Cuma

Özal’ın mezarı ve devletin müzakere geleneği


(agos, 27 eylül 2012)

Haftalar, aylar, hatta yıllardır, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eceliyle mi öldüğünü yoksa birtakım güçler tarafından mı öldürüldüğünü tartışıp duruyoruz. Bu yöndeki, yani öldürüldüğü yönündeki şüpheler ailesi tarafından ilk ortaya atıldığında kamuoyundaki genel tavır pek ciddiye almama, ama görmezden de gelmeme yönünde olmuştu. Ancak AKP Ergenekon davası ile birlikte geçmişin “kimi dosyalarını” açma gereği görünce, yargı da bu yöndeki beyanları daha bir ciddiye aldı. Nihayetinde Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu bir rapor hazırladı ve Özal’ın ölümündeki şüpheleri bir bir sıraladı. Bu ve diğer  şüpheler üzerine yürütülen soruşturmada Özal’ın kabrinin açılması aşamasına kadar geldik. Özetle yargı, iddiaları ciddiye almaktadır.
Beri yandan devletimiz bir de eski Jandarma Genel komutanı Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili sırrı da açığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Bilindiği gibi Bitlis’in bindiği uçak 1993 yılında düşmüş, komutan da ölmüştür.  Baştan beri varolan bunun bir sabotaj olabileceği yönündeki  şüphe, Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte iyice kuvvetlenmiş ve yargı bu ölümle ilgili de çalışmalarını/soruşturmayı hızlandırmaya karar vermiştir.
Benzer biçimde Bitlis’in ekibinden oldukları söylenen eski Jandarma alay komutanları Rıdvan Özden’in çatışmada ölümü, Kazım Çillioğlu’nun da intiharı soruşturulmakta. Bu iki komutanın ölümünün açıklandığı gibi olmadığı, tam tersine devlet içindeki birimler tarafından öldürüldüğü yönünde ciddi bulgular/şüpheler var.
Bütün bu soruşturmalardaki ortak payda nedir diye sorarsanız, şu var: Farklı teoriler olmakla birlikte bütün bu isimlerin Kürt sorunu konusunda devletin politikalarından farklı biçimde davrandıkları için öldürülmüş olabilecekleri kanısı güçlüdür. Evet, Eşref Bitlis’in ordudaki anti-ABD kanadından olduğu ve Çekiç Güç’e karşı olduğu için ABD tarafından öldürüldüğü iddiaları da bulunuyor ancak PKK ve Kürt Sorunu’nu ayırmak ve yeni bir politika saptamak istediği için öldürüldüğü yönündeki şüpheler de aynı oranda kuvvetlidir. Özal’ın öldürülmesiyle ilgili de çok sayıda teori ortaya atıldığını biliyor olmalısınız. Bunlar arasında en öne çıkan, Özal’ın Kürt sorununda çözüm/federasyon perspektifi geliştirdiği için, devlet içinde çözüm istemeyenler tarafından öldürüldüğü yönündeki iddiadır.
Şunları şimdilik bilmiyoruz elbette: Bitlis bir suikaste bile kurban gittiyse, niçin öldürüldü? Özal niçin öldürüldüyü geçtik, gerçekten öldürüldü mü? Bunları bilmiyoruz ve yakın vadede bilip bilemeyeceğimizi de bilmiyoruz. Elimizdeki tek somut durum şu:  AKP’nin PKK ile müzakere yürütürken bir yandan da bu iddiaların kamuoyunda tartışılmasını arzulaması, böylece müzakereyle ilgili toplumda negatif bir algı varsa, bunu dağıtmayı ve elbette Ergenekon davası için psikolojik destek sağlamayı hesaplaması sayesinde Özal’ın mezarını açacak aşamaya geldik. İleride farklı bir karar alınmazsa, mezar açılacak.
Bütün bunları niye yazdım? Şunun için: Bu iddiaların doğru olduğu, yani Kürt sorununu savaş değil de müzakere yöntemiyle çözmek isteyenlerin, ya da müzakere olması da şart değil, savaş dışında bir yöntemle çözmek isteyenlerin bizzat kendi devletleri, yani Türk devleti tarafından öldürüldükleri ortaya çıkarsa ne yapacağız?  Yani ne yapacaksınız? Topluma, en önemlisi Kürtlere ne söyleceksiniz? Bu bir.

Salı

Bir yandan, Evren’leşme emareleri..


(agos, 21 eylül 2012)

Evren’den kastım Kenan Evren elbette. 12  Eylül darbesinin, 12 Eylül hukukunun, 12 Eylül zihniyetinin lideri. Öncelikle şunu herhalde teslim etmek lazım.12 Eylül elbette ki bu toplumun birçok hayati  uzvunu kesip koparmıştır ama 1982 Anayasası’na yüzde 92 oy da sadece tehditle filan verilmemiştir. Ya da toplumun “şuna evet diyelim de başımızdan savalım” gibi bir düşüncesiyle. Kenan Evren’in şahsında cisimleşen o düz mantığın, muhafazakar/dünyaya kapalı, her durumda kendini haklı gören, biraz da dar kafalı aile babası bakışının toplumda bir karşılığı vardı elbette. “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü mesela, bir darbe liderinin, bir cuntacının hıncını yansıttığı kadar; o basit, düz mantığın bakış açısını da yansıtır. Kenan Evren’lerden çok vardır Türkiye’de, bunu bilelim.
Bu düz mantık, bilhassa topluma bakışta AKP tarafından da devralınmıştır, bilindiği gibi. Ahlak, toplumsal düzen konularında hal böyledir böyle olmasına ama bu düz mantık epeydir siyasette de yansıma bulmaya başladı. “Bir zamanların AB ile yakınlaşma, demokratikleşme yanlısı AKP’si..” muhabbetine girmeyeceğim artık, oralardan nerelere nasıl geldiğimizi hepiniz biliyorsunuz. Dikkat çekici olan, oralardan bir de Kenan Evren bakış açısına gelmemizdir.
Erdoğan’ın İmam Hatip okullarıyla ilgili sözleri mesela. Bilindiği gibi İmam Hatip liselerinin önü epey açıldı açılıyor, son dönemde.  Konuya değinirken şöyle dedi Başbakan: “Bugün millet artık İmam Hatip okullarıyla kucaklaşıyor. 28 Şubat sürecinde bu okullar vebalı görüldü. Bunları terörist, anarşist yetiştirmediği için mi kapattınız?” Erdoğan’ın “dindar nesil yetiştireceğiz” sözleriyle birlikte  değerlendirildiğinde kendimizi bir anda 1981 yılında bulmamız işten bile değil. 12 Eylül’ün de hedefinde sola, özgürlüğe, toplumun o boğucu/iki yüzlü ahlak anlayışının dışına çıkmak isteyenlere karşı dindar, bir nesil yetiştirmek vardı ve bu nesil sayesinde gençliğin, bir daha asla düzen dışı/resmi görüş dışı  akımlara kapılmayacağı öngörülüyordu. Ve tabii bu sistemi kurmak için sola, demokrasiye, özgürlüğe dair her ne varsa onu itham etmek, “terörizmle” “anarşiklerle” eşdeğer tutmak önemliydi. İtaat etmeyen, resmi görüşün dışına çıkan teröristti. Ya da terörist adayı. Yazının başında tarif etmeye çalıştığım o muhafazakar aile babasıyla toplumu restore etmek istiyordu 12 Eylülcüler. Görünen, Erdoğan da öyle. Tek farkla ki, 12 Eylül o alaşıma biraz da resmi-devletli bir Atatürkçülük sosu katmak istiyordu. AKP’de bu yok, elbette.

Cuma

Bu “süreç” size de bir yerden tanıdık geliyor mu?


(agos, 14 eylül 2012)

28 Şubat “süreci”ni hepimiz biliyoruz herhalde. TSK öncülüğünde “devlet”in Refah Partisi-DYP koalisyon hükümetini devirmeye karar vermesi, medya ve o zamanki merkez sağ-merkez sol blok’un da buna destek vermesiyle adı geçen hükümet tarihe karışmıştı. Karar vericinin TSK, koordine edicinin dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve devletçi merkez sağ kanat, halkla ilişkilerin o zamanki merkez medya, onay vericinin ise merkez sol kanat olduğu bir operasyondu bu. Tüm bu süreçte hedefteki RP milletvekilerinin ya da RP üyelerinin itirabızlaştırılması için ayrıca bir çaba gösterildiğini hatırlıyoruz, biliyoruz. Bunların hepsine 28 Şubat “Süreci” deniyor. Bütün bu operasyonlara da 28 Şubat yöntemi diyebiliriz herhalde.
O vakitler ülkedeki gerçek iktidar TSK’da olduğundan ve resmi/cari görüş de orada oluşturulduğundan medya ve siyaset esnafı kendini oraya göre hizalardı. Dolayısıyla medya; ve DYP’yi boşaltıp DTP’ye geçen devletçi merkez sağ kanat, muhtemelen yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu. Ülkeyi şeriata götüren bir Hükümet vardı ne de olsa. Bu tip faaliyetler vatanı, cumhuriyeti savunmakla eş anlamlıydı. Medya da tüm o rezil baskınları saat saat yayınlarken, TSK’dan gelen talimatları uygularken yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu muhtemelen. Memleketi şeriatçıların elinden kurtarıyorlardı nihayetinde, yapılan işin önüne arkasına bakmak lüzumsuzdu, böyle zamanlarda böyle şeylere bakılmazdı. Ve bazen kurunun yanında yaş da yanardı.
Yıllar geçti. AKP iktidara geldi. Ama AKP iktidarından önce de aslında yavaş yavaş o dönemde nasıl hatalar yapıldığının bilançosu yapılmaya başlandı. AKP iktidarı ile birlikte ise bu bilanço hızlandı. O zamanki -ve şimdiki- Hükümet yanlısı basın, her fırsatta yeni ayrıntılar ortaya çıkarıyor, postmodern darbeye bir şekilde karışanlar ise havaya bakıp ıslık çalıyorlardı. AKP’nin iktidara tam olarak yerleşmesiyle de hesaplaşma başladı. Muhasebe hızlandı. Kimi samimi olarak o dönemde hata yaptıklarını itiraf etti, kimi buna bir gerekçe bulmaya çalıştı, kimi ise hala yapılanın doğru olduğu kanaatindeydi. Her neyse. Kesin olan şuydu ki AKP ve onun etrafında kümelenen AKP yanlısı basın her fırsatta 28 Şubat’ı lanetlemekte, hatta hesaplaşmanın henüz bitmediğini ilan etmekteydi. Dönemin kudretli isimleri hapiste bilindiği gibi. Döneme isteyerek ya da şuursuzca destek verenler hakkındaki “bir gün siz de sorgulanacaksınız” uyarısı da hala yürürlükte.
Özetle böyle bir sürecin en sert muhalifi AKP ve çevresidir diyebiliriz herhalde. Dolayısıyla böyle yöntemlere artık hiç olmazsa onların başvurmamasını beklemek hakkımız olsa gerek. Ancak manzara hiç de öyle değil. Son dönemde BDP milletvekilleri üzerindeki baskıyı ve belden aşağı vuruşları görünce insanın aklına 28 Şubat “süreci” geliyor doğrusu..

