, artık bambaşka, yeni ve güçlü bir yatak bulmasıdır. Devrimin daima devletin gücünü artıran bir etken olduğunu söyleyen Tocqueville idi galiba. Dolayısıya 28 Şubatçılar elbette üzülebilirler, ama çok da değil.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder