Cuma

O sıkışmışlık duygusu..

(agos, 29 aralık 2011)

Fransa meclisindeki oylama bir fırtına gibi geldi geçti. Epey de hasar verdi. Hem şöyle bir etrafa bakıp üstümüzü başımızı silkelerken bir hasar raporu çıkarmak, hem de Fransa’yı bilmem ama Türkiye’de 1915’te olup bitenler hakkında kamuoyundaki pervasız havayla ilgili bir çift laf etmek faydalı olabilir. Yılbaşı sayısı nedeniyle yerimiz az olmakla birlikte muhataralı bir alana da girerek bizim, Türkiyeli Ermenilerin meseleye bakışı ile ilgili de “dertleşme” esprisinde sesli düşüneceğim.
Geçen haftaki yazıda,”Bu tip durumlarda Türkiye kamuoyu hemen ‘bize’ bakar..” demiştim. Bize, yani Türkiyeli muhalif Ermenilere. Fakat bize gelene kadar cemaati resmi temsil konumundaki kurumlar zaten resmi görüşün beklediği çıkışı yapmışlardır. “Türk-Ermeni ilişkilerine zarar vermeyin” temalı bu çıkıştan sonra bizden beklenen tıpatıp aynısı olmasa da, -biraz sitem etme hakkı tanınmıştır- temelde, işin özünde benzer laflar etmemizdir. Bu da gelirse mesele hallolur. Ve üç aşağı beş yukarı bu da gelir. Çünkü çoğumuz bu tip vesilelerle kabaran milliyetçi havadan hayli ürkeriz.  Ve yine çoğumuz bu meselenin, bu ülkedeki  çoğunluk tarafından “hasbi” olarak, açıksözlü biçimde  ele alınmasını, yüzleşilmesini ve bize öyle yaklaşılmasını umar, tercih ederiz. Dolayısıyla çok genel manada, fikri düzeyde –bence- doğru söylemekteyizdir. Fakat bu son vakadan sonra bu denklem üzerinde biraz durmamız  gerekiyor sanki. Zira bu konu üzerinde düşünür ve tavır alırken acaba kendimize bazı sınırlar koyuyor, belli bir denklem içinde mi düşünüyoruz, demeye başladım. Yani iki çerçeve içinde düşünüyoruz sanki. Hem resmi görüşün çizdiği çerçeve, hem de Türkiye’deki liberal zihniyetin (ki risk almışlar ve  tartışmanın aleni olarak tartışılmasına epey katkıda bulunmuşlardır) çizdiği çerçeve. Yani sadece bir değil, iki çerçeve içinde sıkışmış olabilir miyiz acaba? Biraz daha açayım.

Pazartesi

O koroya ben de katılırdım, eğer...

(agos, 23 aralık 2011)

Bu haftaki Agos çıktığında Fransa’da “Ermeni soykırımını inkar edene hapis ve para cezası” öngören yasa Fransız alt meclisinde oylanmış olacak. Çok çok büyük bir sürpriz olmazsa meclis’ten geçmiş olacak. Yasanın bundan sonraki yolculuğu üst meclis olan senato’da oylanması ve cumhurbaşkanı tarafından onaylanması. 2006’dakinin tıpatıp benzer bir süreci yaşıyoruz esasen. O vakit de yasa gündeme gelmiş, alt meclis’te oylanmış, ancak Fransız Hükümeti’nin duruma el koymasıyla senato’dan geçmemişti. O vakit de AKP Hükümeti, muhalefet, ulusal basın, sivil toplum kuruluşları, özetle “çoğunluk” Fransa’nın önce kendine bakmasını, onların da ellerinin kanlı olduğunu, üstelik bu yasanın düşünce özgürlüğüne sığmayacağını söylemişler, Fransa ile ticari ilişkileri kesme tehdidinde bulunmuşlar, hatta bazı ihalelerden Fransız firmalarını elemişler, boykot fikrini ortaya atıp bu konuda kararı “halka” bırakmışlardı. Bildiğiniz gibi “başarılı” da oldular. Fransız Hükümeti de  geri adım attı ve süreç Türkiye açısından “mutlu son” ile bitti.
Aradan 5 yıl geçti. Bu sefer olanları biliyorsunuz. Durum daha ciddi. Hükümet, sözcüleri ve kanaat önderlerinin geneli baştan beri olaya “efendim seçimler geliyor, orada 500 bin Ermeni var, oy kaygısıyla yapıyorlar” esprisinde yaklaşmakta.  İşi iyice ciddiye binince de yine “önce kendilerine baksınlar” “ticari ilişkilerimiz bozulur” kartları devreye girdi. 5 yıl boyunca “Ermeni meselesiyle” yüzleşmek için hiç bir şey yapmayan bu güç odakları şimdi yoğun bir faaliyet içindeler. Dolayısıyla çok kısaca bunları yapanların kimliğine bir bakmamız lazım.Hükümet biliyorsunuz Türkiye’de vesayet sistemine son veren sivil devrimin öncüsü olarak selamlanıyor, taçlandırılıyor. O payın oranı kişiden kişiye değişmekle beraber bu görüşün haklılık payı  var. Dolayısıyla Hükümet’in resmi görüşün dışında adımlar atmasını beklemek en büyük hakkımız, hele ki vesayet sistemi de bitmişken.  Bu  yazının konusu olmadığı için Kürt sorunu meselesine girmiyorum (ki durum gayet açıktır, bilhassa peşpeşe gelen  KCK operasyonlarıyla baskı iyice ağırlaşmıştır) ama Ermeni sorununda vesayet sisteminin bakış açısı aynen devralınmış durumda, bunu bilmemkaçıncı defa görmekteyiz. Muhalefet kısa süren bir sosyal demokratlaşma tiyatrosunun  ardından bunu da (yani tiyatrosunu bile) beceremeyerek tarumar oldu ama sorsanız hala solcular, ezilenlerin yanındalar.  Eski merkez medya, AKP’nin sert darbesinden sonra toparlanamadı ama zaten bu mevzularda ezberi tektir, bir vakitler ne ezberletildiyse onu söylüyor. Burada belki ilginç nokta,  öğrencilerin  gözaltına alınması,  KCK operasyonları, Kürt sorunu gibi konularda ciddi çıkışlar yapabilen iş dünyasının bu konuda (yani yüzleşme konusunda) hiçbir gayreti yokken koşarak Fransa’ya çıkarma yapması olabilir. Demek ki onların da sınırları 1915’e kadarmış. Onlar da o sınırı geçemediler.

Çarşamba

Boy boylamış, soy soylamış..

(agos, 20 ağustos 2010)

Birkaç acayip konu var, bunları birbirine bağlamaya çalışmadan aynı yazı içinde işlemek bu hafta için makul göründü. Birincisi Hrant Dink cinayeti için Hükümet’in  Avrupa’ya gönderdiği savunma..Olayı kısaca özetleyelim: Hrant ölümünden önce hakkında verilen ‘Türklüğü tahkir’ cezasıyla ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyor. Gazetelere göre,  ölümünden sonra bu kez ailesi suikasttan jandarma ve polisin haberdar olmasına karşın cinayeti önlemediği gerekçesiyle yeni bir başvuru yapıyor.. AİHM bu iki başvuruyu birleştirerek tek davaya dönüştürüyor. Hükümet’e de bazı sorular  yöneltiyor. Olay, Hükümet’in bu sorulara verdiği yanıttan çıkıyor. Mesela diyor ki Hükümet., (Radikal’in yaptığı özete göre) “Dink hakkında Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun da onayladığı 301. madde mahkûmiyetine ilişkin dava, öldürüldüğü için düştü, ceza kesinleşmedi. Bu yüzden Dink’in başvuru hakkı yok. Dink ailesi de 301. madde mahkûmiyetinden doğrudan zarar görmediği için ‘mağdur’ sayılamaz.”
Gerçekten birileri oturup hiç yüreği sızlamadan bunu nasıl yazabiliyor, hiç anlamıyorum. Davanın Harınt’ı nasıl hedef haline getirdiğini,duruşmalarda faşist güruhların, adliye koridorlarına girerek Hrant’a nasıl saldırdıklarını bilmiyorlar mı? Nasıl mağdur olmuyor Hrant ve nasıl mağdur olmuyor Hrant’ın ailesi acaba?
Bitmedi. Hükümet ayrıca Hrant hakkında dava açılmasına neden olan meşhur yazı için de şu savunmayı geliştirmiş: “AİHM, daha önce Almanya’da bir Nazi örgütü liderine nasyonal sosyalizmi savunan yazısı için verilen cezayı yerinde buldu. Demokratik bir toplumda bu tür yazılar  halkı tahrik etmek suçunu oluşturacak ve kamu düzenini bozacaktır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin ‘nefret söyleminin engellenmesine’ ilişkin tavsiye kararı bulunmaktadır.”

Türkiye’nin “çağdaş”lıkla imtihanı..

(agos, 22 mayıs 2009)

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Profesör Doktor Türkan Saylan 18 Mayıs sabahı hayata veda ettiğinde cüzam hastalığı ile yıllar boyu sürdürdüğü hayranlık uyandırıcı mücadeleye ek olarak bir de eğitim alanındaki çalışmaları da çok özet haliyle gazetelere yansıdı. Radikal gazetesinin çıkardığı listeye göre, “96 şubeye ulaşan ÇYDD, eğitim olanağı bulamayan binlerce kızı okulla buluşturdu. Saylan’ın ölene dek genel başkanlığını yürüttüğü dernek, tüm projelerini Milli Eğitim Bakanlığı’yla ortak yürüttü. Sadece 36 bini aşkın kız öğrenciye öğrenim hayatları boyunca burs desteği sağlandı. Anadolu’da 5. sınıftan sonra okuyamayan kızlar için başlattığı ‘Anadolu’da Bir Kızım Var, Öğretmen Olacak’, Turkcell’le birlikte binlerce kızın okula gönderildiği ‘Kardelenler- Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları’, Milliyet’le ortaklaşa yürüttüğü ‘Baba Beni Okula Gönder’, Ericsson -Türkiye ile İstanbul ve Ankara Meslek Liseleri’nin elektrik- elektronik bölümlerindeki kızlara yönelik yürüttüğü ‘Bilgi Toplumu Kızları’, Mercedes -Benz Türk ile okuyamayan 1000 kız çocuğu için gerçekleştirdiği ‘Her Kızımız Bir Yıldız’ projelerine imza attı. Dernek ayrıca ‘Geleceği Taşıyan Kızlar’, ‘Geleceğin Sigortası Kızlarımız’ ve ‘Geleceğin Aydınlık Kızları’ gibi projelerle, okuma şansı olmayan kızları okula gönderdi.”
Aslında listenin daha da kabarık olduğunu biliyoruz. Türkan Saylan’ın fikirleriyle, toplum projesiyle hemfikir olmayabilirsiniz ama şu çok özet liste, nereden bakarsanız bakın saygı duyulacak bir çabanın sonucudur.  Cenazesine katılan ve onun çabalarıyla okuyabilen gençlerin çoğu kendilerine uzatılan kameralara neredeyse aynı şeyi söylüyordu: “O olmasa biz okuyamazdık..” Doğrudur, o olmasa herhalde başta binlerce kız çocuğu olmak üzere yoksul bir dünyaya, geri kalmış bir bölgeye doğan birçok genç okul ile tanışamayacaktı, ya da yarım yamalak tanışacaktı. Dolayısıyla cenazesinde toplanan kalabalık herhalde şaşırtıcı olmasa gerek. Evet hiç şüphe yok Ergenekon soruşturması çerçevesinde Türkan Saylan’ın ağır hasta iken evine düzenlenen baskın, cenazeye katılımı çoğaltmıştır, böyle bir cenazeye gelmek gibi bir niyeti olmayacakları inadına oraya getirmiştir. Ancak bu son derece lüzumsuz operasyon ve peşine sağ basında çıkan tiksinç yorumlar olmasaydı da o cenazeye binlerce kişinin katılması beklenirdi.

Pazartesi

Sorular, sorular..

(agos, 9 aralık 2011)

Köşe yazarları bazen böyle yaparlar. Başı sonu belli bir yazı yazamayacaklarını anladıkları zaman “sorular” kisvesi altında, dağınık, bir yere varmayan yazılar yazarlar. Ben de öyle yapacağım bu hafta, affınıza sığınarak. Başlıyorum.

-Şike yasası olarak bilinen mesele, siyasi tabloya ilişkin tuhaf  detaylar içeren ilginç bir hal aldı. Burada aklıma yatmayan mevzular var, ama önce duruma bakalım. Şike yasası olarak bilinen yasa meşhur operasyon yapılmadan çıkarılmıştı, kulüpler de bu yasaya destek vermişti. Yasa çıktıktan sonra meşhur operasyon yapıldı. Fenerbahçe camiası’nın tüm lobi ve taraftar gücünü kullanarak operasyona  yüklenmesi ve Türkiye Futbol Federasyonu’nun beceriksizlikleri ile buna çanak tutması sonucu operasyon hakkında şüphe bulutları çoğalınca AKP’nin önderliğinde tüm partiler (BDP hariç) yasayı değiştirmeye kalktılar. Gerçekten de yasa şikeye 5 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası öngörüyordu ki, bu gerçekten de fazlaydı. Şike, nihayetinde, yapan takımı küme düşürmek, puanını silmek, yöneticiyi de haklarından mahrum etmekle bile cezalandırılabilir. Sonuçta AKP liderliğinde partiler yasayı yeniden düzenlediler ve cezayı 1 ila 3 yıl arası hapis diye tanımladılar. Zamanlamanın uygunsuzluğu ve hafifçe sırıtan eyyamcılık dışında bir sorun yok gibi görünüyordu. Beri yandan Yıldırım’ın şikenin yanısıra asıl olarak çete yöneticiliği gibi bir suçlamamayla yargılanacağı az çok ortadaydı. Yani yasa değişse  bile Yıldırım’ın bırakılacağı su götürür bir öngörüydü. Tam bu esnada AKP milletvekili Şamil Tayyar,  Cumhurbaşkanı Gül’e mektup yazarak “yasa değişikliği etik değil,  onaylamayın” dedi. Gül de yasanın içine sinmediğini söyledi ve müteakiben yasayı TBMM’ye iade etti. Bu süreçte gördük ki Gülen cematine yakın gazeteler ve yazarlar değişikliğin veto edilmesi için yoğun kampanya yürüttüler. Argümanları “kişiye özel düzenleme yapılmasın” idi.Fakat bu çapta bir muhalefet akıllara “Aziz Yıldırım’ın lehine bir düzenlemeye neden böylesine alerji gösteriliyor?” sorusunu getiriyor ister istemez. Çünkü Yıldırım’ın yasa değişse bile çıkması zor gözüküyordu, operasyon zamanı basına yansıyanları şöyle bir tarayınca Yıldırım’ın çetecilikle suçlanacağı tahmin edilebilirdi. Nitekim iddianame açıklandığında böyle olduğu da görüldü. Peki Gülen cemaati bunu neden böylesine mesele etmişti? Yargılama başlayınca çete suçlarının da düşeceğini mi öngördüler? Bu, hem şike operasyonunun hem de genel olarak başsavcılıkça yürütülen tüm siyasi operasyonların cilasını mı kazıyacaktı? Yok öyle değilse AKP içinde çatlak varmış görüntüsü yaratma pahasına bu çapta bir muhalefet yürütmenin esprisi neydi?

Geçmişle yüzleşmenin sınırları (2)

(agos, 2 aralık 2011)
 Eski MİT Kontr-terör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün gözaltına alınmasıyla bir ihtimal yeni bir “yüzleşme” faslına gireceğiz. Eymür bahsinde şimdilik bilebildiklerimiz fail-i meçhul cinayetlere karıştığını itiraf eden eski polis Ayhan Çarkın’ın verdiği ifade ile ilgili olabileceği yönünde. Çarkın’ın basına yansımayan ifadelerinde neler söylediğini bilmiyoruz ancak bu sorgulamanın  90’lı yıllarda devletin yürüttüğü  karanlık faaliyetlerle  ilgili olacağı ortada. Eymür’ün o dönemdeki devlet içi çeteleşmede önemli aktörlerden biri olduğu biliniyor.  Eymür,  o zamanki hükümetlerle karışık ilişkileri olmuşsa da esas olarak Çiller’e yakın  ve Yeşil’i teşkilat içinde koruyan/kullanan bir isim olarak biliniyor. Ve Eymür elbette ki  fail-i meçhul cinayetlerin de ötesinde Susurluk ve Ergenekon da dahil olmak üzere devlet içindeki resmi ve yarı-resmi oluşumlar hakkında çok şey bilen bir isim. Yine de Eymür’ün gözaltına alınması , alt-metinleriyle birlikte okunması gereken bir vaka.