Cuma

Açılımdan üzerinde tepinmeye: Dersim ziyaretleri..

(28 kasım 2014, blog)

Hikaye şöyle başladı. Efendim AKP Alevi açılımı yapacaktı ama bunu tabii ki halkla ilişkiler (PR) açısından kayda değer bir şekilde yapmalıydı. Kuru kuruya olmazdı. E o da nerede  olacaktı? Tabii ki Dersim’de. Değil mi ki AKP asıl derdi CHP’yi sıkıştırmak olmakla birlikte Dersim katliamı için –gerekirse- özür dilemişti? Evet bu tip bir özürde ne yapılmaması gerekiyorsa onu yapmıştı ama olsundu, AKP özür dilemişti, diğerleri dilememişti işte. CHP’den bir kişi (Sezgin Tanrıkulu) dilemeye kalkmış ama onu da ettiğine edeceğine pişman etmek için yine CHP içinden bilumum yeni Abdullah Alpdoğan’lar devreye girivermişti.
Neyse efendim ne oldu Davutoğlu kalktı Dersim’e gitti.  Açılım olarak da Dersim Müzesi’nin açılışıyla Tunceli Üniversitesi’nin adının Munzur Üniversitesi olarak değiştirileceğini muştuladı. Ama protestoler ve binlerce polis eşliğinde. Neyse baktı ki ziyareti uzatmanın alemi yok, kısa metraj bir programla geri döndü. Ancak bütün bu olup bitenlere MHP’nin itirazı vardı. MHP’ye göre Dersim Katliamı bölücü bir isyandı ve PKK ne ise Seyit Rıza ve arkadaşları aynısı idi. Bölücü bir isyana ne yapılması gerekiyorsa Cumhuriyet yönetimi de onu yapmıştı. Bahçeli’nin mantığına göre, dolayısıyla şimdi de  PKK’ya, Öcalan’a aynısı yapılmalıydı. MHP’nin Dersim meselesi bu kadar yıldır ortadayken neden böyle bir çıkış yaptığı, AKP’nin havuzuna neden su taşıdığı pek anlaşılamadı. Bir ihtimal çözüm sürecine bir de buradan yüklenelim demişlerdi ama yine düşündüklerinin tam tersi bir sonuca ulaşmışlardı. Gelin görün ki iş bununla kalmadı. Davutoğlu “Kolaysa gidin bunları Tunceli’de söyleyin” mealinde konuşunca, şu günkü manzaraya geldik.
Kalan kısmını biliyorsunuz, Bahçeli bir grup ülkücüyle kalktı Dersim’e gitti. Valilik binasında Dersim Katliamı’nın neden yapılmasının gerekli olduğunu anlattı,  bu arada kent ayağa kalktı, polis yine gaz su sıktı.  Bahçeli de yine ziyaretini yarıda kesip geri döndü.
Ne oldu? MHP’ye ve kimi yorumculara bakarsanız Bahçeli iyi yapmıştı, Davutoğlu’na gereken cevabı vermişti. Yine kimi yorumculara bakarsanız bir siyasi parti lideri her yere gidebilmeliydi, bunda bir gariplik yoktu, artık bunlar normal karşılanmalıydı.
Bu satırları Bahçeli’nin ziyaretinden birkaç saat sonra yazıyorum. Biraz sıcağı sıcağına vasfı taşımakla birlikte benim söyleyeceğim ise şu: Soğukkanlı düşünecek olursak bütün bu olup bitenler aslında korkunç.
Bir halk, bir kent düşünün. Devletin katliamına uğramışlar. Üstelik bu öyle böyle bir katliam değil. Devlet en gaddar yöntemlerini burada denemiş. Yıllarca bu katliam meşru görülmüş, ölenler kabahatli olarak gösterilmiş. (Bu elbette bir yandan da çok tanıdık geliyor). Ne zaman ki aradan yıllar geçmiş ve ülke, üzerindeki tozu toprağı silkelemeye başlamış, biraz da iç siyasi çekişmelerin de yardımıyla konu biraz daha hakkaniyetle konuşulmaya başlanmış ve “devlet”in bir özür dilemesi gerektiği fikri ağırlık kazanmaya başlamış.
Ancak ne oluyor? Şöyle oluyor. İktidar sürekli eline yüzüne bulaştırdığı Alevi açılımını burada ilan etmeye karar veriyor. “Özür dileyen” parti ya. Bağra basılmak istiyor. Zaten gerek Alevi, gerek Dersim meselesinde, gerekse diğer meselelerde esas hikaye bu. AKP’nin takıntısı yani. Bir adım attılar ve sevilmek, beğenilmek istiyorlar. Olmayınca bunu takıntı haline getiriyorlar: “Açılım yaptım niçin beğenmiyorsunuz, niçin bağrınıza basmıyorsunuz?” Bir hamle ile bütün meseleler hallolsun istiyorlar ama asıl önemlisi herkes ama herkes o büyük AKP denizinin içinde kaybolsun istiyorlar. Kürtler,  Aleviler,  Ermeniler.
Sen bu işi devlet olarak yaptın ve yapmak zorundaydın. Çünkü bu insanlara yıllardır çektiren de aynı devlettir. Fakat sen bunu yaptın diye insanlar AKP denizinde, Sünnilik/Türklük içinde erimek, kendilerini kaybetmek zorunda değiller. Bunu yaptın diye sana minnettar olmaları da gerekmiyor. “Tarafsız” bir devlet olarak yapman gerekiyordu, yaptın, o kadar. Ve üstelik bunlar başlangıç. Daha yapman gereken çok şey var.
Ama böyle olmuyor. AKP attığı her adımdan sonra, bilhassa Alevilik ve  Kürtlük meselesinde “aslında biriz, aynıyız” şarkısını okumaya başlıyor. Yüzyıllar boyunca egemenlerin asimile etmeye, yok etmeye çalıştığı insanlara ‘yeni egemen’ olarak “aslında biriz, aynıyız” denildiğinde  hangi  refleksleri uyandırdıklarını bilmiyorlar mı? Belki de biliyorlar ama toplumu o büyük denizde eritme hırsları ve takıntıları öyle büyük ki.
Neyse. Nihayetinde şu oldu. Davutoğlu kendince kurnazca bir hamle yaptı, MHP bütün o küntlüğüyle bu hamleye atladı. Sonuçta reel politik alanda belki AKP bu işten karlı çıktı, çünkü günün sonunda özür dilemiş bir AKP ve oraya gidip insanlara neden öldürülmeleri gerektiğini izaha kalkan bir MHP var. Ama asıl mesele herhalde şu: İktidarıyla, muhalefetiyle bütün bir siyaset o katliamın üzerinde, ölülerin üzerinde tepindi. O katliamdan bir şeyler devşirmeye kalktı.
Demek ki bu ülkede yüzleşme de böyle oluyor. Ne yapalım, alkışlayalım mı?

Çarşamba

Uçurum kenarında yürütülen Kürt politikası..

(agos, 10 ekim 2014)

IŞİD güçlerinin Kobane’ye yönelik saldırısını genişletmesi ve HDP’nin “destek için sokağa” çağrısı yapmasıyla 20’ye yakın insanın hayatını kaybettiği, 6 ilde sokağa çıkma yasağı ilan edilen, Türkiye’nin birçok kentinde göstericilerin polis ve milliyetçi gruplarla karşı karşıya geldiği zor bir gün yaşadık. Günün sonunda Hükümet’in pozisyonu siyasal Kürt hareketinin Kobanê vesilesiyle şantaj yaptığı yönündeydi ve bu tabloya cevabı “misliyle karşılık veririz” demek oldu. Bu zor günü merkeze alarak, yaklaşık 1 aylık Kobanê direnişinin neleri ortaya çıkardığına bakmaya çalışacağım.
-AKP açısından: bilhassa son bir haftalık durum ortaya koydu ki, AKP tüm hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapmıştır. “Ya düşmezse” diye bir hesabı, neredeyse yok gibi. Başbakan Davutoğlu’nun “IŞİD için hareket geçeriz ama hedef Esad olmalı” yönündeki açıklamaları, durumu özetledi. Türkiye’ye gelen PYD lideri Salih Müslim’e de “Esad’a karşı koalisyona katılması” yönünde telkinde bulunulduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın “Bizim için IŞİD neyse PKK da odur” sözlerinden de AKP’nin Suriye’de tehdit altında olan Kürt kantonlarına  hiç de hayırhah bakmadığı ve bir şekilde başlarına bir şey gelirse pek memnun olacağı sonucunu çıkarabiliyoruz.
AKP’nin bu politikasında sanıyorum iki motivasyon var: İlk olarak Esad karşıtı koalisyona –yeterince- katılmadıkları gerekçesiyle Suriye’deki Kürt muhalefetine belli ki bir hınç duyuluyor AKP çevrelerinde. Yaşananlara bir nevi bu durumun/algının intikamı olarak da bakmak mümkün. Açıkçası Suriye’deki PKK’ya yakın ya da uzak Kürt muhalefetinin Esad karşıtı koalisyona ne ölçüde katıldığı ya da katılmadığı yönünde –okuduklarım dışında- bir kanaate sahip değilim. Ama şöyle bir kanaate sahibim. Bunları söyleyenler belli ki Suriye’deki Kürt azınlığın Baas ve Arap milliyetçisi rejimden ne çektiğinden bihaber insanlar. Yakın tarihte “vatandaş” bile sayılmayan, daha 10 yıl önce Kamışlı’da rejimin saldırısına maruz kalan Kürtlerin Esad rejimiyle işbirliği yaptığını söylemek, Kürtlerin AKP ile işbirliği yaptığını söylemekten farksız. İkisi de Kürt meselesini ve Kürtlerin bu karanlık coğrafyada bir çıkış arama çabalarını anlamaktan uzak, “efendi”lik taslayan bakış açıları.
Dolayısıyla ikinci motivasyona geliyoruz. Türk devletinin reflekslerini devralan AKP’nin sınırda Öcalan çizgisine yakınlık duyan bir kanton istemediği de  belli oluyor. Kobanê’nin düşmesini seyre dalmaları, bir yandan da her durumda üste çıkmaya çalışan tavırlarıyla “İnsani yardım yapıyoruz daha ne yapalım. Hem tezkereye karşı çıkan siz değil misiniz?” demeleri hayret verici, doğrusu
Bu motivasyonlarla hareket eden AKP’nin, Kürt hareketinin “Kobanê” hassasiyetini ve ısrarını anlamadığını mı düşünmeliyiz, yoksa anlamazdan geldiğini mi? Galiba ikisi birden. ABD başkentinde konuya gayet vakıf olunduğunu ortaya koyan Biden’ın sözleri, bir nevi malumun ilanı oldu. Türkiye’de AKP dışında kalan kamuoyu ve Kürt hareketi uzun süredir “IŞİD ile ilişkiyi kesin” diyor. Bu ilişkinin sürmesinin ve Kobanê’nin düşmesinin Türkiye’nin iç barışı açısından önemli bir yara açacağını söylüyor. Ancak AKP’nin tavrı “Yardım ettiğimizi de nereden çıkarıyorsunuz?” cevabı oluyor. Ve başta da söylediğimiz gibi bütün hesaplarını Kobanê’nin düşmesi üzerine yapıyor. Burada karşımıza bir de Türk devletinin “Kürt” algısı ve oyunu çıkıyor.
Öncelikle AKP,  önemli miktarda Kürt oyu almasına rağmen “Türk” egemenliğinin partisi gibi davranmaktan kendini alamıyor. Şöyle diyelim: eğer “Türkiye” partisi iseniz, tüm toplumun partisi iseniz size haber: Kürt vatandaşlarınızın canı yanıyor. “Bir şey yapın” diyorlar. Üstelik de kantonu düşürecek olanlar insanlık dışı yöntemlerle bir şeriat düzeni kurmaya çalışan bir örgüt. Türkiye buna rağmen bu feryadı duymuyor. Duymadığı gibi neredeyse buna istihza ile bakıyor. Dolayısıyla ilk olarak, “Kürt” vatandaşlarını hala bu ülkenin vatandaşları olarak görmüyor.

‘90’lar mı, başka bir dönem mi?

(agos, 17 ekim 2014)

Son bir haftada olup bitenlere bakan genişçe bir kesim Türkiye’nin Kürt meselesi bahsinde yeniden 1990’lara dönme eğilimine girdiğini düşünmekte, ya da en azından gidişatın buraya doğru olduğunu düşünerek bundan endişe etmekte. 90’lardan kastedilen elbette Kürt meselesinde sert bir politika izlenmesi ve güvenlik güçlerinin kimseye hesap vermez bir şekilde Kürt muhalefeti üzerinde baskı kurmasıdır. İlave olarak devlet güdümünde kurulan  bir örgüt olduğu kanaatini sürekli üzerinde taşıyan Hizbullah’ın yine Kürt muhalefetine yönelik saldırılarının başlaması ve karşı-şiddetini yaratmasıdır. Bingöl, Mardin ve Diyarbakır’daki –karşılıklı diyebileceğimiz- karanlık ve gaddarca cinayet, saldırılar ve devletin yargısız infazlarına ek olarak Salı günü Adana’da Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun (yine 1990’ları andıran bir şekilde) ensesinden vurularak öldürülmesi bu düşünceleri, şüpheleri güçlendiren hayli iç karartıcı gelişmeler. Dolayısıyla tam olarak 90’lara dönmesek bile, kimi aktörlerin böylesi bir dönüş için gayet hazır bir biçimde beklediğini görebiliyoruz.
Beri yandan şunu da hesaba katmakta fayda var. Eğer böyle bir sarmala girersek döneceğimiz yer ‘90’lar mı olur? Yoksa yeni bir şey mi? Ya da o yeni şeyin içinde miyiz zaten? Bu sorular üzerinde durmak isterim.
90’lar benzetmesini yaparken öncelikle iki etken üzerinde durmak lazım. İlk olarak iktidarın yapısı, karakteri. İkinci olarak toplum. İktidarın yapısına, karakterine bakalım öncelikle.
Daha önce de sık sık dikkat çektiğim gibi, her krizden hegemonya alanını genişleterek çıkan bir parti-devlet ile karşı karşıyayız. Gezi muhalefetinden, protesto gösterilerinin fiili olarak yasaklanması ile çıktık. Son bir yıldır iktidarın hazzetmediği konularda kent merkezinde irili ufaklı gösteri yapmak mümkün olmuyor. Tüm gösteriler zor marifetiyle dağıtılıyor. 1 Mayıs’ı da artık Taksim’de kutlamak mümkün değil. 17 Aralık soruşturması da yine AKP’nin hegemonya alanını genişlettiği bir krize dönüştü(rüldü). MİT yasası çıktı, her türlü muhalif odak, tanımı belirsiz bir “paralel yapı”ya tıkıştırıldı. Son olarak Yeni Şafak gazetesinde merkez medyada muhalif –ya da AKP’ye mesafeli- olmayı sürdüren gazetecilerin başlarına bir şeyler geleceği alenen yazıldı. Bu son gelişmelerden de AKP, hegemonya alanını genişleterek çıkacak gibi görünüyor. Yakında TBMM’ye geleceği anlaşılan yeni yasal düzenlemeler güvenlik güçlerine geniş yetkiler verirken, çıkan haberlere bakılırsa “Hükümet’e karşı suç” gibi her yere çekilebilecek hayli tehlikeli bir suç cinsi de literatüre giriyor.
Beri yandan bundan da tehlikelisi Erdoğan’ın krizle başa çıkma yöntemini Başbakan Davutoğlu’nun da aynen hatta daha da iştahla devralmasıdır. Nedir o? Şöyle tarif etmek mümkün. Egemenlik alanına yönelik herhangi bir tehdit belirdiğinde (ki bu aslında genelde bir “toplumsal dinamik” özelliğini taşımakta, her ülkede yaşanabilecek bir gelişme olmaktadır), bunu bertaraf etmek için tüm gücüyle o dinamiğe saldırmak, bütün toplumsal, etnik, mezhepsel fay hatlarını harekete geçirmek, bir iç savaş çığırtkanlığı yapmak, elindeki medya gücü ve heveslileri marifetiyle her türlü komplo teorisini dolaşıma sokmak, bu alanda eski devletin ulusalcı argümanlarını aratmamak, hatta  kat be kat aşmak. Ve elbette söz konusu toplumsal dinamik “Kürtler” olduğunda yine eski devletin argümanlarına başvurmak, Kürtleri “sopa” ile tehdit etmek.

Cumhuriyet dediğin bir kap.. İçini sen dolduracaksın.

(agos, 31 ekim 2014)

Karaman’daki maden kazası (ki buna kaza demek zor, cinayet diyelim) nedeniyle iptal edilen Cumhuriyet Bayramı kutlamaları yapılsaydı muhtemelen şöyle bir manzara ile karşı karşıya kalacaktık. Bir kere kutlamalar Atatürk Orman Çiftliği arazisine yapılan yeni Cumhurbaşkanlığı sarayında, yani Ak Saray’da yapılacaktı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve çevresi muhtemelen kutlamaların burada yapılması ile şu mesajı vereceklerdi: İşte halk ilk kez cumhurbaşkanı seçmiştir, dolayısıyla Türkiye’de bir dönem kapanmıştır, bu yeni bina da işte bu yeni dönemi temsil etmektedir vs..
AKP’ye bağlı medya ve yazarlar vasıtasıyla bu görüş katlanarak yayılacak, tüm haber kanalları ve normal kanallar resepsiyondan canlı yayın yapacaklar, binanın tüm özellikleri ve bu mesajların toplumun tüm gözeneklerine gittiğinden emin olunacaktı. Böylece şekilsel bir değişiklikle öze ilişkin bir değişiklik yaptığımızı zannetme, daha doğrusu bunu böyle pazarlama alışkınlığımız hiç değişmemiş olacak, toplumun bir kısmı önemli bir devrim gerçekleştirildiği ve eski devletten kopulduğu hayaliyle sıcak yataklarının yolunu tutacaklardı o gece. Fakat bu tabii belirli bir kesim için geçerli olacaktı. Cilayı biraz kazıdığımızda ise şunları görecektik.
Öncelikle o devasa yapının hangi vasfıyla “eski devlet”ten kopuşu simgelediğini anlamak zor olacaktı. 1930’ların, 40’ların mimarisini hayli hatırlatan, devasalığıyla insanı ezen bu iri ve çirkin binayı “Otoriter Kemalizm”den ayıran, tavan ve duvarlardaki Osmanlı ve Selçuklu motifleri miydi? Bu birkaç fırça darbesi eski devletten kopmaya yetiyor muydu? Binanın yapılışındaki hukuksuzlukları, mahkeme kararlarını, binaya harcanan dev bütçeyi, binanın bir ormanın içine yapılmasını ve Ankara’daki yeşil dokunun bir kez daha tahrip edilmesini bir kenara bırakalım şimdilik. Ki bunlar bir kenara bırakılacak gibi değiller ya.
Eski devletin binalarıyla aynı düzeyde hatta daha zevksiz bir bina yaparak içine birkaç Osmanlı ve Selçuklu motifi yerleştirmek Yeni Türkiye’yi çok iyi izah etmiyor mu? Bence temel soru budur..
Ve gelin isterseniz bina metaforundan çıkıp gerçek hayata dönelim. Tam da 28 Ekim günü Karaman’da bir maden ocağını su basmıştı. 18 işçi yerin metrelerce altında yaşam mücadelesi vermekteydi. Soma Katliamı’ndan sadece aylar sonra gerçekleşen bu ihmal, Yeni Türkiye’ye ilişkin bize ne anlatmalıydı? Kaza sonrası gelen bilgiler sivil toplum kuruluşlarının aylar önce böylesi bir ihtimalden bahsettiğini,  bu yönde raporlar hazırlandığını ortaya koyuyor.
Yeni Türkiye her şeyden önce Soma’dan ders almamıştır. Ne hükümetiyle, ne bakanlığıyla, ne sendikasıyla. Soru şu tabii: eski Türkiye’de olsa farklı mı olacaktı? Muhtemelen hayır. Mesele de bu zaten. İnsani durumlarda, gelişmişlik endekslerinde 12 yıl sonunda pek bir gelişme yok. Tüm faciaları (yani cinayetleri) “kaza”ya ve Allah’ın takdirine bağlamak var.
Eğitim? Durum çok parlak değil. Koca bir sistem, eğitim kalitesini yükseltmektense kız ve erkek öğrenciler ayrılabilir mi, ayırılırsa nasıl ayrılır meselesine kafa yormakta. Orta öğretimde türbanın serbest bırakılması, olabilir, kendi tercihleridir, ancak gün geçtikçe yakın çevremin yarı şaka yarı ciddi “Bizim çocuğu sizin azınlık okullarına veremiyor muyuz, yok mu bunun bir yolu?” demesi sanıyorum eğitimde gelinen yeri çok iyi özetliyor. Bu elbette ki benim yakın çevremle ilgili bir durum değil. Gerek ortaöğretimdeki eğitim düzeyi gerekse üniversitelerin evrensel kıstaslara vurulduğunda geldiği hal, ortada.
Demokrasi, insan hakları. Komik olmaya lüzum yok. AKP, sürekli bahsettiğim gibi her türlü toplumsal meseleyi, krizi, hegemonyasını genişletmek için bir kaldıraç olarak kullanıyor. Polisin “vurma” ve gözaltına alma yetkilerini artıran son düzenlemeler bunun gayet açık bir örneği.

Devlet dediğin, bir “mekanizma”

(agos, 7 kasım 2014)

6-7 Ekim’den, yani Kobanê için sokağa çıkıldığı ve 40’ı aşkın kişinin hayatını kaybettiği dönemden bu yana AKP’nin ve siyasal Kürt hareketi’nin farklı nedenlerle “süreç”i zora sokmasıyla yepyeni bir aşamaya geldik. Ama buna yani bu aşamaya gelmeden iki cephenin “süreç”i zora sokmasına açıklık getirelim. KCK başta olmak üzere siyasal Kürt hareketi bilindiği gibi 6-7  Ekim öncesinde “Kobanê için adım atılmazsa süreç zora girer” derken, AKP ise 6-7 Ekim sonrasında oluşan ortamı kendine gerekçe gösterdi ve süreci zora soktu, daha doğrusu askıya aldı. Şu notu düşmekte fayda var: siyasal Kürt hareketi’nin süreç ve Kobanê  ile ilgili talepleri meşrudur zira devlet ile Kürtler arasında cereyan eden süreç, “asimetrik” ilerlemektedir, buna gerek bu sütunda gerekse başka mecralarda defalarca dikkat çektim. Zaten bu bahsettiğim denklem de yine bu düzlemde yürüyor. Ancak dikkat çekmek istediğim durum başka. İki cephe de de farklı gerekçelerle “süreç”i zora sokunca, geldiğimiz durum.
Ürpertici biçimde hızla başka bir aşamaya geçtiğimizi görmemek imkansız. 6-7 Ekim döneminde Bingöl’de öldürülen polislerle ilgili muamma ile başlayalım mesela. Saldırıdan sonra 4 kişi mi 5 kişi mi olduğunu bilemediğimiz bir grup insan güvenlik güçlerince öldürülmüş, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve İçişleri Bakanı bu olayı skandal bir biçimde, “hemen cezalandırıldılar” sözleriyle lanse etmişlerdi.
Baştan beri olayın iktidarın sunduğu gibi cereyan etmediği yönünde çok fazla karine olmasına rağmen iktidar tutumundan vaz geçmedi, üstüne üstlük olayla ilgili yayın yasağı getirdi. Konuyla ilgili soru önergeleri cevapsız kaldı, resmi anlatıdaki boşluklara dikkat çeken açıklamalar medyada fazla yer bulmadı, yetkililerce cevaplanmaya değer bulunmadı. Ve şu gün itibariyle anlıyoruz ki saldırının failleri oldukları gerekçesiyle öldürülen ve öyle lanse edilen kişilerin üzerinden çıkan silahların, polislere yönelik saldırıyla bir ilgisi yok. Ki zaten olaydan 5 dakika sonra 20 kilometrelik bir mesafede olmaları da baştan beri şüphe ile karşılanmıştı. Özetle bir muamma ile karşı karşıyayız. Bunu zaten biliyoruz ama buradan çıkarılacak sonuç? Buraya da geleceğiz.
Yine aynı dönemde öldürülen birçok ismin failleri hala bulunamadı. Yasin Börü gibi gençlerin gaddarca öldürülmesi üzerindeki karanlık olanca ağırlığıyla dururken Azadiya Welat ve Özgür Gündem gazetelerinin dağıtıcısı Kadri Bağdu’nun Adana’da ensesinden vurulması da aydınlatılmamış bir vaka olarak önümüzde durmakta.
Ve yine 6-7  Ekim döneminde güvenlik güçlerinin silahlarından çıkan mermilerle hayatını kaybedenler hakkında herhangi bir adli gelişme yok.
Aksine dönem boyunca AKP’nin her fırsatta HDP’yi her platformda suçladığına tanık olduk.  Evet biliyoruz, AKP bunu severek yapıyor. Muhtemelen bunu bir silah olarak düşünüyor: Süreç her zora girdiğinde HDP ve siyasal Kürt hareketini bir kum torbası haline getireyim, böylece iki şey elde edeyim. a) siyasal Kürt hareketini köşeye sıkıştırmak, herhangi bir pazarlıkta vereceğinin de altına razı etmek b) Süreç nedeniyle ola ki seçmende bir hoşnutsuzluk varsa bunları telafi etmek. Ancak ağırlıklı hesabın birinci şık olduğunu söylemek mümkün. Böylece siyasal Kürt hareketi’nin bir “linç” havası estirilerek sindirilmesi planlanmakta,besbelli.
Kürt hareketi şu son bir iki yıldır gördüğümüz üzere kimi zaman sürecin selameti açısından, kimi zaman da şartları süzerek bu saldırgan politikaya her seferinde aynı dozda karşılık vermedi. Ancak 6-7 Ekim sonrası olup bitenler artık açıktır ki bir “doz aşımı” özelliği taşımaktaydı. Bu yüzden milletvekilli Sırrı Süreyya Önder  bir basın açıklamasıyla bilhassa Başbakan Davutoğlu’nun sözlerine yanıt verdi. Ancak tam da bir gün sonra HDP binasına giren bir saldırgan bir partiliye bıçakla saldırdı, boğazını kesmeye kalktı. Selahattin Demirtaş’a yönelik sözlü saldırı da AKP medyasında geniş bir onay, destek buldu, şevkle karşılandı.
Dolayısıyla bir kez daha memlekette iç savaş kışkırtıcılığı yapanın kim olduğunu ve asıl tehlikenin nereden gelebileceğini gördük.

Ermenek’ten Yırca’ya, o ihaleden bu ihaleye..

(agos, 14 kasım 2014)

Geçen  haftaya damgasını vuran, Yırca’daki zeytin ağaçlarının sökülmesi, buna direnen köylülerin özel güvenlik güçlerince dövülmesi, daha sonra Danıştay’ın buraya yapılacak termik santral için yürütmeyi durdurma kararını vermesini…tek başına ele alabilir miyiz? Bence hayır. Birkaç nedenle. Öncelikle buraya bu termik santrali yapacak firma nedeniyle. Kolin İnşaat. Daha sonra bütün bu olup bitenlere iktidar ve iktidar yanlısı medyadan gelen tepkiler nedeniyle: 6 bin zeytin ağacının kesilmesini “normal” olarak karşılamıştır AKP. Zeytinlik çok var ama termik santral yok, denmiştir. Burada bir süreklilik var ama asıl önemlisi “Yeni Türkiye”de işçiler, yoksullar ve ağaçların topyekun bir saldırıya maruz kalması meselesi var. Dolayısıyla hem ezen hem de ezilen açısından iki ayrı hat çizmek mümkün gibi görünüyor.
Kolin İnşaat ile başlayalım..CV’si hayli kabarık. Ama gelin biz en akılda kalanlardan yola çıkarak Yeni Türkiye için bir “iktidar yapısı” haritası çıkarmaya çalışalım. (Ki somut olarak böyle bir harita aslında var, mulksuzlestirme.org sitesine girip şirket ismini arattığınızda karşınıza hayli kapsamlı ve “etkileşimli” bir ilişkiler ağı haritası geliyor ) Yeni dönemde çok sayıda ihaleye girerken gördük bu şirketi, bir konsorsiyum içinde: Cengiz-Limak-Kolin.. Onlara daha çok elektrik dağıtım ihalelerinde rastladık. Akdeniz Bölgesi ile Boğaziçi Elektrik dağıtım onların mesela. Her iki ihaleyi de aldılar. Ayrıca Uludağ ve Çamlıbel de onların. Vatan gazetesinde 17 Aralık 2012’de çıkan bir habere göre 3 evden birini bu konsorsiyum aydınlatıyor. Türkçe’ye çevirecek olursak 3 evden birinin elektrik faturası bu konsorsiyuma gidiyor.
Fakat tabii diğer işlere bakınca bu, devede kulak gibi kalıyor. Zira bu konsorsiyum, yanına iki şirket daha alarak hayli tartışmalı 3. Havalimanı ihalesini de kazandı. Hani 3. Köprü ile birleşip İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’nin ekolojik açıdan canına okuyacak olan projenin ihalesini. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin bu havalimanı ve köprü meselesine nasıl takık olduğunu bilmiyor olamazsınız. Dediklerine bakılırsa bunlar büyük bir ülke olmamız için elzem projeler ve Batı bilhassa bu havalimanı projesini engellemek için elinden geleni yapıyor. Türkiye’de de Gezi direnişi buna bağlanmıştı mesela. Maksat 3. Havalimanı projesine engel olmaktı. Yersen.
Her meselede olduğu gibi bu meselede de söylenenlerin altını biraz kazıyınca, kurulan ortaklıkların yapısına bakınca işin başka türlü olduğunu anlayıveriyorsunuz. Zira bu şirketlerin ismine bir yerde daha rastladık. Sabah-Atv grubunun satışında. Önce kamuya açık biçimde. AKP’nin fiilen/perde gerisinde sahipliğini yürüttüğü bu medya grubuna müşteri aranmakta iken gazetelere bu konsorsiyumu oluşturan şirketlerden bazılarının gruba talip olduğu, görüşmelerin sürdüğü yansımıştı. Mesele bu haliyle bile hayli şüphe uyandırıcı iken 17 Aralık soruşturması geldi çattı ve biz sızan tapelerden Yeni Türkiye’nin medya-iktidar-sermaye ilişkisini tüm çıplaklığı ile gördük.

Tarih, başka yerlerde de yazılıyor..

(agos, 21 kasım 2014)

“Sancılı bir yıl geçirdik. Gezi olayları, 17 Aralık peş peşe geldi. Tüm bu olayların arkasına baktığımızda hep toplumsal bir zemine dayanma çabası var. Gezi’nin şehirli bir zemine dayanan bir görüntüsü vardı, 17 Aralık dini görünümlü idi, Kobani etnik görünümlü idi. Bu tarz mayınlar çözüm sürecinin önüne çıkarıldı. Çözüm sürecinde ne zaman ilerleme kaydetsek bir şekilde sabote ediliyor. Özal zamanından bu yana durum böyle.”
Bu sözler Başbakan Davutoğlu’nun Filipinler dönüşü uçakta gazetecilere yaptığı açıklamaların bir kısmı. Benim de doğrusu biraz üzerinde durmak istediğim kısmı. Çünkü ne kadar problemli bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi özetliyor.
Evet şunu biliyoruz, her iktidar, muhalefet dinamiklerini kriminalize eder, itibarsızlaştırmaya çalışır, en büyük şiddet tekeli kendisinde olduğu halde, sokak hareketlerinde yaşananları alabildiğine büyütür,  ta ki o muhalefet hareketi kendi istediği gibi anlaşılana, tarihte o şekilde yer alana dek. Bunu belirli bir süre için başarabilirler de. Kendi hakim oldukları dönemde ellerinde olan medya gücü sayesinde amaçlarına ulaştıklarını zannederler, ama bir yandan meydanı boş bırakmazlar, bu izah türünün yerleşmesi için günde en az 5 kere bu sözleri söylerler ve işin peşini hiç bırakmazlar. Her şey olup bittiğinde bir bakmışsınız bir şeyi 100 bin kere (abartmıyorum) söylemişler. Mesela AKP ve AKP’ye yakın yazarlardan gelen “Gezi darbe teşebbüsüydü” lafını birisi oturup üşenmeden saysa 100 bin değilse bile binli rakamlara ulaşır. Üstelik daha önümüzde uzun günler var.
Evet bu izahat biçiminin en azından toplumun genelinde yerleştiğini zannederler ama dediğim gibi. Ne zaman ki toplumsal iklim değişir, o izahat biçimleri hatırlanmaz olur. Alın size örnek: Dersim katliamını icra edenler gün gelip de Hükümet’in hayli çiğ siyasi sebeplerle de olsa bunun için özür dileyeceğini öngörebilirler miydi? Ya da iktidar ne derse desin en azından belirli bir toplumsal/ahlaki düzlemde bu katliamın artık mahkum olduğunu, dolayısıyla bu konuda söz söyleyen siyasi aktörlerin bu düzlemi dikkate almak durumunda olduklarını.  Muhtemelen böyle bir ihtimalden bahsedildiğinde ciddiye bile almazlardı.
Ya da mesela Kenan Evren gün gelip de gazetecilere gezdirecek kadar çok güvendiği cezaevlerinin, zulüm döneminin simgeleri haline geleceğini düşünebilir miydi? Kimbilir “asmayalım da besleyelim mi” çıkışı, ne kadar parlak bir fikir olarak görünmüştü ona. Ya da diyelim Deniz Gezmiş’lerin idamı için el kaldıran milletvekilleri. Yıllar sonra bunun için en azından genişçe bir kesimin vicdanında mahkum olacaklarını tahmin edebilirler miydi?
Denebilir ki, edebilirlerdi. Siyaset dediğin baştan sona bir oyun. Herkes aslında ne yaptığını, nasıl bir halt yediğini gayet iyi biliyor. Önemli olan günü, iktidarı kurtarmak. Bu da mümkün elbette. Ama ben yine de “söz”ü, “eylem”i ciddiye alma yanlısıyım. Çünkü siyaset temel olarak bunun üzerine yapılıyor, yapılmalı.

Cuma

Cevap aradığım sorular..

(3 ekim 2014, blog)

Tezkere öncesi ve sonrasında zihnime üşüşen sorular var. Bunları sizle paylaşmak istedim. İhtimal ki bu soruların bazıları kimi çevrelerde tebessümle karşılanacaktır. Ama yapacak bir şey yok. Bizim gibi fanilerin elinden soru sormaktan başka bir şey gelmiyor. Başlayalım o vakit.

-IŞİD rehineleri niçin serbest bıraktı? Karşılığında kimi almış olurlarsa olsunlar. Perde önündeki sonucu Türkiye’nin tezkere çıkarması ve yabancı askerlere topraklarından geçme izni vermesi oldu. Tamam perde arkası teorileri, ihtimalleri biliyoruz, bunları kayda değer de buluyoruz ama bunlar bu sorunun cevabını tam olarak vermiyor. Şunu demek istiyorum: bu soruyu -anlamazdan gelmek suretiyle- olup bitenin bir danışıklı dövüş olduğunu ispatlamak amacıyla sormuyorum. Tamam bu da olabilir ama bir yandan elimizdeki sonuca da bakmamız lazım. Öyle bile olsa IŞİD rehineleri serbest bırakarak ne elde etti? Ki zaten niçin rehin almışlardı? Haydi bir şekilde aldılar işlerine yarar diye. IŞİD türünde bir örgüt, böylesine önemli bir kozdan niçin vazgeçti?

-IŞİD Kobani’ye neden bu kadar yükleniyor? Genişçe bir saha zaten ellerinde. Evet onların bölge hakimiyeti için önemli bir kent ama almazlarsa olmuyor mu? Şu ana kadar pekala gemilerini yürüttüler, petrolleri var, silahları var. Epey kayıp verdiler. Bu kadar kayıp vermeye değecek bir yer mi? Zaten çevresi ellerinde. Her ne sevkiyat yapacaklarsa yapabilirler. Bu kadar kayıp vermeye ve –kağıt üzerinde-  Türkiye’nin tezkere çıkarmasına değecek önemde bir yer mi burası? Neden IŞİD işi gücü bıraktı Kobani’yi almaya çalışıyor? Tamam burada da danışıklı dövüş teorilerini biliyoruz ama bunun için bu kadar kayıp vermeye değiyor mu yani? Türkiye girecek diye IŞİD niye bu kadar kayıp versin? İnsan ölüyor sonuçta.

-Ya da Kürt kantonu esas olarak Körfez ülkelerini mi rahatsız ediyor? Bütün bu operasyon bunun için mi? IŞİD’in asli olarak bu ülkelerin tetikçisi olduğu teorilerini de hesaba katarsak..Bu küçük kanton için mi bu kadar  zayiat, göç? Türkiye burnunun dibinde böyle bir oyun oynanmasına mı izin veriyor, binlerce insanın evinden yurdundan olmasına göz yumuyor, çözüm sürecini tehlikeye atıyor?

-Tezkere meselesi. Allahaşkına TSK’nın gidip IŞİD ile savaşacağına inanan var mı? TSK niçin böyle bir şey yapsın? Ne diye kayıp versin? Ve bir önceki soruyla bağlantılı olarak IŞİD niye TSK ile çatışsın? Kobani işi patlayana kadar IŞİD’in tavuğuna kışt diyen yoktu. ABD’nin birkaç uyduruk hava saldırısının bir süre sonra tavsayacağı belliydi. Ki zaten o kafa kesme görüntüleri olmasa hava saldırıları da başlamazdı. Burada da yerli yerine oturmayan bir durum yok mu?

-Türkiye, en azından Davutoğlu’nun Suriye topraklarına girme ve orada kalma takıntısını biliyoruz. Nasıl girecek? Yani, kimle savaşmak adına? Bir tehdit gelmesi lazım. Esad yönetimi sınır civarıyla uğraşmayı çoktan bırakmış. Derdi değil. Dolayısıyla Türkiye’ye nereden bir tehdit gelmesi lazım ki, TSK uluslararası çevrelerin onayıyla orada güvenli bir hat oluştursun ve orada kalsın. IŞİD tehdidi mi? Yine aynı soruya geliyoruz. IŞİD niye böyle bir şey yapsın? Malum danışıklı dövüş teorilerini de hesaba katarak soruyorum. Bir şey yapmazsa kimse gelmez, tezgah böyle de yürür. Niye elindeki bölgeyi Türkiye’ye versin, adamları ölsün?

-Diyelim ki bu tezkere asli olarak “yabancı askerler” meselesi yüzünden çıktı. Yani aslında her ne kadar gündemde yoksa da ABD ve koalisyon askerleri Türkiye topraklarını kullanarak Suriye’ye girecekler. Neden? IŞİD ile savaşmak için mi? Buna gerçekten inanıyor musunuz? Hadi diyelim ki ABD duruma baktı ve  “botlar yere değmeyecek” açıklamasını geçersiz ilan etti. Savaş durumlarında olur böyle şeyler. Yine de ABD ne diye gelip Suriye’de savaşacak? Kimle? Obama artık bu işlere bir son verme iddiası ve Irak mağlubiyeti gerekçesiyle iktidara gelmedi mi? Aynı filmi neden bir kez daha vizyona soksun? Üstelik ortada Irak büyüklüğünde bir pasta da yokken. IŞİD’in faydalandığı 3-5 petrol kuyusu için mi? Ya da Arap ülkeleri mi gelip savaşacak IŞİD ile Allahaşkına?

Salı

“Yeni Türkiye” işçiler için cehennem..

(agos, 12 eylül 2014)

Yeni Türkiye mesela şöyle bir şey. Kıymetli Bölge’de bir arazi buluyorsunuz. Ama bir dakika, önce “Kıymetli Bölge” nedir, ona bakalım. İkiye ayırabiliriz Kıymetli Bölge’yi. 1-Kent merkezi (burada İstanbul’dan bahsediyoruz) bilhassa da Şişli, Beşiktaş, Boğaz hattı, Bakırköy, Ataköy, deniz kıyıları gibi yerler. 2-Sonradan, Hükümet eliyle kıymetlendirilen bölgeler. Diyelim, Finans Merkezi haline gelecek olan Ataşehir vs Neyse Kıymetli Bölge’de devletin bir şekilde ilgili olduğu bir bina-arazi bulursunuz. Sonra bunu imara açarsınız. Eskaza, burada hastane ya da okul  bile olabilir. Ya da orası madem işe yaramıyor, yeşil alan haline getirilebilir. Bunlar önemli değil. Bu arazi ya da binayı TOKİ’ye devredersiniz. TOKİ de ihaleye çıkar. Buradan gelecek parayla efendime söyleyeyim, yoksullara bina, konut yapacaktır çünkü. Neyse Kıymetli Bölge’deki bu arazi kimi inşaat şirketlerine gider. Bu inşaat şirketleri buraya rezidans ve iş merkezi yapacaklardır. Çok katlı. Niye? Çünkü Yeni Türkiye bunu gerektirir. Yeni Türkiye sürekli inşaat halinde olmayı, bu inşaatlarla istihdam ve büyüme balonunu sağlamayı gerektirir. Çünkü memlekette doğru dürüstü bir üretim faaliyeti, teknolojik, yaratıcı buluş vs yoktur. Ayrıca Yeni Türkiye bu rezidanslarla semtin dokusunu değiştirmeyi ve eski ahalinin gidip yerine yeni ahalinin, Yeni Türkiye’ye uyumlu yeni ahalinin gelmesini gerektirir.
Elbette ki bu inşaat şirketleri Hükümet’e yakın şirketler, aileler olacaktır. Başka türlüsü düşünülemez. Neyse efendim bu inşaat şirketleri ihaleyi alacaktır ve oralarda yeni kuleler yükselecektir. Bunlar için gazetelere, televizyonlara büyük ilanlar verilecektir. Böylece büyük medya grupları çok skandal bir vaka olmadıkça bu inşaatçılarla –haber anlamında- ters düşmemeye özen gösterecektir. (Eğer aralarında ayrıca bir para/pul/reklam meselesi yoksa) Bu arada kat vs gibi meseleler için en büyük patron ile temasta olunacak, pürüzlü meseleler komisyonlardan kolaylıkla geçecektir. (Bkz. Erdoğan Bayraktar’ın 17 Aralık sonrası istifa ederken “Başbakan ne istediyse onu yaptım” demesi) Böylelikle Türkiye’deki merkez sağ hükümetlerin asli işlevi olan rant üretme/dağıtma faaliyetinde yeni bir aşamaya geçilecek, artık parti ve inşaatçılar sisteme tamamen el koyacaklardır. Oluşan rant elbette ki aralarında adil bir biçimde (ya da her ne haltsa o biçimde) bölüştürülecektir. Ancak bir farkla. Bu yeni sistemde inşaatçıların payına zaman zaman Hükümet’in takıldığı konularda omuz verme yükümlülüğü de getirilmiştir. Mesela Hükümet havuz medyası oluştururken inşaatçılardan bir konsorsiyum (havuz) oluşturmalarını ve o medyayı finanse etmelerini isteyebilir. Bunlar sistemin içinde vardır, garipsenmemelidir. O konsorsiyuma katılmayan inşaatçının bileti de kesilir. Hadi selametle denir.
Ali Sami Yen hikayesi de buna benzer bir örnek işte. Kent merkezinde kıymetli bir bölge. Yanında da TEKEL’in eski likör fabrikası var. Niye iki yere birden kuleler dikmeyelim, en rezidanslısından, havalısından? Dikelim elbette. O bölgede küçük bir park bile yok mu? Varsın olmasın. Bize nefes alacağımız yerler lazım değil. Bize bu sistemi, bu çarkı sürdürebileceğimiz yerler lazım. Ne olursa olsun. Yeter ki Kıymetli Bölge’de olsun. Dolayısıyla biz bu stadı alırız kentin dışına atarız.
Neyse efendim ihalesi yapılır, kazananlar aralarında biraz itişirler ama birisi, Hükümet’e en yakınlardan birisi ihaleyi alır. Kuleleri dikmeye başlar. Her türlü hukuki pürüz bir anda halledilir, mesela bu kuleler için 24 saat çalışma izni alınır çünkü efendim işin içinde TOKİ olduğu için bu binayı hastane, okul inşaatı gibi göstermek mümkündür. (Bu arada şunu da hatırlayalım, TOKİ AKP Hükümeti süresince önce Sayıştay denetimi dışına çıkarılmış, sonra alınmış, ancak denetim hayli etkisizleşmiştir)

Nalbandyan’ı gelişi, Demirtaş’ın alkışı..

(agos, 5 eylül 2014)

Mahçupyan konusunda herhalde artık gidilecek bir yer kalmadı. Eleştirilere cevap niteliğindeki son yazısı yeni bir şey söylemiyor ve düşüncelerine klasik bir “solcu antipatisi”nin, oy verme dışında pek bir varlık göstermeyen durağan bir toplum özleminin yön verdiği görülüyor. Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle AKP’ye muhalefet ediyorsan ve sol bir argüman kullanıyorsan Mahçupyan kibrinden payını alıyorsun. İki mesele var fakat. Birincisi şu:
“Özellikle Hrant’ın öldürülmesinden sonra Ermeni cemaati mağduriyetin merkezine kondu ve pejoratif sol tarafından ‘şefkatle’ kucaklanarak rehin alınmak istendi. Ermenilerin yeni aydın nesli solculaşırken cemaatin temsil yeteneğini de elinden kaçırdı.”
Hrant Dink cinayeti davasında AKP’nin performansına cok kabaca hakim olan birisi bile bu cümlelerden irkilir. Mahçupyan’ın istediği Ermenilerin de, o geniş gerdanlı bakanlar, emniyet müdürleri gibi “Yargının işini yapmasını bekleyelim, yanlış yapan varsa ortaya çıkar” demesiydi herhalde. Davayı ısrarla takip ettikleri ve iktidarı, yargıyı, medyayı adım atmaya zorladıkları; AKP’ye yakın bürokratlar ile Cemaat’in de bir şekilde içinde olduğu “milli mutabakat”ı ifşa ettikleri için “cemaati temsil yeteneği”ni ellerinden kaçırmışlar. Kendi adıma konuşayım, açıkçası bu dava ile ilgili kalem oynatır ve duruşma kapısında dikilirken aklımdan geçen son şey, cemaati temsil yeteneğiydi. Etrafımda da böyle bir şeye tanık olmadım. İnsanlar “adalet”in sağlanması ve devletin bu “Ermeni öldürme” rahatlığı ile artık yüzleşilmesi talebi ile oradaydılar. Kararın verildiği gün Beşiktaş’taki adliyeden Agos’a kadar yapılan yürüyüş ve insanların yüz ifadesindeki umutsuzluk, öfke bunu anlatmıyorsa, ne anlatır bilmem. İkincisi ise şu:
“Ermeni üyeleri de dahil, pejoratif solun aydınları ise Cumhurbaşkanı’nı ayakta alkışlayan Demirtaş’ı, marjinal solun değerini biçen Bayık’ı, çözümle ilgili Çerçeve Yasa’yı bir sözleşme olarak gören Önder’i kınamaktalar..”
Mahçupyan toptancılığı ve basitliğinin alemet-i farikalarından biri de bu. Temelsiz bir laf at ortaya, herkesi bir torbaya sıkıştır. Şu cümlede bile mesela en azından etrafımdaki Ermeniler tarafından yapıldığına tanık olmadığım bir eylem var. Demirtaş’ın alkışını eleştirmek. Ve madem konu buraya geldi iki çift laf edeyim.
Demirtaş’ın alkışını garipsemedim, yadırgamadım. Tek ve basit bir nedenle: rakiptiler. Yarıştılar ve Erdoğan ve kazandı. Demirtaş’ın rakibini alkışlamasında bence yadırganacak bir şey yok. Mutlu olacak bir şey de olmadığı gibi. Benim açımdan konu bu kadar. Fakat gerek eleştirenler, gerekse Demirtaş’ın açıklamalarında bu alkışa fazla bir anlam yüklenmesini yadırgıyorum. Eleştirenler açısından: 30 yıllık, hayli çileli bir mücadeleden bahsediyoruz. Bunu sonucunda Demirtaş bir Kürt olarak, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı için yarıştı ve kaybetti. Bu alkış, bu 30 yıllık mücadelenin uğraklarından biri sadece. Kalkıp da bu yüzden Kürtlerin özgürlük mücadelesine sırt çevirmek herhalde biraz ayıp kaçar. Eleştiri cephesinde konunun bu raddeye varmayacağını tahmin ediyorum, ya da umuyorum diyelim.
Beri yandan bu alkıştan AKP’ye oy veren tabanı da etkileme, onlarla diyalog kurma gibi açılımlar çıkarmaya da gerek yok, bana sorarsanız. Yine o cılız alkışa fazla paye biçiyoruz gibime geliyor. Buradan Kürt siyasi hareketinin oy potansiyeli, geleceği, AKP seçmenlerinden alabileceği oy üzerine büyük tezler çıkarma yanlısı değilim doğrusu.

Palyaçolar, parazitler; Ermeniler, Yahudiler..

(agos, 29 ağustos 2014)

Etyen Mahçupyan bir zamandır Ermeniler ve Azınlıkların niçin AKP’li olmadıklarına kafayı takmış ve köşesinden sık sık bu konuya –tutarsız argümanlarla- sinirlenmişken bu kez yine Akşam gazetesinde kimi Ermeni aydınları palyaço olmakla suçladı. Şöyle dedi:
“Ermeni ‘aydınları’ diye ortalıkta dolaşanların büyük kısmı utanç verici bir yüzeysellik ve kabalık sergiliyor. Kendilerini seyre gelmiş sol/liberal ‘aydın aristokrasisinin’ alkışını almak için, burunlarına kırmızı toplar yapıştırmış, yeri geldiğinde taklalar atan palyaçolar gibiler.”
Yazıda bu kesimleri alkışlayanlara yönelik parazit, şarlatan gibi suçlamalar da var.
Öncelikle Mahçupyan’ın artık soğukkanlılığını ve mantık dizgesini neredeyse tamamen kaybettiğini  düşünüyorum. Ancak buralara gelmeden önce Mahçupyan’ın şikayet ettiği bir konuda haklı olduğunu söylemem gerek. Mahçupyan ve kimi Ermeni gazetecilerin/yazarların neredeyse körü körüne bir AKP yandaşı haline gelmesinin kamuoyunda “Ermenilik” üzerinden okunması, anlaşılması ve böyle mesele edilmesi. Doğrusu son aylarda tanıştığım bir çok insanın ikinci, en fazla üçüncü cümle olarak bana bu meseleyi sorması, gayet problemli. Keza gene Mahçupyan vd eleştirilerinde konunun hemen “Ermenilik” meselesine bağlanması da. Ben nasıl ki diğer AKP yanlısı (ya da muhalifi) yazarları “Türklük” ya da başka bir etnik kimlikle ilişkilendirmiyorsam bu,  Mahçupyan ve benzer durumdaki kişiler için de geçerli olmalı. Ki zaten Mahçupyan da “Afedersiniz Ermeni” meselesinde kendisine bir Ermeni olarak yaklaşılmasından, ısrarla tepki istenmesinden ve beklenen tepkiyi vermeyince de “ırkını satmış” biri olarak damgalanmaktan şikayetçi. Burada haklı.
İki haftadır Ermeniler, Azınlıklarla ilgili yazdıkları ve bu son palyaço meselesine gelince. Benzer bir tavrı kendisinin de sergilediğini söylemek gerek. Öncelikle Azınlıklar ve Ermeniler’in niçin AKP’ye sempati ile yaklaşmadıklarını bir türlü anlayamıyor Mahçupyan ve bu yüzden öfkeleniyor. Sağa sola hakaretler yağdırıyor. Kendisine bir kere şunu hatırlatmak isterim. Kendisi nasıl ki gerekli gördüğü zaman “Ermeni” gibi davranmayabiliyor, gerekli gördüğü zaman ise içeriden konuşacak derecede “Ermeni” gibi davranabiliyorsa, başka Azınlık üyeleri de böyle davranabilir. Azınlıklar için hayatta her şey AKP’nin eski Hükümetlere oranla daha hayırhah davranması olmayabilir. Azınlıklar ve Ermeniler de bu kimliklerini “her şeyin” önüne koymak istemeyebilir, bunu tercih etmeyebilirler. Mahçupyan kendisine tanıdığı bu hakkı/lüksü neden diğer Azınlıklardan esirgiyor?
Evet Yahudiler ve Ermeniler diyelim AKP’nin bu dindar/kindar kuşak yetiştirmeye dayalı eğitim politikasına karşı çıkabilirler. Kentsel dönüşüm ve talan politikalarına karşı çıkabilirler. Polisin her türlü toplumsal vakada sert tavır almasından yılmış olabilirler. Gayet güçlü görünen bu yolsuzluk iddiaları meselesi yüzünden AKP’den hazzetmiyor olabilirler. Kendilerini ısrarla  AKP’ye çağıranların bundan iki yıl önce Cemaat’e laf ettirmezken şimdi en azılı Cemaat düşmanı kesilmesinden huylanmış ve bu kesimi tutarsız, liderlerini korumak için her türlü argümanı kullanabilecek tıynette, bireysel tutum alamayacak/alamayan insanlar olarak görmüş olabilirler. Yine kendilerini ısrarla AKP’ye çağıranların ve AKP’nin, Hrant Dink cinayeti davasındaki performansını en hafif tabirle “hayal kırıklığı” ve riyakarlık olarak tanımlamış olabilirler. Bunların hepsi olabilir ve kimi Ermeniler, kimi Azınlıklar AKP’yi sevmiyor olabilir. Ve elbette bütün bunların ötesinde Azınlıklar ve Ermeniler bu ülkede “eski devlet”in süt kardeşi yeni devletin Sünni merkezli siyasetinden de huylanıyor olabilirler. Ki buna herhalde epey hakları vardır. Hele ki burnumuzun dibinde 1915’in neredeyse bir tekrarı yaşanır ve bütün bu tabloda AKP’nin katkısı ayan beyan ortada duruyorken.

Pazartesi

Aman, size demesinler.. Ama siz deyin.

(agos, 8 temmuz 2014)

Evet sana, size demesinler. Rum demesinler. Gürcü demesinler. Yahudi demesinler. Çünkü şey oluyor. Nasıl derler. Mağdur oluyorsunuz. Size bunların denmesi bile sizi mağdur ediyor. Mazallah sonra ya birileri ciddiye alırsa. O yüzden, demesinler. Hele çok daha çirkin şeylerle, Ermeni filan, hiç demesinler. Başına bir küfürmüş gibi “afedersin” koymadan bahsetmeyin bu işlerden. Kimbilir belki de küfürden beterdir sizin için.
Türksünüz, onu anladık. Müslümansınız. Ve Sünnisiniz. Aman ondan kimse şüphe duymasın istiyorsunuz. Bu ülkede iktidarın buna, bu ırksal-mezhepsel özelliklere dayandığını çok iyi biliyorsunuz. En başından beri. Ya Türk-Sünni olacaksınız, ya da Sünni-Türk. Yani ya biri öncelikli olacak, ya öbürü. Çok genel manada baktığımızda iktidar bir sarkaç gibi bu iki köşe arasında salınır durur, Cumhuriyet tarihi boyunca. O yüzden Türk ve Sünni olmak önemlidir. Çünkü bu ülkeyi bu hale getirmek için az uğraşmadınız. Evet siz de. Tüm suçu İttihatçıların, Kemalistlerin üzerine atmayın. Ermeniler’in, Rumlar’ın sembolik hale getirilmesine pek itirazınız olmadı yıllar boyunca. Ancak böylesine sembolik bir sayıda olunca “emanetiniz” olabiliyorlardı. Yani üstünlüğünüzü, İslam’ın üstünlüğünü yeniden üretiyordunuz. Ama “çoğunluğun” o Demokles kılıcı başlarında sallanmak kaydıyla. En küçük yanlışlarında bedelini ödetmek kaydıyla. Öyle olursa mesele yoktu. Yaptığınız her iyilik karşısında şapkalarını havaya fırlatacaklardı hem. Havaya fırlatmayanlar zaten kötü niyetli ya da  olan biteni anlamayacak kadar kör olacaklardı. Böylece o çoğunluk-azınlık hiyerarşisi, ilişkisi yeniden kurulacak, yeniden üretilecekti.
Bir yandan da o lanet üzerlerinde asılı olacaktı ama. Her fırsatta o ayrımı, “biz ve onlar” ayrımını yapacak, yeniden kuracaktınız. Kendinizi başka türlü nasıl tanımlayacaktınız ki. Gerektiği zaman Türk, gerektiği zaman Sünni olduğunuzu nasıl beyan edecektiniz..
Dolayısıyla siz her şeyi söyleyebilirdiniz bir yandan da. Size serbestti. Mesela Kılıçdaroğlu için kalkıp “Sen Alevi olabilirsin. Ben de Sünni'yim. Bundan çekinme, korkma” diyebilirdiniz. Bunda da hiçbir acayiplik görmezdiniz. Yüzyıllarca Sünni çoğunluğun gadrine uğramış bir mezhebin, bir inanışın mensubunu meydanlarda böyle sıkıştırmakta, onu “açıklamaya” zorlamakta nasıl bir faşizmin, nasıl bir tahakküm takıntısının yattığını göremez, anlayamazdınız. Ya da aslında bilir, anlardınız da, anlamazlıktan gelirdiniz. Sorulduğunda “Ne var bunda?” derdiniz. Tüm siyasi hayatınız böylesi bir siyasi kurnazlığın üzerine kurulu değil miydi? Memlekette İslamcılık, daha da genel manasıyla “sağcılık” biraz da bu Alevi takıntısı üzerinden, Sünni tabanın bu takıntısını tatmin etme üzerinden yürümüyor muydu? “Değişim” diye pazarladığınız tüm siyasi hayatınız, aslında bu takıntıların “değişmemesi” üzerine kurulu değil miydi? O “değişmeyen”lerle iktidara yürümüyor muydunuz?
Siz tabii her şeyi söyleyebilirdiniz. Size serbestti. HDP Eşbaşkanı ve cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş için “Kendisi Zaza, ama benim Kürt kardeşlerimi aldatıyor. Sen Kürt kardeşlerime ne verdin?” diyebilirdiniz. Seviyeyi bu kadar alçaltmakta hiç sakınca yoktu. Bir zamanlar TSK’nın gizli gizli yaptığı psikolojik harp işlerini artık kürsülerde açık ve şeffaf  biçimde yapmaktı belki de sizin başlıca özelliğiniz. Buydu belki de AKP ihtilali. Bunları normalleştirmek.

Cuma

Filistin ve Türk sağının Hitler’le flörtü..