Köprüler atılıyor mu?


(agos, 7 eylül 2012)

Memleket yine yangın yeri, malum. Lafı dolandırmadan konuya girelim. Son iki aydır olup bitenlerden PKK’nın yeni bir taktik içinde olduğu anlayabiliyoruz. Bunu için haber kanallarında gün boyu boy gösteren terör uzmanlarını dinlememiz şart değil. Hala o günlerde ne olduğunu tam bilemediğimiz Şemdinli harekatından bu yana peşpeşe saldırılar düzenleniyor, peşpeşe askerler ölüyor. Bu saldırılarda PKK’nın da ciddi biçimde militan kaybettiği anlaşılıyor. Keza milletvekili, siyasetçi kaçırma gibi girişimlerde de  el artırılmış durumda. Anlayabildiğimiz, PKK belli bir alanı kontrol altında tuttuğu mesajını vermenin yanısıra, peşpeşe saldırılarla güvenlik güçlerini ve kamu görevlilerini de bölgede faaliyet yürütemez hale getirmek istiyor.
AKP  ve cephesine bakarsak. 2 ay öncesine kadar durum şöyleydi: Oslo’da henüz gerçek nedenini bilemediğimiz bir şekilde masa devrildiğinden beri bastırma politikalarına geri dönülmüş, , İçişleri Bakanlığı’na İdris Naim Şahin atanmış,, KCK tutuklamalarına hız verilmiş, “Kürt sorunu yoktur” söylemi benimsenmişti ve Öcalan’a da yaklaşık bir yıldır tecrit uygulanmaktaydı. Hala da uygulanıyor. AKP bugün gelinen aşamayı ise bize şöyle sunuyor: PKK,  Beşar Esad’la işbirliği yapmakta ve Türkiye’yi zor durumda  bırakmak istemektedir. Eylemler bu yüzden artmaktadır. Hatta bu denklemde İran bile yer almaktadır. Suriye’nin hamisi olan İran yönetimi de PKK’yı desteklemektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu başlığı altında aslında dramatik bir durum yoktur, bütün bunlar, Ortadoğu’daki denklem ve Türkiye’nin Suriye yönetimine cephe alması yüzünden olmaktadır. Yani AKP’ye göre PKK Türkiye’nin düşmanları ile işbirliği yapmaktadır. Tabii fırsatını bulmuşken AKP’yi devirmeye çalışmaktadır. Erdoğan bilindiği üzere son dönemde CHP’yi de bu cephenin içine katarak “milliyetçi merkez”in alanını iyice genişletmeye, MHP dışındaki muhalefetin tümünü kriminalize etmeye çalışmaktadır. AKP’nin ve Hükümet’e yakın çevrelerin bize sunduğu tablo bu.
Hükümet’in sunduğu tabloya ihtiyatla yaklaşsak da bir yandan  Türkiye’nin gözükara Suriye macerasının bölgedeki taşları yerinden oynattığı da görülüyor. Bu kadar taş yerinden oynamışken PKK’nın da oyunun içinde olmak istediğini düşünebiliriz. Fakat bütün bu olup bitenler AKP’nin biraz önce  çok kabaca tarif etmeye çalıştığım “bastırma” politikasını uzun süredir benimsediği ve Kürt sorununu görmezden gelmeye başladığı gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik  BDP milletvekillerinin yollarını kesen PKK’lılara “yeterince soğuk davranmaması” yüzünden 9 BDP milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması da gündemdedir. AKP’nin bu vesileyle siyasal Kürt hareketi üzerindeki baskıyı daha da artıracağı görülüyor. Bu esasen ülkedeki basıncı daha da artıracak bir adımdır.