Pazartesi

O koroya ben de katılırdım, eğer...

(agos, 23 aralık 2011)

Bu haftaki Agos çıktığında Fransa’da “Ermeni soykırımını inkar edene hapis ve para cezası” öngören yasa Fransız alt meclisinde oylanmış olacak. Çok çok büyük bir sürpriz olmazsa meclis’ten geçmiş olacak. Yasanın bundan sonraki yolculuğu üst meclis olan senato’da oylanması ve cumhurbaşkanı tarafından onaylanması. 2006’dakinin tıpatıp benzer bir süreci yaşıyoruz esasen. O vakit de yasa gündeme gelmiş, alt meclis’te oylanmış, ancak Fransız Hükümeti’nin duruma el koymasıyla senato’dan geçmemişti. O vakit de AKP Hükümeti, muhalefet, ulusal basın, sivil toplum kuruluşları, özetle “çoğunluk” Fransa’nın önce kendine bakmasını, onların da ellerinin kanlı olduğunu, üstelik bu yasanın düşünce özgürlüğüne sığmayacağını söylemişler, Fransa ile ticari ilişkileri kesme tehdidinde bulunmuşlar, hatta bazı ihalelerden Fransız firmalarını elemişler, boykot fikrini ortaya atıp bu konuda kararı “halka” bırakmışlardı. Bildiğiniz gibi “başarılı” da oldular. Fransız Hükümeti de  geri adım attı ve süreç Türkiye açısından “mutlu son” ile bitti.
Aradan 5 yıl geçti. Bu sefer olanları biliyorsunuz. Durum daha ciddi. Hükümet, sözcüleri ve kanaat önderlerinin geneli baştan beri olaya “efendim seçimler geliyor, orada 500 bin Ermeni var, oy kaygısıyla yapıyorlar” esprisinde yaklaşmakta.  İşi iyice ciddiye binince de yine “önce kendilerine baksınlar” “ticari ilişkilerimiz bozulur” kartları devreye girdi. 5 yıl boyunca “Ermeni meselesiyle” yüzleşmek için hiç bir şey yapmayan bu güç odakları şimdi yoğun bir faaliyet içindeler. Dolayısıyla çok kısaca bunları yapanların kimliğine bir bakmamız lazım.Hükümet biliyorsunuz Türkiye’de vesayet sistemine son veren sivil devrimin öncüsü olarak selamlanıyor, taçlandırılıyor. O payın oranı kişiden kişiye değişmekle beraber bu görüşün haklılık payı  var. Dolayısıyla Hükümet’in resmi görüşün dışında adımlar atmasını beklemek en büyük hakkımız, hele ki vesayet sistemi de bitmişken.  Bu  yazının konusu olmadığı için Kürt sorunu meselesine girmiyorum (ki durum gayet açıktır, bilhassa peşpeşe gelen  KCK operasyonlarıyla baskı iyice ağırlaşmıştır) ama Ermeni sorununda vesayet sisteminin bakış açısı aynen devralınmış durumda, bunu bilmemkaçıncı defa görmekteyiz. Muhalefet kısa süren bir sosyal demokratlaşma tiyatrosunun  ardından bunu da (yani tiyatrosunu bile) beceremeyerek tarumar oldu ama sorsanız hala solcular, ezilenlerin yanındalar.  Eski merkez medya, AKP’nin sert darbesinden sonra toparlanamadı ama zaten bu mevzularda ezberi tektir, bir vakitler ne ezberletildiyse onu söylüyor. Burada belki ilginç nokta,  öğrencilerin  gözaltına alınması,  KCK operasyonları, Kürt sorunu gibi konularda ciddi çıkışlar yapabilen iş dünyasının bu konuda (yani yüzleşme konusunda) hiçbir gayreti yokken koşarak Fransa’ya çıkarma yapması olabilir. Demek ki onların da sınırları 1915’e kadarmış. Onlar da o sınırı geçemediler.

Dolayısıyla Türkiye’de  çok geniş bir koro var yine. Bu konuda her zaman olduğu gibi bu sefer de tek bir çatlak ses çıkmıyor. (sadece BDP’liler meclis kürsüsünden aykırı çıkışlar yaptılar ama hemen susturuldular) Böyle durumlarda bir rutin  daha vardır. Bize dönüp bakılır. Biz ne diyeceğiz? Biz derken, genelde Türkiye’li  Ermeniler, özelde Türkiye’li muhalif Ermeniler. Böyle bir ayrım yapmaktayım zira devletin ağır gözetimi/denetimi altında olan resmi temsil konumundaki kişi ve kuruluşlar (kimi kastettiğimi anladınız) bu durumlarda bir söz söyleme durumunda olduklarından (bu, devletçe beklenir onlardan, hatta kimi zaman işin içine zorlama girer)  bekleneni yaparlar ve bu tip girişimlerin Türk-Ermeni ilişkilerine zarar verdiğini söylerler. Bu medya ve hükümet tarafından sevinçle not edilir ama resmi bir görüş olduğu bilindiği için çok da üzerinde durulmaz. Keza Anadolu’nun bir köyünde  güçlükle hayatını sürdüren yaşlı bir Ermeni çıkar ve o da benzer laflar eder. Samimi hisleridir muhtemelen adam ya da kadıncağızın. Bu da not edilir ama üzerinde durulmaz. Bize bakılır esas. Biz ne diyeceğiz? Biz derken ne kastetiğimi biliyorsunuz artık. Resmi görüşle arası pek de iyi olmayan Türkiye’li Ermeniler.
Kabaca özetlenirse, yıllar boyunca bu meselenin bir ülkeyi köşeye sıkıştırma aracı, günlük politikanın bir unsuru olarak kullanılmaması gerektiğini söyledik. Tabii ki yekpare bir görüşü savunmadık. Kimilerimiz “soykırım yoktur” diyene ceza verilmesinin düşünce özgürlüğüyle  bağdaşmayacağını savundu, kimimiz 1915’te olan bitenlerin bu ilkeye pek de uymayacağına, burada gadre uğramış bir kitlenin korunduğuna dikkat çekti. Özetleyecek olursam,  yıllar boyunca “biz kendi işimizi burada kendi topraklarımızda görmeliyiz, bu yüzleşme, olayın aktörleri arasında, yüz yüze bu topraklarda  yapılmalı” dedik, hala da diyoruz, ağırlıklı olarak.
Fakat bu tutumu sürdürebilmemiz için bir yüzleşme çabasına da tanık olmamız gerekiyor. Tablo net. Son ciddi girişim 2006’da yapılmış. Aradan beş yıl geçmiş yani. Bu beş yılda bu meseleyle yüzleşmek için ülkedeki hakim güçler ne yaptılar? Ya da bir şey yapacaklarının ipuçlarını verdiler mi?  Somut bir tavır hatırlayan var mı? Ben şahsen hatırlamıyorum. Bunun yerine “BDP Ermeni sınırına dayandı”, “soykırım konferansı bizi sırtımızdan hançerliyor”, “Azınlıkların gitmesi iyi oldu” “Ermenilerden özür dileyenler herhalde bir şeyler yapmışlar ki özür diliyorlar” gibi açıklamalara tanık olduk. Denebilir ki bunlar kamera önündeki  açıklamalardır, eninde sonunda bu iş bir yere varır. Valla bu konuda da umutlu olmak için bir sebep yok, gördüğüm kadarıyla. Hatta şunu düşünmek mümkün: İktidar bloku Fransa’dakine benzer girişimlerden aslında çok da şikayetçi olmayabilir. Çünkü bu girişimler vesile edilerek gerçek meselenin üzeri kalın bir battaniye ile örtülmektedir,  yıllardır.
Dolayısıyla: aramızdan bazıları belki bugünkü koroya katılabilirdi. Bu beş yıl içinde, 1915’te olup bitenlerle yüzleşme yönünde bir çaba olsaydı, biz de çıkıp konuşabilirdik. Mesela Başbakan çıkardı partisinin grup toplantısında, 1915 yılında kaç kişinin öldürüldüğünü elindeki belgeleri sallayarak, bağıra çağıra açıklardı. O zaman derdik ki “Hop, bir dakika. Hükümet bu konuyla yüzleşmeye kararlıdır, olumlu bir süreç var. Bulaşmayın..” Bunu diyebilirdik.  Ya da mesela muhalefet  sivil toplum kuruluşlarıyla  bir irade oluşturur, Hükümet’i bu konuda bir adım atmaya zorlardı. “Artık bu konuyla yüzleşmenin zamanı gelmedi mi?” derlerdi, Hükümet zor durumda kalırdı. O zaman derdik ki “Hükümet dirense de Türkiye’de bu konuda ciddi bir irade oluştu, önemli bir atmosfer var, bulaşmayın..” Bunu diyebilirdik. Bunları diyemesek bile az önce bahsettiğim 2006’dan bu yana ortaya koyduğumuz pozisyonu devam da ettirebilirdik. Aslına bakarsanız o pozisyonu temelde koruyoruz da.
Ama yine “diyemediklerimize”,” olmayanlara” dönersek.  Evet bu sıraladıklarım olmadığı gibi üstelik de ağır bir “söyleme mecburiyeti” atmosferi içinde yaşamaktayız.  Ki esas meselelerden biri de, bence bu. Dolayısıyla şimdi soruyorum. Ne diyelim? Fransa’daki Ermeni sayısı, anavatanındaki Ermenilerin sayısının 10 katı iken, ne diyelim?
Not: Yazının son bölümünde çoğul ifade kullandığıma  bakarak birileri adına konuştuğumu düşünebilirsiniz. Hayır, kendi adıma konuşuyorum. Ama böyle düşünen birden fazla  kişi olduğunu biliyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder