Salı

Film aynı da, senaryo biraz değişti..


(agos, 24 mart 2011)
Batı’nın Libya’ya karşı gayet hızlı, kapsamı hayli geniş bir  “Uçuşa yasak bölge” kararı çıkarması (ki bu karar işgal dışında hemen her şeyi kapsayan muğlak ve geniş bir ifadeyle çıktı) ve bir gün sonrasında Fransa’nın kendini öne fırlatmasıyla bombardımana başlaması bir harekat bekleyen ama bu kadar hızlı beklemeyen dünya kamuoyunu az da olsa  şaşkınlığa uğratmış görünüyor. Bir ABD-İngiltere-Fransa-İtalya ortak yapımı gibi görünen operasyon başlar başlamaz “Yeni bir Irak mı, yeni bir Afganistan mı, demokrasi bahanesiyle petrollere mi el  konuyor” soruları ortaya atıldı, tartışmalar başladı. Yani aynı filmi mi seyrediyoruz sorusu sorulmaktadır ve gayet de haklı bir sorudur. Ancak bu sefer sanki tür olarak yine “dram-macera” seyrediyor olmamıza rağmen senaryoda bazı farklılıklar olduğunu düşünmek için yeterli sebep var. Öncelikle Batı, her zamankinden daha fazla görüş ayrılığı yaşamakta ve ABD sanki  “bu sefer önderliği siz alın bakalım, görelim ne yapıyorsunuz” der gibi.
Operasyonun Fransa’nın kendi öne fırlatmasıyla başlaması dikkat çekici. Fransa neden bu kadar hevesliydi acaba operasyona başlama konusunda? Genel görüş Sarkozy’nin kaybettiği siyasi prestjini bu yolla toplama peşinde olduğu. Muhtemelen doğrudur ama bu kadarla  sınırlı olacağını düşünmüyorum. Sarkozy bir ihtimal Fransa’nın NATO ve ABD’ye mesafe koyduğu yıllar boyunca Ortadoğu pastasından yeterince “pay” alamadığını düşünmüş de olabilir. Irak işgali sonrası “pasta”nın  neredeyse tümünü ABD’nin, kalanını da İngiltere’nin alması belli ki Sarkozy’nin çiğ kapitalist dünyasında silinmez bir iz bırakmış. Bu dediğim tahmin tabii, somut bir veri yok. Beri yandan Fransa’nın böylesine öne fırlaması, Batı dünyasını hayli rahatsız etmiş görünüyor. Merkel Almanya’sı başından beri bu işten uzak duruyor. İtalya başlarda operasyonun destekçisiydi ancak bir komuta “anarşisi” (tabir bir İtalyan dışişleri yetkilisine ait) olduğunu ve bu anarşi ortamında Kuzey Afrika pazarındaki başlıca rakibi Fransa’nın rol kaptığını görür görmez üslerini kullandırma imkanını şarta bağladı. O şart da operasyonun NATO şemsiyesi altında olması. Dolayısıyla İtalya’nın da ayrı bir cephe teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Rusya ve Çin operasyon kararına ilk başta çekimser davranarak köstek olmadılar. Ancak operasyon başladıktan sonra ortaya çıkan manzara bu iki ülkeyi de karşı cepheye itti. Doğrusu mevcut tablonun gerektirdiği müdahale şartlarının biraz ötesinde bir durum olduğunu düşünebiliriz.Ooperasyonun nihai amacı ve şiddettinin belirsizliğine dikkat çekiliyor. Doğrusu haksız şüpheler değil, Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz yatakları  dikkate alınırsa. Tabii bu meşru itirazların ardında bu iki ülkenin de müdahale sonrası Libya’da kimin borusunun öteceği ile ilgili şüpheleri de vardır muhakkak.

Cuma

Nükleer enerji ve piknik tüp...

(agos, 16 mart 2011)

Japonya’daki korkunç deprem sonrası, Tokyo ve çevresinde radyasyon seviyesi yükselmeye başladı. Santral civarındaki evlerde oturanlar için evden çıkmayın uyarısı yapıldı. Soru şu: depreme ve depremin nükleer santrallerde yol açabileceği tehlikelere karşı dünya üzerinde olabilecek en hazır ülke konumundaki Japonya nasıl bu hale düştü? Evet deprem 9,0 büyüklüğünde ve peşine gelen tsunami hayli vurucu. Ama sonuçta Japonlardan bahsediyoruz. Hayatları depremle ve bu depremlerden ders almakla geçti ve dürüstlükleriyle, planlı olmalarıyla biliniyorlar. Nasıl oldu bu?
Bu soruya yanıt aranıyor aranmasına ama dünyayı şimdiden korku sardı bile: Nükleer santraller.. Olup bitenlerin ardından bilhassa Avrupa’da nükleer santral konusu yeniden tartışılmaya başlandı, şüpheler yeniden daha yüksek sesle dile getirilir oldu. Almanya’da mesela bundan önceki Sosyal Demokrat-Yeşiller koalisyonu nükleer santralleri uzun vadede kapatmaya niyetlenmişti. SPD-Yeşiller hükümetinin kararıyla 1998′de nükleerden çıkış yasasını kabul eden Almanya o vakitler santrallerini  2021′de devre dışı bırakmayı öngörüyordu. Ancak Angela Merkel liderliğindeki koalisyon hükümeti, bu stratejiyi gevşetmeye başlamıştı. Ama bu tavırlarını sürdüremediler. Fukushima vakasından sonra Başbakan Merkel 1980’den önce faaliyete geçenmiş bulunan 7 nükleer santrali kapatma kararı aldı. Yani durum ciddi. Endişe duyan diğer ülke bize Mersin Akkuyu’da nükleer santral yapacak olan Rusya. Başbakan (yani, asıl başkan) Putin ülkedeki nükleer santrallerin kontrol edilmesi emrini verdi. Rusya'nın yeni nükleer santral inşa planları da gözden geçirilecek. Tekrar Avrupa’ya  dönelim. İsviçre güvenliğin ana öncelik olduğunu açıkladı ve nükleer santral planlarını askıya aldı. Halihazırda İsviçre'de 5 nükleer santral var.Son kararla üç yeni santralle ilgili onay süreci askıya alınmış oluyor. Avrupa Birliği de santrallerle ilgili olarak Salı günü olağanüstü toplandı. Zirveden santraller için bir “stres testi” uygulanması kararı çıktı.. Avrupa'da en fazla nükleer reaktöre sahip olan Fransa’da da konu gündemde, doğal olarak. 58 nükleer reaktöre sahip Fransa'da Yeşiller Partisi, nükleer enerjiden vazgeçilmesi için kampanya başlattı. Ancak Fransa Çevre Bakanı Nathalie Ksciusko-Morizet, ülkedeki santrallerin doğal afetlere karşı güvenli olduğunu söyledi. Avrupa’daki genel tabloya bakacak olursak: Almanya’da 17 nükleer santral üretimde. Fransa’da 58 santral var. İngiltere’de 19 santral var, bunlara ek olarak 10 santralin inşası planlanıyor. İsviçre’de 5 santral  var, az önce yazdığımız gibi yeni yapılması planan santrallerin inşası askıya alındı.

Nedim ve Ahmet’ten sonra..


(agos, 11 mart 2011)

Hanefi Avcı’nın gözaltına alınması, hakkında “Devrimci Karargah Örgütü üyesi olmak” gibi gayet şüpheli gerekçelerle dava açılması ve hapse atılması döneminde bu sütunlarda birkaç eğilime dikkat çekilmişti. AKP’nin TSK’yı artık gerilettiği, dolayısıyla faili  meçhul cinayetler, Güneydoğu’da devlet görevilerinin icra ettiği  kanun dışı gaddarca eylemler  gibi konularda soruşturmaların neredeyse durdurduğu, duracağını söylemiş, Ergenekon soruşturmasının artık AKP hakimiyetinin tam olarak tesisi için kullanılabileceğini vurgulamıştım. Maalesef bu algı ve gidişat güçlenerek sürüyor.
Gülen cemaatine yakın bazı polislerin Hrant Dink cinayetinde ihmalleri olabileceğini ortaya koyan ve bu bulgularını bir kitapta toplayan gazeteci Nedim Şener ile;  devlet içindeki  yasadışı eylemler hakkında yaptığı haberlerle bilinen ve Gülen cemaati hakkında bir kitap yayınlamaya hazırlanan Gazeteci Ahmet Şık’ın Ergenekoncu oldukları gerekçesiyle gözaltına alınması ve tutuklanması yeni bir kırılma noktası oldu diyebiliriz.(kırılma noktası derken soruşturmanın haklılığı hakkında kamuoyunda çok ciddi ve geniş şüpheler oluşmasından bahsediyorum)  İlk kırılma noktası Türkan Saylan’ın evinin aranmasıydı. Gülen cemaatinin resmi yayın organı konumundaki Zaman gazetesi ile AKP yanlısı sağ basının bayraktarlığında süren arama boyunca Saylan’ın Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği vasıtasıyla PKK’lı gençlere burs sağladığı gibi hayli çirkin iddialar ortaya atılmışı. Bu iddialar henüz ispatlanabilmiş değildir. Ve yapıları itibariyle de ispatlanması da çürütülmesi de zordur, zira Güneydoğulu gençlere verilen burs, kötü niyetli kişilerce her şekilde yorumlanabilir ve aynı zamanda istismar edilebilir. Keza Ahmet Şık ve Nedim Şener hakkında da Zaman gazetesi manşetten suçlayıcı salvolara başlamış durumda. Bu, iki kırılma noktasında da Gülen cemaatinin başrolde olması düşündürücü. Bu durumda çok kabaca şöyle bir hüküm vermek herhalde yanlış olmaz. Gülen cemaatini açıkça eleştirenler değil belki ama, devlet içindeki ilişki ağı hakkında kapsamlı çalışmalar yapanların başına bir şekilde bir şey geliyor. Şık gözaltına alındığında “dokunan yanar” derken belli ki bunu kastediyor. Dolayısıyla Türkiye’de mevcut iktidar içindeki güç dengeleri açısından da bu durum çok şey anlatıyor. Buraya kadar hemfikirsek son gözaltılardan rahatsızlık duyduğunu açıkça söyleyen Cumhurbaşkanı Gül bu dengeye dikkat çekiyor olamaz mı acaba? Kimbilir..
Gelelim mevcut duruma. Nedim Şener ve Ahmet Şık meselesinde birkaç zorlu süreç var. Öncelikle aynı Türkan Saylan vakasında olduğu gibi aslen cemaatin yürüttüğü bir operasyon bu, apaçık. Ve aynı Saylan vakasındaki gibi ayağa kalkan kesim Ergenekon soruşturmasının çoğu aşamasında “dur bakalım” diyen, köstek olmasa da gözü kapalı destek de vermeyen demokrat kesim. Genel (ve haklı) gerekçe, “Bu isimleri tanıyoruz, kefiliz, Ergenekoncu olamazlar.” Doğru, bence de olamazlar tabii ama karşı cephe, (Gülen cemaati, AKP ve AKP yanlısı basın) “kişisel değerlendirmelerle bu iş olmaz, hem savcılığın elinde önemli belgeler var” diyor. Demokrat cephe bu aşamada biraz  sıkıştırılıyor yani.

Son düzlükte evet, hayır, boykot..

(Agos, 10 Eylül 2010)

Bu değil de sonraki sayıyı elimize aldığımızda 12 Eylül referandumunun sonucu artık biliyor olacağız.. 
Son düzlüğe girilirken en geniş tartışma, sol-demokrat kesimi içinde yaşanıyor, herhalde görüyorsunuz. Evet diyenler az değil. Hayır diyenler de.. BDP çizgisine paralel biçimde ama ayrı gerekçelerle boykot tavrını benimseyenler de var. Gazetemizin tavrının herhalde siz de artık biliyorsunuz. İşin doğrusu herhalde  artık bu saatten sonra kimse görüşünü değiştirecek değil, tarafların birbirini ikna etme çabaları da sonuç verecek gibi görünmüyor. Kendi adıma, koşa koşa sandığa gidip evet deme heyecanım olmadığını daha önce de yazmıştım. Son notlarımı da aktarayım
Öncelikle: aslında her referandum bir dayatmadır, argüman olarak. Önünüze bir metin koyarlar ve buna ya evet ya da hayır demenizi isterler. Bu metni bize dayatanın diğer alanlardaki faaliyetlerine bakıp “tamam da bize bunun dayatan şu şu alanlarda  hiç de parlak faaliyetlerde bulunmuyor” dersek, “O ayrı.sen metne bak, katılıyor musun katılmıyor musun” derler. “Tam aklıma yatmadı” dersen bu kez de onlar metnin dışına çıkıp “Evet demezsen şunlar şunlar olur” derler. Yani bu kez de onlar konunun dışına çıkarlar. Yani anlarsın ki aslında oylanan metin değildir, başka bir şeydir. Tam da bu yüzden aslında referandum, oylamaya konu olan metin değildir, başka bir şeyin dayatmasıdır. Bu dayatmaya katılmak istemeyebiliriz. Bu da bir tercihtir.
Kaldı ki referanduma konu olan metne gelirsek. Tartışmalı iki madde hariç (Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısı) diğer tümü TBMM’den rahatlıkla oyçokluğu ile geçecek maddelerdi. Kalan maddelerin tümüne CHP zaten destek vermişti. Bir kısmına MHP de destek vermişti. Ama, taraflar kendilerine güvenmedikleri için, en başta da AKP sadece tartışmalı iki  madde ile referanduma gitmeye güvenemediği için bu metin bize toplu bir halde sunuldu. Ancak dediğim gibi, bu bizlerin oyuna kalması gereken bir metin değildi. Sonuçta AKP’nin istediği oldu ve kimsenin zaten itiraz etmediği maddeleri metne katarak bizden oy istiyorlar. Burada apaçık bir dayatma var.Kimin marifeti olursa olsun..
Tartışmalı maddelere gelecek olursak. Anayasa Mahkemesi ve HSYK’nın yapısından herhalde demokratım diyen kimse memnun değildir. Ancak bu iki kurumun üyelerin seçiminde TBMM ve Cumhurbaşkanın ağırlığının artması iyi biçimde tartışılmadı. Cumhurbaşkanı’nı önümüzdeki dönemde halkın seçeceğini de düşünürsek, popülizme, kişisel tercihlere hatta otoriterliğe hayli açık bir seçim sistemi ile karşı karşıya olduğumuz görülür. Halkın seçtiği kişi ister Erdoğan olsun, ister Bahçeli. Ya da Berlusconi, Cem Uzan tipinde bir isim. Özetle bu değişikliğin niçin bizi  heyecanlandırması gerektiği pek de net değil. Ayrıca Danıştay’ın özelleştirme, çevreye zarar veren yapılaşmalar gibi konularda artık hüküm veremeyecek olması var. Ve Anayasa Mahkemesi’ne getirilen kişisel başvuru hakkının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitme hakkımızı ne ölçüde kesintiye uğratacağı da açık değil. Buralarda sıkıntı yaşanabilir.
Öte yandan tüm partilerin oyunu oynama biçimi çirkin ama AKP’ninki özel bir ilgiyi hak ediyor. Bitaraf olan bertaraf olurdan sonra çok da dikkat çekmeyen bir vaka daha oldu. DSP-MHP-ANAP Hükümeti döneminde Barzani’ye yapılan yardımlar başbakanlık arşivinden çıkarıldı ve AKP yanlısı basın tarafından “Bahçeli hükümeti Barzani’ye yardım yapmış” diyerek son derece çiğ şoven bir dil ile manşetlere taşındı. Bu bilginin AKP tarafından basına sızdırıldığını düşünmek yanlış olmaz.

Perşembe

Değişmek kimlere mahsus?


 (agos, 26 Kasım 2010)
Geçen hafta, daha doğrusu önceki haftaki yazıda CHP ve Kürt Sorunu konusunda medyada ve kimi siyaset çevrelerinde bir algı oluştuğuna dikkat çekmiştim. Bu algıya göre CHP’den adam olmaz diyenler, AKP’li, Fethullahçı oluyorlar, CHP’yi kimse tutamaz diyenler de ulusalcı Ergenekoncu oluyorlardı. Bu manzaranın çarpıklığına dikkat çektikten sonra CHP’deki yeni dönemle ilgili fikir beyan etmeyi de bu haftaya bırakmıştım. Kaldığım yerden devam edeyim..
Kılıçdaroğlu ve ekibinin önder Sav ve ekibinden kurtulmasından sonra “CHP artık oy patlaması yapar” demek abartılı ama yine  de bunun CHP içinde yeni bir hamle olduğunu görmeliyiz. “Kemalist-devletçi bunlar, bu partiden hiç bir şey olmaz” görüşünün de kolaycılığına düşmeden tabloya bakacak olursak: Evet Kılıçdaroğlu belki bir ekiple, belki de tek başına CHP’yi bir yerlere taşımaya çalışıyor, bu ortada. Bunun için kendine seçtiği yeni ekiple bunun yapması  zor görünmekle birlikte şu aşamada bence önemli olan bu küçük rota değişikliklerinin toplumda bir karşılığının olup olmadığını test etmek. Evet eğer küçük de olsa bir karşılık varsa ya da Kılıçdaroğlu bunun görmeden de bir risk alıp eli artırırsa pek ümit vadetmeyen bu kadronun da yenilenmesi gündeme gelebilir. Hiç şüphesiz bunların tersi de mümkün. Yani bütün bu rota değişikliklerinde en başa da dönülebilir. Bu da bir ihtimal. Ancak burada ilginç bir durum var.
Bayramda hatırlarsanız CHP ile BDP arasında bir temas oldu. BDP’nin seçimde sol blok gibi bir fikir ortaya atmasına CHP Genel Sekreteri Süheyl Batum’dan “değerlendirilebilir” gibi olumsuz olmayan bir yanıt gelince, ana medya ve AKP medyası CHP-BDP seçim ittifakına gidiyor davulları çalmaya başladı. Hiç şüphesiz böyle bir gelişmenin manşet değeri vardı ama haberin ayrıntılarına bakıldığında başı sonu belli bir ittifak diyaloğu değil de, genel bir “böyle şeyler olabilir, laikliği, emek haklarını savunan partiler işbirliği yapabilir” havasında diplomatik bir konuşma olduğu anlaşılıyordu. Ancak bilhassa AKP’ye yakın medya bunu “ittifak tamam” havasında daha doğrusu yaygarasında vermeyi tercih etti. Burada aslında AKP’nin iş siyasi rekabete gelince Kürt Sorunu’nda hemen “açık kollamaya” teşne olduğunu –bir kez daha-  görebiliyoruz. Zaten Başbakan Erdoğan da konuşmalarından birinde bu  son derece ham habere deyim yerindeyse atladı. Şöyle dedi Erdoğan: "Bakın işte görüyorsunuz, şu anda CHP'nin filan düştüğü hali. Kimse hiçbir şeyden endişe etmesin, onlar halk oylamasında da bir araya geldiler, neticesini gördünüz..” Bu konuşmanın ardından CHP “ittifak gündemde değil” dese de Erdoğan birkaç gün sonra konuya kaldığı yerden devam etti ve “CHP ile BDP platonik aşk yaşıyor.” dedi.
Şunu hesap etti AKP muhtemelen: Bütün o açılım söylemine rağmen sonuçta sağ bir tabanı olan AKP, “sol-bölücü ittifakı” edebiyatından pekala hala medet umabilir. Bunun Türkiye’de iş yaptığı görülmüştür, denenmiştir, AKP’nin de sıkışınca bu yola sapacağına hiç şüphe yok. Ancak bu ham gelişme bir yandan da AKP’nin canını sıkabilir zira biliyorsunuz AKP’nin gücünde Güneydoğu’dan gelen oyların çok önemli bir payı var. Dolayısıyla bölgede mevcut ve stabilize olmaya başlayan AKP-BDP oy dengesinin küçük bir miktar bile oynaması AKP oylarında önemli bir kayma yaratabilir. Bilemiyorum belki CHP de bunu bildiği için aynı AKP’nin yaptığı gibi içi pek doldurulmayan yeni bir “G.Doğu açılımı” politikasına sarılabilir. Ürkek Diyarbakır gezisi muhtemelen bunun göstergesi. Bu çabaların önümüzdaki dönemde artacağını düşünüyorum.
Tam da bu noktada şunu da tartışmanın zamanıdır. CHP’nin kendisinden beklenen sol ve özgürlükçü atağı yapamayacağı konusunda çok geniş bir konsensüs oluşmaya başladı. Buna yürekten inanıyor olabilirsiniz ama siyaset bilimi ve tarih açısından baktığımızda bu konuda neden bu kadar kesin konuşulduğunu pek anlamıyorum. Tamam CHP devletçi bir partidir Kemalist bir partidir, ortanın solu çıkışını da iyi becerememiştir, hemen kendi içinde bölünür vs. Ancak Erbakanların, Hasan Hüseyin Ceylanların, Şevki Yılmazların Şevket Kazanların partisinden, çizgisinden AKP gibi bir parti çıkıyor ve “muhafazakar demokrat” olup bir de tüm liberallerin kayıtsız şartsız desteğini kazanıyorsa, en azından teknik olarak CHP’nin de bu imkana sahip olduğunu teslim etmek gerekir. Burada ilginç bir anekdotu aktarmakta fayda var. Pek basına yansımayan bir ayrıntı bu bildiğim kadarıyla. Yakın zamanda bir AKP’li bakan, üstelik de parti kurulduğundan beri AKP’de bulunan bir bakan, bir sohbet toplantısında şunu söyledi: “İlk kurulduğumuzda AB ile ilişkilerin sürmesini isteyenler olarak sadece 2 ya da 3 kişiydik.”

Nefes alamayan siyaset ve öğrenci eylemleri..

(agos, 17 Aralık, 2010)
Öğrenci eylemleri tartışması, başladığı ve devam ettiği hızla kesildi. Çok konuşuldu, her yerde konuşuldu ve aynı şekilde konu birdenbire kapandı. Ancak aslına  bakılırsa günümüz siyaseti için önemli ipuçları içeriyordu ve uzun süre tartışılmasında fayda var..
AKP cephesi eylemleri son zamanlarda adeti olduğu üzre, hemen Ergenekoncu ve darbeci olarak yaftalamaya çalışıyor. AKP çevrelerinde hakim olan görüşe göre bu eylemlerle öğrenciler sokağa dökülmek isteniyor. Sonra da darbenin yolu açılacak. AKP’ye yönelik her türlü “eylem” belli ki bundan sonra böyle konumlandırılacak. Ancak AKP’nin bu yaklaşımı büyük eleştiri toplayınca bu kez tekrar klasik merkez sağ pozisyona dönüldü ve öğrencilerin illegal örgütlerle bağlantısı iddiası  ortaya atıldı. Başbakan Erdoğan’ın bütçe toplantısında yaptığı konuşmadaki sözleri açıklayıcıdır:  “Biz polisimizi hiç bir zaman hiç bir yerde kimseye ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz ama şunu bilmenizi istiyorum: biz illegal örgüt mensupları derken... Kusura bakmayın, kuru kuruya atmıyoruz, hepsinin belgeleri, vesikası var.”
E valla biz de şunu çok iyi biliyoruz ki, bu ülkede iktidar birilerini örgüt mensubu yapmaya karar verdiyse, allem eder kallem eder yapar. Tarihimiz bunun örnekleriyle dolu. Dolayısıyla eylemlerin doğurduğu sonuçların en önemlisi, AKP’nin bu tip bir durumda hemen soğuk savaş döneminin komünizm karşıtı klasik sağ pozisyonuna döndüğünü bir kez daha görmek oldu. Bu durum AKP’yi kayıtsız şartsız destekleyen liberal kesimi biraz zorlayacak gibi görünüyor. AKP için de bu bir problem oluşturabilir. Zira bu kesim sayıca küçük olmakla birlikte AKP’nin siyasi meşruiyeti açısından büyük önem taşıyor. Eylem sonrasında ilk manzara liberal kesimin kredisinin pek tükenecek gibi olmadığı ama bu kredinin de sonsuz olmadığı yönünde. En azından benim anlayabildiğim, bu.
Beri yanda da tabii tam tersi bir algılayış var. 68 benzeri bir eylemlilik ve siyasi uyanış yaşandığını söylemek de biraz abartılı. Bu eylemleri AKP’nin sonunu getirecek bir hareketlenme olarak sunmak öğrencilere boylarını aşan bir görev yüklemek oluyor. Belli ki pek de öyle bir dertleri yok. Bu aşamada  eylemlere ve bu eylemleri doğrun atmosfere bakabiliriz biraz.
Bugüne kadar çok sayıda yumurtalı/boyalı eylem oldu. Özgürlükçü ve AKP’ye zaman zaman yakın duran kimi entelektüeller (Adalet Ağaoğlu, Roni Margulies) bu tip bir eyleme maruz kaldığı gibi, yine  AKP yanlısı gibi göründüğü gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç da bu eylemlerden nasibini aldı. Bu eylemlerde hiç de alkışlanacak bir durum yok. Gayet faşizan ve reaksiyoner eylemlerdir. Ancak iki eylem ayrı bir yerde duruyor. İlk önemli eylem Dolmabahçe’de Erdoğan-Rektörler buluşması sırasında gerçekleşti. Bu görüşme sırasınada eylem yapanların  çoğu, üniversitelerle ilgili derdi olan, bu konuda söz söylemek  isteyen öğrencilerdi. Talepleri kendi ağızlarından, şöyle: “Harçların kaldırılması, üniversitelere daha fazla bütçe ayrılması, öğrencilere söz ve yetki hakkı verilmesi ve YÖK'ün kaldırılması”  Talepleri bunlar olan öğrencilerin üzerine biber gazıyla, copla tekmeyle gidildi. İşte Burhan Kuzu’ya yönelik yumurtalı eylem, bu polis tavrının protestosu oldu. Dolayısıyla bu iki eylemi öncekilerden ayırmak gerekiyor. Bu eylemcilerin derdi devletle, otoriteyle. Açık bir biçimde tepkisel de olsa kapitalizm karşıtı bir saik var. Yine kendi sözleriyle anlatacak olursam: “Bu yumurta aynı zamanda HES'lere karşı direnen köylüler, Tekel işçileri, yoksulluktan üniversite okuyamayan gençler için atıldı. Konuşmamıza izin verilseydi yumurta atmazdık.”
Beğenelim, beğenmeyelim, dertleri bu. Belki de tam da burada topluca bir bakış atmak gerekebilir. İster faşizan ve reaksiyoner olsun, ister sol ve eşitlikçi olsun, bu eylemlerin tümü de aynı yolu seçiyor. Yumurtalı ve boyalı eylem. Bu manzaradan ne çıkarmalı?

2011’de merkez ve “bastırılanlar”...


(agos, 31 Aralık 2010)
Geçtiğimiz haftayı BDP tarafından gündeme getirilen iki dil ve Demokratik Toplum Kongresi tarafından tartışmaya açılan Demokratik Özerklik tartışmaları ile kapatmıştık. Anlaşılan 2010 yılını da bu tartışmalarla kapatacağız ve 2011’de de başıca konularımızdan biri bu olacak. İki dil ve Demokratik Özerklik konusunda Kürt kesiminin taleplerine kulak verilmesi gerektiğini savunanlardanım. Bilhassa Demokratik Özerklik konusunu tartışmaya açan metin Kürt Sorunu’nu çözmek istediğimiz muhatapların talepleri açısından bir gösterge. Eğer Türkiye’deki siyasi elit, bu sorunu çözmek istiyorsa, nasıl ki Öcalan ile pazarlık yapmakta beis görmüyorsa, bu taslağın sahipleri ile de diyaloga girmenin bir yolunu bulmalıdır.
Ancak geçen hafta olup bitenler bu konuda pek de bir yenilik olmayacağını gösterdi. İki dil, bilhassa da demokratik özerklik önerileri gündeme düştüğünde hem CHP hem de AKP’den üst düzey bir tepki beklenmiş ancak iki lider de uzun süre suskun kalmışlardı hatırlanacağı gibi. Ancak İçişleri Bakanı Beşir Atalay gibi isimlerin açıklamaları AKP’nin konuya sert bakacağının sinyalleri oldu. Sonunda hafta sonu iki lider de konuştu ve deyim yerindeyse kestirip attılar. Türkiye’nin resmi dili tektir ve özerklik gibi tartışmalar ülkeyi parçalanmaya götürür. CHP ve AKP bu noktada birleşmiş durumdalar. Sürpriz değil. Bırakın siyasi eliti, epeyce bir köşe yazarı, düşünür ve akademisyen de taslağı beğenmedi, kusurlu buldu. Olabilir, taslak bazı açılardan zamansız ya da tutarsız talepler içeriyor olabilir. Ancak  bilhassa Erdoğan’ın konuya yaklaşımı her zamanki gibi azarlar, had bildirir nitelikte oldu. Sözlerini hatırlayalım Erdoğan’ın: “Ortak dil Türkçe'dir, bu gerçeği  değiştirmeye yönelik hiçbir girişim kabul edilemez..Bu meseleyi tartışmaya dahi açmak, bu meseleyi  getirip Türkiye'nin gündemine taşımak ne demokrasiye, ne özgürlüklere, ne  toplumsal barışa ne de kardeşliğe asla hizmet etmez ..Özerklik tartışması, demokratikleşmeyi, Türkiye'nin ileri demokratik  standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgahı. Millete rağmen, milletin kurumlarına rağmen, anayasal düzene  rağmen, kim hangi projeyi hayata geçirebilir? Hiçbir ciddiyeti ve derinliği olmayan bu projeleri, benim Kürt kökenli  kardeşlerimin talebiymiş gibi takdim etmek, çok büyük bir haksızlıktır. Bu  bildirileri yayınlayanlar, bunun siyasetini yapanlar benim Kürt kökenli  vatandaşımın ne kadarını temsil ediyorlar? Milletim müsterih olsun, biz kimseye bu ülke üzerinde ameliyat  yaptırmayız, kimseyi bu milletin hissiyatıyla oynatmayız.”

Kıbrıs, İşsizlik, Ortadoğu...

Siz hiç gazetelere “Ben komünist değilim” diye ilan vermek zorunda hissetiniz mi kendinizi? Ya da  “Ben Rum işbirlikçisi değilim” diye? 1950’lerin sonlarında 60’ların başlarında Kıbrıslı Türklerin epeyce bir kısmı bunu yapmak zorunda hissettiler kendilerini. Çünkü Rumlarla mücedele eden milliyetçi çevrelerin Kıbrıs Türk toplumu  üzerindeki baskısı dayanılmaz boyutlara varmıştı ve ortak bir cumhuriyetten söz edenler hemen komünist ya da işbirlikçi olarak damgalanıyordu. Küçük bir yer, nihayetinde Kıbrıs. Hele ki Türk cemaati. Bu baskıların yoğunlaşması üzerine çoğu insan fotoğraflı ilanlar vermekte bulmuş çareyi. Bakmış ki hakkındaki düşmanlık artıyor bir fotoğrafla “Ben komünist değilim”, “Ben Rum işbirlikçisi değilim” ilanları veriyorlarmış. Hatta ve hatta bir KıbrıslıTürk’ün, ilanı verdiği günün gecesinde öldürüldüğünden bahsedilir. İlan ertesi gün yayınlyansa belki canını kurtaracaktı. (1)Ama asıl mesele  toplum üzerinde böylesine bir baskı kuranların gaddarlığı.. Bu baskı ve Türk milliyetçilerin marifetlerini çeşitli vesilelerle hatırladık geçenlerde, o yüzden konuya buradan girdim. Başbakan Erdoğan’ın KKTC’deki ekonomik kesinti karşıtı gösteriler için “Besleme bunlar” deyivermesiyle başlayan kriz büyüyor, biliyorsunuz. KıbrıslıTürklerin direnişi ve Türkiye’de maalesef hakim olan “sayemizde yaşıyorsunuz” algısı, eski defterleri bir kez daha açmaya sevkediyor insanı ister istemez. Evet, KKTC ekonomisinde bir sorun olduğu açık. KKTC halkı ve yöneticilerinin de gelinen noktada payı vardır herhalde ama aslan payı herhalde “çözümsüzlük çözümdür” prensibini benimseyenlerde, çatışma ortamını tırmandırmak için kendi camisini bombalayanlarda, kendi vatandaşlarını, gazetecilerini öldürenlerde, “aldığımız toparak sonradan işimizi yarar, pazarlık payımızı artırır” diyerek tanklarını Güney’e doğru yürütenlerde. (Bu sonuncuyu Kenan Evren itiraf etmişti, hatırlarsanız)
Zaten bilenin bildiği bir vakaydı ama artık kulaklarını özel olarak tıkayanlar dışında herkes biliyor. Bayraklı camiinin yakılmasında Özel Harpçilerin rolü meselesi. Eski MGK Genel Sekreteri Sabri Yirmibeşoğlu’nin ismi Özal’ın ölümüyle ilgili iddialara/söylentilere karışınca gazeteciler sorular sormuştu Yirmibeşoğlu’na, geçtiğimiz haftalarda, hatırlayacaksınız. Aynı zamanda bir dönem Özel Harp örgütlenmelerinin de başında bulunan Yirmibeşoğlu ile Habertürk muhabiri arasında şu diyalog yaşandı:

Yeniden keşfedilen kötü çocuk: Libya

Geçen haftaki yazıyı Ortadoğu ve Arap coğrafyasındaki ekonomik tablo ile bitirmiş, gençler arasındaki işsizliğe dikkat çekmiş ve patlamaya hazır yeni ülkelerin Libya ile  Cezayir olduğuna dikkat çekmiştim. Dolayısıyla bu hafta Libya’yı biraz konu edinebiliriz zira burada  kan gövdeyi götürüyor, Kaddafi’nin şiddeti neredeyse katliam boyutlarında.. Bu arada şunu hemen not düşeyim “bildim” filan gibi bir ima içinde değilim, zaten manzara ayan beyan ortada üstelik Libya’da olup bitenlerin ekonomik dengelerle ne kadar alakalı olduğu tam belli değil, Kaddafi rejimine baştan beri muhalif olan aşiretlerin ortamı uygun bularak ayaklanması da etkili. Şöyle ya da böyle, son olarak isyan Libya’ya da sıçradı ve şu ana kadarki en kanlı bastırma harekatı yürütülüyor  Kaddafi rejimi tarafından..
Manzara dramatik. Ancak bu manzarayı dramatikleştiren bir başka unsur daha var. Çok  konuşuldu ama tekrarda beis yok, dolayısıyla bir kez daha ve yeniden: başta Batılı ülkeler olmak üzere çok sayıda ülkenin bu tür rejimlerle son ana kadar işbirliği/ticaret yapıp, isyan patlayınca “demokrasi” vaazı vermesi. Günlerdir şu konuşuluyor: Bilhassa Batılı ülkeler geçtiğimiz yıllar boyunca Libya ile gayet sıkı ekonomik ilişkiler kurdular, doğalgaz ve petrol analaşmaları yaptılar hatta Kaddafi’yi başkentlerinde çadırlarda ağırladılar. (Son örnekte İtalya ve Berlusconi’den bahsediyoruz)  Şimdi ne oldu? Kaddafi kendi halkına ölüm kusunca mı aklınız başınıza geldi? Çok açık ki burada çoğu zaman görülen iki yüzlü tavır var.