(agos, 25 temmuz 2014)

Meseleye adilane bakmaya çalışan her göz, İsrail devletinin Filistin-Gazze’de giriştiği operasyonun tam bir gaddarlık vasfı taşıdığını kabul eder, herhalde. Şu yazının yazıldığı saatler itibariyle operasyon vesilesiyle Gazze’de ölenlerin sayısı 600’ün üzerine çıkmıştı. Bunların büyük çoğunun sivil üstelik de önemlice bir kısmının çocuk olduğunu söyleyelim. (Son 2,5 günde 69 çocuk) Bölgeden gelen haberler, daha güvenli olduğu düşüncesiyle biraraya toplanan ailelerin İsrail bombardımanı altında can verdiklerini gösteriyor.
Tablo böyle olmakla birlikte Batı dünyasının yine her zamanki gibi İsrail’i kollar bir tutum aldığı da ortadadır. ABD, Almanya, İngiltere’nin tavrı son 50 yıldır tanık olduğumuz üzre İsrail’in “kendini savunma hakkı”na öncelik verir nitelikte. Beri yandan İslam ve Arap dünyasının da her zamanki gibi etkisiz olduğunu ve çeşitli farklı hesaplar nedeniyle İsrail’i durduracak güçten yoksun olduğunu söylemek gerek.
Bu tablo içinde AKP Hükümeti yakın dönemde tanık olduğumuz  üzre bu konuda en yüksek sesi çıkaran aktör konumunda. Ancak bu, etkili bir ses olamıyor. Bunun da çeşitli nedenleri var. Çok kabaca bahsedecek olursak  Suriye konusunda izlediği hatalı politika ve bölgedeki radikal İslamcı gruplarla içli dışlı hali, Türkiye’nin bölgede elini zayıflatan en önemli unsur. Buraya gelmeden, Mısır’daki darbe konusundaki ilkesel olarak  haklı ancak diplomatik açıdan fazla gösterişli (daha çok iç siyasete dönük) hamleleri de AKP ve Türkiye’yi denklemin dışında bırakmış görünüyor.
Tüm bunların ötesinde Türkiye esasen Ortadoğu-Batı arasında oluşmaya başlayan yeni denklemin farkına varmamış ya da varsa da tersine gitmeyi tercih etmiş görünüyor. Hüsranla sonuçlanan Arap baharı öncesinde oluşmaya başlayan ve İran-Batı ilişkilerinde ilk ipuçları görülen bu denklemde Türkiye neredeyse eski İran’ın poziyonuna kaymış ve “devrim” ihraç eden bir ülke imajı çizmeye başlamıştır.
Bunu belki şöyle tarif etmek mümkün. Yeni denklem, kabaca ideolojik açıdan güçlü İslamcı ögeler barındıran ülkelerin bölgeyi domine etmemesi, buna karşılık Batı ile Ortadoğu arasında yeni bir “modus vivendi” kurulmasına dayanıyor. Bunu elde edilmiş bir bilgiye dayanarak söylemiyorum. Gelişmeler ve bilhassa ABD’nin Obama döneminde izlediği çizgi bunu gösteriyor. İran’ın bunu görerek yeni denkleme daha kolay adapte olduğunu söyleyebiliriz. Şu örnek belki faydalı olabilir: Suriye ve Irak konusunda İran’ın savunmacı bir pozisyon almasına karşılık Türkiye’nin “saldırgan” konumunda olması, çok şeyi açıklıyor.
Bu tablonun daha doğrusu tarif etmeye çalıştığım denklemin hakkaniyetli, adil bir tablo olduğunu iddia edecek değilim elbette. Teker teker ülkeler bazında baktığımızda bu yeni denklemin işlemesi uğruna çok sayıda dram ve haksızlık yaşandığını görüyoruz. Ancak Rojava’da Kürtler’in yaşadığı sıkıntı, Musul’da Hıristiyanların göç etmek zorunda kalması, keza Suriye’deki Alevilerin ve Türkmenlerin yaşadığı dehşet  göz önüne alındığında Türkiye’nin atak ve “çıkıntılık” yapan çizgisinin de yeterince sorunlu olduğu görülüyor.
İsrail’in Filistin’de giriştiği insanlık dışı operasyona bu atmosfer içinde girdik, kısaca. Ancak buraya gelmeden şu notu da düşmekte fayda var. Dışta manzara bu iken içte de  zaman zaman Suriyeli göçmenlere de yönelen milliyetçi/linçci kabarışların günden güne yaygınlık kazandığını görmekte, bu kabarışın “dişine göre”, güçsüz bir topluluk gördüğü anda pratiğe döküleceğinden endişe etmekteydik.  İronik biçimde şu günlerde Türkiye’nin tek şansı,  böyle bir topluluğun artık ülkede kalmamış olması gibi görünmekte.

Perşembe

Değilse de, etrafında dolanıyoruz..

(agos, 6 haziran 2014)


Biliyorum. Kitabi açıdan, siyaset bilimi açısından ya da yaşadığımız hayat açısından memlekette olup bitene “faşizm” demek, muhataralı. Bunu yazı boyunca akılda tutarak ve büyük kitle katliamlarına imza atan faşizm örnekleriyle yapılacak benzeşimin sıkıntılarını es geçmeyerek bir egzersiz yapmayı deneyeceğim. Buna yaparken de aslen şunu akılda tutacağım: Bu toprakların artık havasından mı, suyundan mı neyse, zaten hiçbir doktrinin bilinen anlamıyla uygulanmayacağını, İslamcılığı bile ne hale getirdiğimizi, kapitalizmle içiçe geçme, parayla, binayla, arazi rantıyla ilişki kurma kabiliyeti karşısında muhtemelen bir 19. yüzyıl sonu İslamcısının feleğinin şaşacağını..
Dolayısıyla konuya girelim. En baş meseleden başlayalım. Yani faşizmin, faşizan düşüncenin esasen ırkî bir üstünlük taşıma iddiasıyla, vasfıyla. Bu kriteri tutturamadığımız doğrudur ancak, dindar ve fetihçi bir milliyetçilik argümanının gitttikçe güçlendiğini, bu özelliği taşıyan mevcut devlete neredeyse bir kutsiyet atfedildiğini ve “bu” devlete yönelik her türlü itirazın neredeyse vatana ihanetle eş tutulduğunu gözden kaçırmayalım.
Bu fetihçi anlayışın gereklerinden biri olarak Osmanlı millet sisteminin “yeni” bir model özelliğiyle  önümüzde durması, etnik grupların Osmanlı hakimiyetini kabul ettikleri sürece rahat edeceklerinin teminat altına alınması, ancak o içe dönük fetihçi  söylem ve tehdidin tüm ülkenin üzerinde asılı durması. Dolayısıyla –burası önemli- geçmiş ve güçlü bir çağın, bir gelecek modeli olarak “yol gösterici” vasıf kazanması.
Ve elbette her ne kadar ırkî bir vasıf taşımasa da, mezhepsel açıdan neredeyse bu açığı dolduracak derecede saplantılı ve önyargılı olması. Yani şu “Alevilik” meselesinde bir türlü huzur bulamaması ve Sünni çoğunluğun bu ön yargısını sürekli diri tutması. Ve elbette Aleviler’in de sürekli bir devlet/çoğunluk tehdidi altında yaşaması. Totalde baktığımızda Alevilerin artık devlette neredeyse istihdam edilemez hale gelişi. Hele ki “yargı”da, Alevi olmanın neredeyse suç olması.
Faşizan düşüncenin temel ayaklarından biri olan “millet” adına konuşma, her tasarrufu millet adına yapma ve milletin de kendini bu “devlet”in bir parçası olarak görmesi ve sık sık bu tür bir eylemsellik içinde olması. Bunun elbette ki oy desteğine dayanması. Ki bu doktrinimizde var zaten.
Bumun bir sonucu olarak devlet ile içiçe geçen partiye oy vermeyenlerin alenen “millet”ten sayılmaması. Hele ki bu “kutsal devlet”e itiraz ediyorsa dövülmesinin, sövülmesinin, gözaltına alınmasının, öldürülmesinin hak olarak görülmesi.
Güvenlik güçlerinin, polisin, istihbaratın, artık partinin organı haline gelmesi. Parti için çalışması, partinin tehlikeli gördüğü her türlü grup üzerinde bir şiddet tasarrufuna sahip olması, kendini öyle görmesi, “millet”in de bunu onaylaması. (Evet bu eskiden de olurdu ancak mevcut durumda artık parti ile devlet içiçe geçmiş durumda) Sivil polislerin sırtlarında coplarla alenen ortalıkta dolaşıp topluma korku salmayı denemesi..
Toplumu etkileme silahı olarak görülen “televizyon”ların tamamen parti-devlet eline geçmesi, gazetelere bırakılan muhalefet marjına karşılık iş televizyona gelince tüm sermaye sahiplerinin bir tür mali şantajla parti-devlet hizasına çekilmesi, kalan kısmın da zaten yine parti devletin organik yayını haline gelmesi. Ve elbette “şef”in günde bilmemkaç kere, saatler boyunca konuşması, her konuşmanın 20 kanalda birden yayınlanması. Baştan sona.

Cuma

Gerçek vizyon belgesi..

(agos, 11 temmuz 2014)

Başbakan Erdoğan’ın Cuma günü, yani bu gazetenin elinize ulaştığı gün, bir toplantı düzenlemesi bekleniyor. Cumhurbaşkanlığı vizyon belgesini açıklayacak. Gazetelerde okuduğumuz haberlere göre bu toplantıya çok sayıda sanatçı, iş adamı, STK ve azınlık temsilcisinin de katılması, bu azınlık temsilcileri arasında Türkiye Ermenileri Patrik Vekili Aram Ateşyan’ın da bulunması bekleniyor. Peki bu vizyon belgesinde  ne mi olacak? Yeni Şafak gazetesinin haberine göre “Anayasa'dan çözüm sürecine, Alevi meselesinden terör sorununa, AB üyelik sürecinden yeni anayasaya, demokrasi, inanç ve ifade özgürlüğünden hak ve özgürlüklere kadar ülkenin geleceği..” yer alacakmış. (8 Temmuz 2014)
Çok güzel. İtirazımız olamaz elbette. AKP yine her zamanki gibi sıkıştığı kritik anlarda, cumhuriyetin taşlaşmış yapı ve kurumlarını değiştireceği vaadiyle (ki bunlar arasında bizzat kendisinin kriz haline getirdiği konular da vardır)  hamle üstünlüğünü ele geçirecek ve rakiplerini (burada hedef belli ki CHP-MHP ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’dur) AKP’nin oyun sahasında oynamaya zorlayacak. Ve arada –muhtemelen- bazı küçümsenmeyecek adımlar da atılacak. Yakın tarihimiz bize bunu gösteriyor. Özetle “devlet değişiyor” mesajı verilecek.
Fakat hafta boyunca okuduklarımız gördüklerimiz devletin aslında “özünde” değişmediğini ve pek de değişecek gibi görünmediğini söylüyor. Mesela hafta başından bu yana gazetelere yansıyan Cemaat’e yönelik soruşturma hazırlıklarına bir göz atalım. Okuduğumuz ve yalanlanmayan haberlere bakılırsa Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nca il emniyet müdürlüklerine göndenilen bir yazı var. Bu yazı ile  emniyet birimlerinden bazı taleplerde bulunuluyor. Cemaat’in Hükümet’i yıkacak silahlara sahip olup olmadığının araştırılması gibi. Hükümet’i devirmek için faaliyet yürütenlerin tespiti ve ülke çapında delil elde etmek için çalışma yapılması gibi.
Bunlar artık süpriz gelişmeler değil. Ortaklık bozulduğundan ve cemaat iktidarın yolsuzluk batağına gömüldüğünü gösteren iddiaları ortaya döktüğünden beri, bu alanda neredeyse her şey mübah. Fakat bu yazıda önemli bir detay daha var. Sözkonusu yazıda “Cemaat üyelerinin Türkiye’nin son on yılında işlenen önemli olaylara azmettiren, yardım eden ya da doğrudan suç işleyen sıfatıyla katılıp katılmadığının belirlenmesi, Cemaat üyelerinin rolleri bulunduğu iddia edilen Aziz Santoro Cinayeti, Hrant Dink’in öldürülmesi, Danıştay saldırısı, Zirve Kitabevi katliamı, Necip Hablemitoğlu ve Üzeyir Garih’in öldürülmesi gibi olaylar ile irtibatlarının araştırılması..” (7 Temmuz 2014, Zaman)
Her durumda AKP’yi haklı bulan kesimleri hariç tutacak olursak, herhalde şu satırları okuyan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının acı acı gülümsememesi mümkün değildir. Devran değişmiş, bir zamanların muteber kesimleri şimdi devletin bir numaralı düşmanı haline gelmişlerdir. Osmanlı’dan bu yana devlet böyledir. Hele İttihat Teraki ve sonrasındaki Cumhuriyet döneminde, hepten böyledir. Türkiye’nin devlet geleneği tam da böyle bir iki yüzlülük üzerine kurulmuştur.

Türkiye’nin “köşk” dönemeci..

(agos, 3 temmuz 2014)

Malum, adaylar netleşti ve yarış başladı. Hiç zaman kaybetmeden sırayla bakalım ve CHP-MHP ortak adayı ile başlayalım. Doğrusu CHP-MHP’nin ortak adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu ismi açıklandığından beri kendi adıma ne yapılmak istendiğini anlamaya çalışıyorum. CHP çevrelerinden gelen mesajlar dindarlığın Erdoğan’ın/AKP’nin tekelinde olmadığını ispatlamak üzere böyle bir adayın seçildiği yönünde. Eh, İhsanoğlu dindarlığıyla tanınmış bir isim olsa bu argüman -ki birazdan buna da geleceğiz- tartışmalı olsa bile en azından geçerli bir bilgiye dayanmış olurdu. Öyle de değil. Evet muhafazakar dünyadan gelen bir isim ancak asli olarak bir “devlet” adamı. Bir de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ilk Türkiyeli genel sekreteri olmak gibi bir özelliği var. Herhalde bu özelliğiyle seçilmiş olsa gerek. Yani AKP İslamı’na karşı, klasik devletin İslamı. Bu yönüyle hayli Kemalist/devletçi bir proje olduğunu söylemek gerek. Ancak sunum/prezentasyon “muhafazakar/dindar” olunca bu kez CHP içindeki ulusalcı ve sola yakın kesimlerde bir homurdanma başladı. Keza CHP’li olmayan, ancak Cumhurbaşkanlığı için  oy verilebilecek “doğru” bir aday çıkmasını bekleyen laik-şehirli ya da muhalif-Alevi kesimlerde de geniş bir hayal kırıklığı/şaşkınlık yaşandığı ortadadır. İlk günlerde bazı gazetelerde İhsanoğlu isminin doğru tercih olduğu yönünde neredeyse hırçınca bir kampanya yütürüldüyse de günler geçtikçe ve diğer adaylar ortaya çıktıkça bu kampanya da sönümlenmiş görünüyor.
Fakat mesele bundan ibaret değil. İhsanoğlu bahsinde bir de “sol din ile barışmalı” argümanı öne sürülüyor. Buna da kısaca değinmek gerekir. Teorik (ve pratik) olarak evet, son derece haklı bir argümandır, zaten ben de bunu savunanlardanım. Ancak İhsanoğlu bana kalırsa bu zemine oturtabileceğimiz bir tercih değil. Yukarıda da tarif etmeye çalıştığım gibi bir “devlet” adamı ve üstelik bir mücadeleden gelmiş bir isim değil. Bir proje. Fakat buraya, yani adaya da gelmeden, her şeyden önce CHP’nin, mesela Kürt meselesindeki fikirleri belli olan MHP ile neden ortak aday çıkardığı sorusu var.  Ya da şöyle soralım: CHP sol bir parti ise MHP ile neden ittifak kuruyor? Yok eğer CHP  milliyetçi bir parti ise, iki milliyetçi partinin çıkardığı ortak adaydan sola ne?
Bir diğer argüman da AKP’nin dini hegemonyasının kırılması gerektiği ve ancak böyle kırılabileceği şeklinde. Belki tartışılabilecek bir argüman. Fakat bu aynı zamanda CHP ve MHP’nin siyasi argüman açısından iflas ettiği anlamına da geliyor bir yandan. Daha ilk turdan kendi adayını çıkaramayan siyasi partiye başka ne diyeceğiz?
Özetle ilk başta belli ki birileri bu fikri çok beğendi. Sonra da Kılıçdaroğlu ve Bahçeli beğendi. Ve kendi partilerinden bile saklayarak böyle bir aday çıkarmaya karar verdiler. Seçim sonrası kendilerini zor bir dönem bekliyor diyeceğim ama hiç emin değilim. Aynen şu rotada gidebilir her şey, iki partide de.
HDP ise kendinden bekleneni yaptı ve güçlü bir aday ile, kendi adayı ile yola çıktı. Selahattin Demirtaş, demokrasi ve eşitlik mücadelesinden gelen ve son dönemde Kürt siyasal hareketinin etki alanını genişleten, siyasi argümanları güçlü ve siyasetin kendisini de yukarıya taşıyan bir isim. Eğer HDP/BDP çizgisinin üzerinde oy alırsa (ki bu mümkün) bu aynı zamanda CHP ve diğer sol-laik partilerden şikayetçi kesimlerden de oy aldığı anlamına gelecektir ki bu, siyasal Kürt hareketi için, aylardır çabaladığı Türkiye’nin batısı ile  –en azından- tanışmak anlamına da gelir. Bu açıdan Demirtaş’ın adaylığının –bir ihtimal- siyasi dengeleri de değiştirebilecek ölçüde bir hamle olduğunun altını çizmek gerekir.
Gelelem Erdoğan’ın adaylığına. Beklenen, evet buydu. Keza şöyle ya da böyle seçilmesi de, yine beklenen bir gelişme. AKP’nin temsil ettiği siyasal çizgi açısından tarihsel önemde bir gelişme olacağı açık. Ancak burada üzerinde daha çok durmak istediğim biraz “sistem”sel bir konu.

Coğrafya kader midir?

(agos, 20 haziran 2014)

Kendinizi Türkiyeli bir Alevi’nin yerine koyun. Esad rejimine açılan ismi konmamış savaşta bu ülkedeki Aleviler’in “zan altında” kalması  yetmiyormuş gibi, Suriye’deki cihadçı savaşçıların yakaladıkları Alevi ve Şiileri vahşice infaz ettiği haberleri ile geçirdiniz son birkaç yılı. Zaten Sünni çoğunluğun tehdidi, baskısı altında geçirdiğiniz tarihin kuşaklar boyunca aktarılan korkusu, tedirginliği varken, AKP iktidarının ve ideologlarının türlü imalarla sizi yeniden “kategorileştirmesi”ni yaşadınız. Ve bu cihadçı savaşçıların AKP ve MİT tarafından korunup kollandığına tanık oldunuz. Bilhassa sınır bölgelerinde yaşayan Alevi ve Arap Aleviler için hayat hayli sıkıntılı oldu bu dönemde.
Ve şimdi gitgide yakıcı hale gelen bir tehdidi daha yakından hissediyorsunuz belki de. Bu cihadçı savaşçılar gitgide güçlendiler, neredeyse bir devlet kurdular. Yani artık yanıbaşımızdalar, yerleştiler. Ellerinde çok sayıda Türkiyeli rehine var. İçten içe düşünüyorsunuz, “Acaba aralarında Alevi var mıdır?” diye. Yüzlerce  Şii askerin kurşuna dizildiği görüntülerle başladınız belki de güne. Tedirginsiniz. Ve AKP’nin, yani devletinizin tavrı hiç de içinizi rahatlatmıyor. Çünkü bütün bu olup bitenler alttan alta bir “Sünni devrimi” olarak selamlanıyor.
Doğrudur, Irak’ta zaten hiçbir şey yolunda gitmedi. ABD işgalinden beri, ülkenin bir kan gölüne dönüşeceği ayan beyan ortadaydı. ABD’nin Şii ağırlıklı bir yönetimden yana tavır alması, dolayısıyla Sünni’lerin sıkıntı yaşadığı yorumları elbette ki yanlış değildi. Keza IŞİD’nin güç kazanmasında Sünni tabanın verdiği destek de pekala etkili olmuş olabilirdi. Nihayetinde bunlar da realite..
Peki ama 100’e yakın Türk niçin IŞİD’in elindeydi. Bu cihadçı savaşçılar Türkiye’den ne istiyordu? AKP ‘nin tüm bu olup bitenlere rağmen gayet dikkatli konuşması, konuyu kapatması, Türk rehinelerin akibeti için bir önlem miydi, yoksa önceki “yakın” ilişkiler düşünüldüğünde bir şaşkınlıktan ve kapalı kapılar ardından yapılan bazı bilinmez hesaplardan mı kaynaklanıyordu?  Bir Alevi ne düşünür, hisseder?
Ya da kendinizi Türkiyeli (ya da Suriyeli) bir Kürd’ün yerine koyun. AKP’nin Rojava’daki Kürt bölgesini boğmak için her tür şiddeti uygulayan cihadçı gruplarla yakın ilişkide olması karşısında ne düşünürdünüz? Yine AKP’nin Barzani ile birlikte, bu “devrim” diye de nitelenebilecek Rojava yönetimini iki yandan sıkıştırmak için elinden geleni ardına koymaması. Bu grupların giriştikleri her türlü katliamın Türkiye’de sessizlikle, umursamazlıkla karşılanması ve AKP’nin hala bu gruplarla yakın ilişki içinde olması karşısında ne hisseder, ne düşünürdünüz acaba?
Ya da Musul’daki bir Türkmen olduğunuzu düşünün. Şii ya da Sünni farketmez. Türkiye’nin malum politikaları yüzünden evinizi barkınızı bırakıp yollara düştüğünüzü, sizi belirsiz bir geleceğin beklediğini. Kelimenin tam anlamıyla bir “tehcir” yaşadığınızı. Ne hisseder, ne düşünürdünüz acaba?
Ve elbette Türkiye’li bir Sünni olduğunuzu düşünün. Suriye’de, Irak’ta yıllardır kardeşlerinizin çektiği acı, sizin de acınızdır elbette. Ancak rövanşın böyle alınmasında, Türkiye’nin bu mezhep savaşının bir “tarafı” olmasında belki de aklınıza yatmayan bir şeyler, bilmem var mıdır?
Ve hiç şüphesiz Türkiye’de ya da bölgede yaşayan bir Hıristiyan olduğunuzu düşünün. Daha birkaç ay önce Kesab’ta yaşayan Ermeniler’in apar topar, nereye gittiklerini bile bilmeden şaşkınlık ve korku içinde bu topraklara getirildiğini.

Çarşamba

Cumhurbaşkanlığı seçimi için gerçek kriterler..

(18 haziran 2014, blog)

Malum, adaylar artık yavaş yavaş netleşiyor. AKP’de beklenti/talep Erdoğan yönünde ise de hala net bir açıklama yapılmadığından ve Süleyman Demirel’in meşhur deyişiyle siyasette 1 hafta bile uzun bir süre olduğundan her an her şey olabilir durumdayız. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı medya açısından cazip bir konu olsa da sokakların bundan haberi var mı, emin değilim. Ve zaten belli ki, daha çok konuşacağız. Her neyse. Gelelim konuya.  Yazıda siyaset esnafı diyebileceğimiz AKP, CHP ve MHP açısından Cumhurbaşkanlığı adaylığı kriterleri ne olabilir sorusuna yanıt arayacağız. Ve bunu yaparken kamuoyuna açıklanan görüşlere yüz vermeyip perde arkasındaki gerçek kriterleri anlamaya, haber televizyonlarının meşhur deyişiyle “şifreleri çözmeye” çalışacağız..Mekanizma nasıl işliyor olabilir? Sorumuz bu. AKP ile başlayalım:

-Öyle bir aday olsun ki hem Erdoğan cumhurbaşkanı olsun hem de AKP’de kim başbakan olacak tartışması yaşanmasın.

-Yaşanacaksa o zaman Erdoğan aday olmasın. Ama o zaman kim olsun? Gül? Olmaz. (Ya da dursun bakalım bu bir kenarda.)

-O zaman yine başa dönelim. Öyle bir aday olsun ki Erdoğan cumhurbaşkanı olsun ama AKP başbakanlık tartışmaları içinde heba olmasın. E o zaman kim başbakan olsun? Gül? Olmaz. Hem kendisi istemiyor hem de parti içinde bir sürü adamın ayağı kayacak. İçeride de istemeyen çok.

-E o zaman kim başbakan olsun? Arınç? Olmaz. Yeni ekibe çok ters. Babacan? O da olmaz sanki. Gezi sonrası palazlanan grup rahat edemez. E kim o zaman?

-Hem partiyi dağıtmayacak, hem Gül’ün adamı olmayacak, hem yeni ekipleri huzursuz etmeyecek, hem de seçimde başarılı olacak bir başbakan lazım. Kim peki? Anladığım kadarıyla henüz bulunmadı. Ay sonuna kadar harıl harıl bu konu üzerinde çalışılacak.

Gelelim CHP ve MHP’ye. Orada da kriterler anladığım kadarıyla şöyle işledi.

-Mansur Yavaş işi az kalsın oluyordu. Sarıgül de öyle. Erdoğan nedeniyle insanlar herkese oy verebilecek hale geldiler. Girelim bu topa.

-Ama öyle bir aday olsun ki, çok da kuvvetli bir figür olmasın. Seçilemese bile sonrasında bizi, başkanlığımızı zorlamasın. Hele olur da seçilirse? Mazallah tepemize başkan kesilmesin.

-Parti içi kanatlardan birinin temsilcisi hele, hiç olmasın. Başımıza iş açmayalım. Sonra neme lazım, seçilmese bile iyi oy alır, filan.

-Yani öyle bir aday olsun ki hem ortak aday gibi olsun hem de seçilmediğinde (ki muhtemelen öyle olur) silinsin gitsin, adını bile kimse hatırlaamasın. Biz işime, çorbamıza  bakalım.

-Ama bir yandan öyle bir aday olsun ki herkese pazarlayalım. Şöyle “Bak ne çalım attılar” desinler. “Yahu bu nedir?” diyenlere öyle bir senaryo yazalım ki, “Ulan biz bu işten anlamıyoruz galiba” desinler. Medya ayağını da sağlam tutarsak, bu vartayı da atlatırız.

-Ha tabii biraz da muhafazakar olsun, din işlerinden anlasın. Meydanlarda hiç olmazsa dindarlık işinde Erdoğan’dan zılgıt yemeyelim.

-Ama çok da olmasın. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olsun. Başımızı ağrıtmasın.

-CHP tabanı oy vermeyebilir mi dediniz? Valla Erdoğan öyle bir laf eder ki seçim zamanı, herkes gelip oy verir. Orada sıkıntı olmaz.

Velhasıl. Daha seçimin ilk turu bile yaklaşmadan Cumhurbaşkanı’nı halka seçtirmenin, teorik olarak süper, ancak şu anayasal düzen içinde hayli pürüzlü bir iş ortaya çıktı. En tepedeki çıksa, belli nedenlerle, olmuyor. Başkası çıksa, olmuyor. O vakit durduk yere halkın seçtiği birini tepesine çıkaracak siyaset esnafı, bilhassa da iktidar. AKP koridorlarında şu seçenek bile şakayla karışık tartışılıyorsa hiç şaşmam: “Halkın seçmesi işinden geri dönüş yok mu allasen?”

Cuma

Epey alamet belirdi..

(agos, 23 mayıs 2014)

Bilhassa son yıllarda etrafımıza baktığımızda ne görüyoruz? En azından kendi adıma şunları görüyorum: devlet-sermaye-parti birlikteliği, bu üç gücün içiçe geçmesi. Parti ile işbirliği yapmayan sermayenin yaşam sahasının daralması, buna mukabil parti ile işbirliği içinde olan sermayenin imtiyazlı bir konuma gelerek devlet katında itibar görmesi. Her türlü mali ve hukuki denetimden uzak oluşu. Parti-devlet-sermaye arasındaki insan geçişliğinin son derece rahat, kolay ve yadırganmaz oluşu.
Devam edelim. İktidar ile aynı frekansta olmayan kişi ve kurumların “siyaset” yapmaktan alıkonmak istenmesi. Bir demokratik ülkenin sacayaklarından olan (görüşlerini beğenelim, beğenmeyelim) yargı, STK, sendikalar gibi kurumların iktidarı eleştirdiklerinde “siyaset” yapmakla suçlanması ve anında “madem öyle parti kurun siyasete girin” talebiyle/azarıyla karşılaşmaları. Açıkçası, burada iktidarın özlediği hayat, bildiğimiz orman kanunlarının geçerli olduğu hayat oluyor. Bir kere oy üstünlüğünü ele geçiren iktidarın, işi “güçlüyü dengelemek” olan kurumları “siyaset” yapmaya, daha doğrusu oy yarışına davet etmesi, güçlü olanın güçsüz olanı boğduğu, tüm hakimiyeti elinde tuttuğu ve muhaliflerine kendi uygun gördüğü bir alanda yaşama izni verdiği, bunun sınırlarını güçlünün belirlediği bir sistemin özlemidir. Bu haliyle güçsüzün de kendini teminatta hissedeceği bir rejimle ilgisi yoktur. Demokrasiden çok, faşizme yakındır.
Devam edelim. İktidarın “sevmediği” grupların gösteri yapma hakkının elinden alınması. Bilhassa kentin belli alanlarının gayrı-hukuki biçimde protesto gösterilerine kapatılması, buralarda gösteri yapmaya kalkan grupların gazla, tazyikli suyla, devlet terörüyle dağıtılması. Buralarda gerekçesiz gözaltılara gidilmesi. Evet gerekçesiz çünkü sonuçta protesto ya da gösteri hakkını kullanan bir yurttaşın gözaltına alınması hukuksuzluktur. Dolayısıyla alenen hukuk dışına çıkılması, hukukun çiğnenmesi, partinin çıkarları için deforme edilmesi.
Hukuk demişken..Her türlü siyasi krizin, iktidarın hegemonyasını genişletmek için kullanılması. Emniyet ve yargıya Hükümet’e, partiye bağlı insanların getirilmesi, üstelik bunun alenen yapılması. Partiye bağlı olmayan memurların sürülmesi, açığa alınması. Bu yönde yapılacak itirazların partiye ve Hükümet’e karşı olmakla suçlanması, bunun otomatikman bir “suç” haline gelmesi. Parti ve Hükümet çevresindeki bir kliğin büyük yolsuzluk iddialarının odağında olmasına rağmen soruşturmayı yürütecek savcı ve yargıçların –ikna edici olmayan gerekçelerle- görevlerinden alınması, böylece bu kliğin çevresinde bir zırh oluşturulması.
Ülkenin istihbarat teşkilatının tamamen Hükümet ve parti için çalışan bir aygıt haline getirilmesi. Teşkilatın çevresine yargı ya da denetleme ağına takılmaması için geniş ve kalın bir zırh örülmesi. Teşkilatın hayli şüpheli faaliyetlerine engel olan diğer devlet kurumlarının “vatana ihanet”le yargılanabilmesi.
Ülkedeki medya kurumlarının büyük bir kısmının kah mali şantajla, kah isteyerek Hükümet/parti yanında hizalanması, medya kuruluşları üzerinde bir tür korku rejimi yaratılması.
Polis gücünün sadece muhalifleri değil toplumun büyükçe bir kesimini sindirmesi, Soma faciasından sonra protesto gösterisi yapan insanlara dahi büyük bir hınçla saldırılması, bu insanların neredeyse suçlu çıkarılması. Küçük çocukların dahi gözaltına alınması. Polisin sadece siyasette değil günlük hayatta da dizginlenemez bir şiddetin aktörü haline gelmesi.

Perşembe

Bu kara, kimin karası?

(agos, 16 mayıs 2014)

Bu yazı yazıldığında Soma'daki özel şirkete (Soma Holding) ait kömür ocağında yaşanan patlama sonucu ölenlerin sayısı 245 olarak açıklanmıştı. Ve ocakta kalan 100'ü aşkın kişinin dışarı çıkarılmaya çalışıldığı bilinmekte, umutlar da gitgide tükenmekteydi. Yani, tarihimizin en büyük maden faciası ile karşı karşıya olduğumuz artık ortaya çıkmıştı.
Evet söylenecek çok şey var. Yangın (daha doğrusu ne olduğu hala anlaşılamayan vaka) duyulduğu andan itibaren gözlerimizle gördük ki Hükümet alenen bilgiyi sakladı, gerçek rakamları telaffuz eden belediye başkanları bir süre sonra ortadan kayboldu, bu bilgiyi canlı yayında elde eden kanallar bir süre sonra yeniden "resmi rakamlar" hizasına çekildi. Bir anda "resmi rakam" fetişizmi yaratıldı, devlet, yani AKP bir kez daha bilgi dolaşımının, medyanın üzerine tüm gücüyle oturdu. Bilgiye yine sosyal medyadan, Twitter'dan ulaştık.
Öte yandan aynı saatlerde CHP'nin geçtiğimiz haftalarda tam da Soma'daki madenlerde meydana gelen kazalar için Meclis'te bir araştırma önergesi verdiği ortaya çıktı, üstelik bu önergenin AKP'li vekillerin oylarıyla reddedildiği görüldü. Hatta bir AKP milletvekilinin (Şamil Tayyar) "Muhalefet gündemi tıkamak için eften püften önergeler veriyor" dediği hatırlandı. Bu tavır Başbakan Erdoğan tarafından da paylaşıldı, patlama sonrası.
Facianın ilk dakikalarında yetkililer ve bakanlar ölenleri "şehit" olarak andı. Böylece bu cinayete bir mistifikasyon katıldı, muhtemelen ölenlerin yakınlarının ve bölgedeki insanların gönlünün okşanacağı düşündüler, şu katliama bile böyle küçük hesaplar karıştırıldı, en yüksek makamlardan.
Beri yandan bu şaşırtıcı da değil. Zira bu Hükümet bundan önceki kazalarda ölenler için "güzel öldüler" demiş, "ölmek bu işin fıtratında var" diye buyurmuştu, hatırlanacaktır. Bu bir kez daha yinelendi, Başbakan "bunlar olağan şeyler" havasında konuştu. Utandık.
Madenden sağ çıkabilen işçiler ise kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi düzgün bir denetim yapılmadığından, denetim öncesi Ankara'dan gelen bir telefonla üretimin yavaşlatıldığından  bahsettiler.
Patlamadan 24 saat sonra bile madende kaç kişinin kaldığı tam olarak bilinmiyordu. Daha doğrusu Hükümet elindeki bu sayıyı paylaşmıyordu, bilginin şirketten geldiği gerekçesiyle. Bu gerekçenin mantıksızlığı bir yana "gerçek sayı acaba kayıt dışı işçi çalıştırıldığı için mi bilinemiyor" sorusu dolanıyordu ortada.
Bu arada hastane önünde işçi yakınları saatler boyunca bir bilgi kırıntısı için çaresizce beklemekte, kimseye ulaşamamaktaydı..
En mühim ve yanıtlanmamış soru ise şuydu: Yüzlerce işçi neden ölmüştü? Trafo patlaması mı yangın mı olduğu bilinmeyen vaka nasıl oluyor da bu kadar işçinin ölümüne sebep oluyordu? Madende trafoların yangın geçirmez maddelerle kaplı olması gerektiği bilinmekteyken.Ya da aşağıda ne olduğunu gerçekten bilen biri var mıydı ortalıkta?Patlamanın üzerinden  24 satten fazla bir vakit geçmişken bu sorunun cevabı bilmemekteydik..

Erdoğan’ın 24 Nisan açılımı ve “ama”lar..

(agos, 24 nisan 2014)

23 Nisan Çarşamba günü internet sitelerine düşen açıklama gerek Türkiye’de, gerek diaspora ve Ermenistan’da, gerekse dünya başkentlerinde dikkatle okundu ve not edildi. Buna hiç şüphe yok. Ve elbette dünden beri en çok merak edilenlerden biri diaspora’nın, Ermenistan’ın ve Türkiyeli Ermenilerin ne dediği.
Kendi adıma konuşabilirim elbette. Şöyle başlayayım. Açıkçası 2015’e doğru Türkiye’nin kimi diplomatik hamleler yapmasını bekliyordum. Buna bazı açılımlar da dahil olabilirdi. Bu, gelebilecek açılımların ilk hamlesi muhtemelen. Bunu bu kadar spektaküler olmayan kimi hamleler de izleyebilir. Zira AKP hepimizin bildiği gibi pragmatist bir parti ve resmi görüşün genel doğrultusundan ayrılmamak kaydıyla gerekli gördüğü durumlarda bazı hamleler yapabiliyor ve zamanlamasını da iyi ayarlayarak bunu devasa bir hamle gibi sunmayı iyi beceriyor.
Gelelim metne. Her şeyden önce, bir Başbakan’ın ilk kez böyle bir açıklama yaptığını elbette not düşmek ve önemsemek gerekir. Cumhuriyet tarihini düşündüğümüzde kritik bir dönemeçte, kritik bir adımdır. Keza dilenen taziye de önemlidir. Bu taziyenin karşılıksız bırakılmaması gerekir. Ama..Evet epeyce bir “ama”larımız var.
Birkaç önemli noktaya değinmeden olmaz. Ki bunlar 1915 ile yüzleşme meselesinde önemli noktalardır, hatta meselenin temel dayanaklarıdır. Öncelikle şu ifadeye bakalım
“Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasi çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez.”
Burada kastedilen kesimin aslına bakılırsa bilhassa gerçek bir yüzleşme için çabalayanlar olduğunu anlamak zor değil. Dolayısıyla bu ifade bu konuda neyi söylemenin meşru olduğunu, neyi söyleminin meşru olmadığını hala Türkiye’nin belirlemek istediğini ortaya koyan bir ifade oluyor. Şu cümlelere de yakından bakmakta fayda var:
“Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği I. Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insani sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve karşılıklı insani tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır.”
Bence metnin en kritik bölümlerinden birisi burası. Dikkat edileceği gibi mesele evet gayri insani olarak nitelenmekle birlikte olup bitenin failinden ve nedenlerinden söz edilmiyor. Sanki kendi kendine olmuş, kimsenin karar almadığı, kimsenin o kararları uygulamadığı bir vakadan söz ediyoruz. Bu da bizi “sorumluluk” meselesine getiriyor. Denebilir ki Osmanlı döneminde İttihat Terakki cemiyetinin işlediği bir cürümden Türkiye Cumhuriyeti neden sorumlu olsun? Ancak şunu akılda tutmalıyız. Bu “sorumluluk” 99 yıl boyunca inkar edildi. Dolayısıyla bu soykırımın failsiz, amaçsız, nedensiz ve kendine kendine olmuş bir olay gibi sunulması, orta yerde nemli bir mesele olarak duruyor. Yine metindeki “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermeniler” ifadesi de bu bahsettiğim mantığın bir örneği. Yine failsiz, sanki Ermeniler bir doğal afette ölmüşler gibi bir yaklaşımın olup biteni anlamaya yardımcı olmayacağını söylemek gerek.
Metnin devamında gördüğümüz “ortak komisyonlar kurulsun” ifadesi de doğrusunu isterseniz Türkiye’nin klasik pozisyonunu aslında terketmediği anlamına geliyor. 1915’te olanlara hala “araştırılacak, doğrusu neyse bulunacak” bir mesele olarak bakılması; malları gaspedilmiş, ülkesinden sürülmüş ve 60 binlik sembolik bir azınlık haline düşürülmüş bir halkın torunları için öyle devasa bir açılım değil. Bunu da akılda tutalım derim. Ve yine bu metnin bir yüzleşme ya da  en önemlisi bir “özür” anlamına gelmediğini de bilelim.

Çarşamba

Taziyeden sonra manzara..

(agos, 30 nisan 2014)

Haftayı Başbakan Erdoğan’ın 24 Nisan açılımının yansımaları izleyerek geçirdik diyebiliriz herhalde. Doğrusu 25 Nisan’dan itibaren oluşan hava, gerek AKP çevreleri gerekse Ermeni cemaatinden kimi çevreler açısından biraz ölçüsüz oldu denebilir, sanırım.
AKP çevrelerinden başlayabiliriz. AKP’ye yakın medyada Cuma ve Cumartesi günü gördüğümüz başlıklar, manşetler, Hükümet’in ve ideologlarının yine kendilerini bir dev aynasında gördüklerini ortaya koydu. Evet, geçen hafta da altını çizdiğimiz gibi bu adımın önemli ve olumlu bir adım olduğu ortadadır ancak 99 yıl sonra gelen bir taziye ile Erdoğan’ın hemen Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmesinde bir, nasıl desek, acelecilik olsa gerek. Denecektir ki bunu önerenler arasında Ermeni cemaatinden isimler de var. Hatta gazetelere verilen şu  meşhur ilanı da atlamamak lazım diyenler çıkacaktır.
Evet sevimsiz bir örnek olacak ama doğrusu o ilk ilanı gördüğümde aklıma ASALA eylemleri karşısında bir tepki olarak Taksim Meydanı’nda kendini yakan Artin Penik  geldi. Birkaç gün hastanede can çekişen Penik, odasını dolduran gazetecilere devletin epey beğeneceği türden açıklamalar yapmış, yurtdışındaki, bilhassa Fransa’daki Ermenileri sert biçimde eleştirmiş, hatta ağır bir yanık derecesiyle yattığı hastanede o haliyle söylediği sözler kameraya alınmış, BM’ye gönderilmişti “işte Ermeni bir vatandaştan teröre karşı açıklamalar” diye.
Bu hayli karmaşık ruh halini değil belki ama, Türkiye’deki bir azınlık mensubunu buraya sürükleyen denklemi bir parça da olsa anlayabildiğimi sanıyorum. Böylesi sert ve kesif bir çoğunluk-azınlık denklemi, böylesi yoğun bir inkar, böylesi bir mağduru suçlu çıkarma, onu bıçak sırtında yaşatma politikası, köşeye sıkışmış, sıkıştırılmış bir cemaatte bu tip reaksiyonlar yaratabilir. Yıllar yıllar boyunca usandırıcı biçimde tekrarlanan o resmi görüş, sadece çoğunluğu değil azınlığı da hizada tutmak için imal edilmemiş midir?
Dolayısıyla Erdoğan’ın 24 Nisan açılımını biraz da bu can sıkıcı ve boğucu denklem içinde değerlendirmek mümkün. Yıllar sonra gelen bir taziyeye ölçüsüz tepkiler verilebilir, cari resmi görüş ile ters düşmek istenmeyebilir, o büyük resmi görüş/çoğunluk denizi içinde kaybolmak istenebilir ya da basitçe böyle bir taziye kimileri için gerçekten de olağanüstü, devasa bir adımdır, böylece tüm sorunlar hallolmuştur. Kimbilir konu bir kez daha gündeme gelmez artık. Bunların hepsi mümkün ve en azından benim açımdan şaşırtıcı değil. Kamusal alandaki çoğunluk-azınlık, daha da açacak olursak Türk-Ermeni ve en az bunun kadar önemli olan Müslüman-Hıristiyan eşitsizliğinin medyaya, kamusal dile, günlük hayata nasıl yansıdığını biraz biliyorsak bu tepkileri şaşırtıcı bulmamalıyız. Hatta ve hatta burada bir sorun görmeliyiz belki de. Zira o kimseye farkettirmeden, dikkat çekmeden yaşamayı seçenler eski klasik devlete verdikleri reaksiyonların aynısını bu yeni devlete de veriyorlarsa, orada bir problem var, daha doğrusu varolan o problem hala çözülmemiş demektir. 
Gelelim AKP çevrelerinin tutumuna. Açıkçası zaman zaman “ben taziye diledim, görmeye gelin” esprisinde ilerleyen yansımalar ilerisi için biraz umut kırıcı mahiyetteydi. 2 gün sonra gün Milliyet gazetesinin manşetine yansıyan ve parti içi bir toplantıdan yansıyan kulis bir bilgi olduğu anlaşılan, Erdoğan’ın söylediği “Top artık onların sahasında” sözleri, geçen hafta altı çizilen “insani” yaklaşımın üzerinde bir soru işareti yarattı. Bu adımı göklere çıkarmak için cemaat içinde destek bulunabilir ve verilen bu desteklerle AKP attığı bu adımı bir tür çarpan etkisiyle varolduğundan çok daha devasa bir adım gibi gösterebilir. Bunlar mümkündür ve siyasette  böyle şeyler vardır. Ancak madem ki işe “insani” bir adımla başladık, taziyeye uygun bir ağırbaşlılık içinde ilerlemekte fayda var diye düşünüyorum.

Salı

Eskisiyle, yenisiyle devletin Taksim taassubu

(22 nisan 2014, agos.com.tr)

Türkiye’de yaşıyorsanız ve bir yerinden şu yazı/çizi işine bulaştıysanız hayatınız boyunca aynı yazıyı yazmak zorunda kalabilirsiniz. Bilhassa belli konularda. 1 Mayıs da işte bunlardan biri. Tamam AKP  1 Mayıs’ı resmi tatil ilan etti ve 3 yıl boyunca Taksim’de kutlanmasına ses çıkarmadı. Ama  “devlet” dediğimiz kurumun tüm ceberrutluğunu ve boğuculuğunu belli alanlarda devralan AKP’nin burada da klasik şablona dönmesi uzun sürmedi. Fakat tabii zaman değiştiği için gerekçeler de değişiyor. Doğrusu neyin değiştiği, ama daha da önemlisi neyin değişmediği üzerine biraz kafa yormaya değer bir konu bu.  
Başlıkta devletin taassubundan bahsettik. Nedir o? Çok kabaca tarif edersek, bilhassa 12 Eylülcülerin zihniyetinde tüm berraklığıyla gördüğümüz bir güvenlik paranoyası, ama asli olarak toplumu “siyaset”ten arındırma takıntısıdır. Toplum tamam, elbette ki seçimden seçime oy vermeli, milli irade tecelli etmelidir ama aslında “siyasallaşmamalıdır” ve iktidar sahipleri en gür sesleriyle her şeyin doğrusunu halka anlatmalıdır. (Otoritenin ta o zamanlarda da şuna buna “siyaset yapmayın” demesini hatırlayın) 12 Eylül’ün zihinsel düzeyde yapmaya çalıştığı biraz da buydu. Ve bunun bir adım ötesi de “mekan”ların siyasetten temizlenmesiydi. Çünkü toplumsal ve siyasal alanda mekan hayatın bir parçasıdır ve yaşananla, tarihle bir bütünlüğü ifade eder. Yani tarih, hafıza aslında mekan olmadan olmaz. Fail için de mağdur için de mekan bu yüzden önemlidir. İktidar olarak  onu o büyük gerçeklikten çekip kopardığınızda, hayli kritik bir hamle yapmış olursunuz. Dolayısıyla üçüncü ayağa geliyoruz. “Zaman”a. Bu zihniyette zaman yani hafıza da siyasetten temizlenmelidir. Tam bir arınma böyle sağlanabilir ancak.
Bu zihniyetin hakim olduğu yıllar boyunca, işte tam da bu “arındırma” işlemine direnenler  1 Mayıs’ı tekrar Taksim’de kutlamak için mücadele ettiler. Ve bu epey zorlu geçen direniş sonucunda alanı tekrar kazandılar. Böylece “mekan”ı ve “zaman”ı da kazanmış oluyorlardı ki aynı bir insan gibi, bir toplum için de çok önemlidir. Gerçeği (kendi hatalarını da  bir daha düşünerek) ancak böylece tekrar kurabilir.
Peki 12 Eylül zihniyeti niye bu kadar direnmişti? Direnmişti çünkü silmeye çalıştıkları şey, 12 Eylül öncesinde, toplumun siyasallaşması, devletin/otoritenin çizdiği çerçevenin dışına çıkması idi. Bir balta ile keser gibi bunu kesmişlerdi ve dipte bir yerde en küçük bir filizin bile yeşermesine tahammülleri yoktu. Ve mazallah 1 Mayıs yine Taksim’de kutlanacak olursa bütün o “arındırma” çabaları boşa gidebilirdi. Taksim zamandan ve mekandan koparılmalıydı.
Bunu bilmek ya da meseleye bir de böyle bakmak, şu günlerde yaşadığımızı anlamlandırmayı da kolaylaştırabilir. Dolayısıyla artık bugüne gelebiliriz. AKP yazının başında da hatırlattığım gibi o dönemki genel politika içersinde o adımları attı. Ancak buradan  geri dönmesi uzun sürmedi. Şurası önemli: Bu geri dönüş iki aşamada oldu. Ki bilhassa ikinci aşamada en azından zihniyet olarak olarak 12 Eylül ile nasıl buluştuklarını da göreceğiz. Ama önce ilk aşama.
Geçen yıl da o şedit ve gaz bulutlu 1 Mayıs’ta yazdığım gibi (“Derin devletle değil, otoriter kapitalizmle”, Agos, 2 Mayıs 2013) masada ilk aşamada Taksim’i süregiden kentsel dönüşüm planları çerçevesinde siyasetten , hayattan kurtarıp daha steril bir hale getirmek ve ucuna da bir AVM kondurmak vardı. Bu plan tek başına, başıboş bir plan değildi elbette. Olan biteni Tarlabaşı ve benzer semtlerdeki “doku değiştirme” operasyonları ile birlikte düşündüğümüzde tablo daha net ortaya çıkıyordu. AKP düzensiz, kontrol edemediği, dünya görüşlerinden, yaşayış tarzlarından hazzetmediği toplulukları kentin belli yerlerinden sürüyor, ya da etkisizleştiriyor, buraları steril ve hayalindeki yeni AKP toplumunun rahatça yaşayabileceği, onların olacak mekanlar haline getirmek istiyordu. Dolayısıyla yine bir mekan ve zaman operasyonuna girişmek şarttı. İstanbul’dan ve hayattan kopuk o beton çölü, öyle de görebiliriz.
Zaten Gezi Parkı’na kışla şeklinde AVM kondurma işi de bu planın bir ayağıydı. Ve aynı zamanda yukarıda bahsettiğim birinci aşama ile ikinci aşama arasındak kırılma noktasıydı. Çünkü Gezi direnişi ile birlikte yukarıda bahsettiğim 12 Eylül zihniyetiyle o büyük otoriter buluşma gerçekleşti. Şöyle ki: Gezi direnişi’nin kendisini değil, (bu konuda çok şey yazıldı zaten) devleti/otoriteyi temsil eden AKP’de yarattığı tahribatı, etkiyi düşünebiliriz burada. Ve şunu akılda tutabiliriz. Türkiye’de cari devlet, hele ki otoriter ve topluma neyin doğru olduğunu söyleme geleneğinden geliyorsa, toplumun genişçe bir kesiminin siyasallaşmasını, siyasal alana müdahale etmesini, bir özne haline gelmesini, alternatif, kontrol edemediği bir alan, en önemlisi özerk bir “söz” (1) kurmasını istemez. Bundan hazzetmez. Açık konuşalım: bundan nefret eder. Daha da açık konuşalım: delice bir hınç duyar.

Cuma

Bu yılın 24 Nisan menüsü..

(agos, 18 nisan 2014)

Yine bir 24 Nisan yaklaşıyor ve  ne ilginçtir devletin, kurucu otoritenin temel çizgilerini devralan siyasal İslamcı siyaset, bu konuya laubalice yaklaşmayı beceriyor.
Evet neredeyse her yıl olduğu gibi yine bir tasarı ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi’nde kabul edildi. Tasarının genel kurul gündemine gelmesi beklenmiyorsa da devlet, hükümet ve bunları temsil eden tüm kurumlar/eski ve yeni merkeziyle medya, klasik reaksiyonlarını bir ton düşük de olsa verdiler. Ancak bu yılki kampanya AKP-Cemaat kavgası gölgesinde yapılmakta ve tam da bu yüzden işler iyice sevimsizleşmekte. Cumartesi günü Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan haber hayli ilginçti mesela. “Bir bu eksikti” manşetiyle gazeteye birinci sayfadan giren haberin spotunda şunlar yazıyordu: “Cemaat rayına giren Türk Ermeni ilişkilerini hedef aldı. Senatör Menendez gündemde olmayan soykırım tasarısını kongreye taşıdı. Cemaatin oylamadan bir gün önce Menendez’i ağırlaması dikkat çekti.”
Bu, meselenin ne olduğunu anlamanın, anlatmanın yakınından bile geçmeyen, böyle bir mesele için geliştirilebilecek en kaba yaklaşım. Şimdi, şunu bilemem: Cemaat bu senatör ile içli dışlı mıdır, değil midir. Fakat bu tasarı 80’lerden beri her yıl gündeme gelir ve Türkiye tüm resmi kurumlarıyla her yıl benzer reaksiyonlar gösterir. Dolayısıyla Cemaat böyle bir girişimde bulunsa da bulunmasa da, bunun olacağı belli.
Dolayısıyla 1915 gibi hayli ağır bir meseleyi artık iyice süflileşen kavganıza meze etmek –ki bu, Cemaat için de geçerli- doğrusu insanı büyük bir karamsarlığa sevkediyor. Ve fakat  meselemiz elbette bununla bitmiyor. Mesela baştaki “Rayına giren Türk Ermeni ilişkileri” ifadesi nedir ben anlamadım ve merak içindeyim. Türkiye’nin yanlışlarla dolu, Neo-Osmanlıcılık ihtiraslarıyla malul Suriye politikası yüzünden yerinden yurdundan olan Kesab Ermenileri nedeniyle mi rayında acaba Türk Ermeni ilişkileri? Yoksa Hrant Dink’e de hayatı dar eden Ergenekon örgütünün Cemaat ile kapışma neticesinde neredeyse temize çıkarılması nedeniyle mi? Yoksa Hrant Dink cinayeti davasında müthiş mesafeler alındı, davada neredeyse herkesi tatmin edecek bir neticeye gelinmek üzere de, bizim mi haberimiz yok? Hepsini geçtim 24 Nisan tarihine şu yukarıda gördüğümüz resmi görüşü tahkim edici yaklaşım yüzünden mi? En önemlisi: ilişkilerin “rayında” gitmesinin temel şartı soykırım meselesinin açılmaması mıdır?

Çarşamba

Teşkilat-ı Mahsusa forever

(29 mart 2014, agos.com.tr)

27 Mart günü öğle saatlerinde YouTube’a konan ses kayıtlarını dinlemeyi bitirdiğimde düşündüğüm, bu devletin hiç değişmediğiydi. Bunu onlarca kez yazdım zaten. AKP devleti devralırken tüm özelliklerini ve davranış kalıplarını da devralmış ve bunları gayet de faydalı bulmuştu. Bizim o klasik ‘devlet’imiz pekala AKP için de yararlı bir araç (ya da ‘tool’) olabilirdi. Bunu epey önce idrak etmiştik zaten. Fakat duyduklarım, yani o konuşmalar ister istemez beni bir kez daha bu konu üzerinde düşünmeye sevketti.
Açıkçası bunun neye benzediğini bulmak için uzun uzadıya düşünmem gerekmedi. Bu ülkenin  tarihine biraz vakıf herhangi bir Türkiye vatandaşı bir  neo-Teşkilatı-ı Mahsusa ile karşı karşıya olduğumuzu şıp diye anlardı. Ve ürperirdi. Daha doğrusu bana öyle oldu.
Şunu zaten biliriz ya da sezeriz zaten. İttihat ve Terakki elbette ki 1918’deki mağlubiyetle birlikte bu topraklardan kaybolmadı. Öyle bir ihtiyaca karşılık gelmişti ki, peşine gelen Kemalist kadroları şekillendirmek ve insan malzemesi/know how sağlamakla kalmamış, şu 90 yıllık devlete de bir ‘ruh’ vermişti. Nedir o ihtiyaç derseniz, devlete ‘kutsallık’ atfeden, devleti ve toplumu Türklük ve Müslümanlık eksenlerinde şekillendiren ve bu iki ana eksenin bozulmaması için her türlü yasadışı faaliyeti meşru gören. Bunun için kendi vatandaşlarını harcamaktan hiç çekinmeyen…
Yakın tarihe dönük analizlerimizde uzunca bir süre bu geleneği siyasette –bilhassa 1970’lere kadarki- CHP’nin, 75-80 arası AP’nin, devlette ise geniş bir süreklilik içinde TSK ve MİT’in temsil ettiğini düşündük. Zira devletin ana rotasını çizen aktörler bunlardı ve burada şimdi saymayacağım onlarca cürüm, bu geleneğin devletin bekası için kendi vatandaşını harcamaktan bir an bile çekinmeyeceğini ortaya koymuştu. 1915 ile başlayan, Emval-i Metruke kanunları ile devam eden,  Kürt isyanlarına yönelik sert tedip hareketleri ile şekillenen, Trakya pogromu ve Varlık Vergisi ile sermayenin millileşmesi hamlesini büyük ölçüde tamamlayan, 6-7 Eylül pogromunu planlayan, 27 Mayıs darbesini icra eden, 1964’te Rumları sınırdışı eden, 1971 muhtırası sonrasında gayrimüslimlerin vakıf mallarına el koyan, Kıbrıs’ta bilumum özel harp faaliyeti yürüten, Kahramanmaraş katliamını organize eden, 1980’e doğru şiddet ortamını harlandıran bu yapıya her baktığımızda karşımıza hep aynı ‘devlet’, hep aynı zihniyet çıkıyordu.
Fakat bütün bu analizlerde çoğu zaman dillendirilmeyen, AKP’nin Ergenekon hesaplaşması sonrasında ise neredeyse hiç dillendirilmeyen bir ‘realite’ daha vardı. Evet, bütün bu faaliyet laik-otoriter ve merkez sağ kanat tarafından icra ediliyordu ancak muhafazakâr kanat, kendisine değmeyen pek çok hamlenin aslında en azından zihinsel anlamda ortağı konumundaydı. Ellerinin pisliğe bulaşmaması onları aslında masum yapmıyordu. Bilhassa gayrimüslimlere yönelik ‘sermaye millileştirmesi’ harekâtlarında kayda değer bir itiraz göstermemişler, hatta bazılarına suç ortağı olmuşlardı. Keza Kürt meselesinde de, evet, şedit devlet politikasının uygulayıcısı olmamışlar ancak olup bitenlerden öyle büyük bir rahatsızlık da duymamışlardı.
Bu durumu tarihsel planda belki çok kabaca şöyle izah etmek mümkün. Teşkilatı-ı Mahsusa bilindiği gibi İttihat ve Terakki’nin –kâğıt üzerinde- kazanılabilecek, kaybedilmiş ya da kaybedilmek üzere olan topraklarda faaliyet gösteren, yerine göre Pan-İslamizm yerine göre Pan-Türkizm siyasetiyle hareket eden örgütüydü. Söz konusu toprakları kazanmak ya da kaybetmemek için her türlü illegal faaliyeti meşru gören bir zihniyetten güç alıyordu. Ve bu faaliyetler o zamanki ‘İslamcı’ siyaset tarafından da benimsenmekteydi. Mehmet Akif Ersoy’un da bir dönem TM üyesi olması bu  bahiste hayli açıklayıcıdır. Yani o gelenek tek bir siyasette, tek bir çizgide yaşamadı hiç.
Zihinsel ve tarihsel yolculuğumuza burada ara verip günümüze gelelim isterseniz. Kayıtların en ürpertici kısmı hiç şüphesiz MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Suriye’ye bugüne kadar 2 bin TIR gönderildiğini söylediği bölüm ile savaş çıkarmak ve Suriye topraklarına yerleşmek için gerekirse bu tarafa füze göndertebileceğini ve Süleyman Şah Türbesi’ne bir saldırı düzenletebileceğini söylediği bölümlerdi. Bu sözler hiç şüphesiz korkunçtur ama daha korkunç olan toplantıdaki herkesin bunu gayet sıradan bir faaliyet gibi görmesi, bir kişinin bile “Ya böyle şey olur mu?” dememesidir. Hakan Fidan ve diğer şahıslar bu rahatlığı nereden almaktadır?

Perşembe

30 Mart: öncesi, sonrası

(agos, 4 nisan 2014)

Adettendir, seçim biter analizi yapılır. Şu kadar gündür analiz okumaktan ve dinlemekten size fenalık basmış olabilir ama yapacak bir şey yok. Çok uzatmadan konuya geçeyim madem.

-Cemaat’in hesapları tutmadı. Bunun net bir hüküm vermesi zor bir planda sonuçları olacağı açık. Şöyle ki: Cemaat’in siyasete “dışarıdan” bir müdahale yaptığı apaçık ortadaydı  ancak  diğer önemli mesele bu yolsuzluk soruşturmasının AKP’nin seçimi kazanmasıyla buharlaşma ihtimali idi. Şimdi böyle bir tehlike ile karşı karşıyayız. Şu da var. AKP’nin kazandığı/edindiği güç, bundan sonraki yolsuzlukları yargıya taşıyacak herhangi bir mekanizma da bırakmadı ortada. Yani artık birileri yolsuzluk yaparsa cezasını bir babanın ailesine ceza kesmesi gibi Erdoğan verecek. İster affeder, ister ödüllendirir.  Evet burada zaten genel rotasına şüphe ile baktığımız, devlet içindeki gücünü/ideolojisini mesele ettiğimiz Cemaat’in izlediği “seçim odaklı” strateji tartışılmalıdır ancak (ayrı bir konu olarak) bundan sonra hangi savcının ya da hakimin yolsuzluk konusunda cesurca bir karar verebileceği de soru işaretidir. Bu, ciddi bir mesele.

-Muhalefet partilerinden devam edelim. Bu seçime özel bir durum olsa gerek, iki şehirde sol ve ulusalcı muhalefetin CHP’de konsolide olduğunu söyleyebiliriz. Seçimlerden hemen önce, yolsuzluk kasetlerinin de yarattığı havayla AKP’ye en önemli darbenin sandıkta birleşerek vurulacağı yönünde oluşturulan atmosfer işe yaramış görünüyor. Ancak buna rağmen bilhassa İstanbul’da umulan sonuç elde edilemedi. Ankara’da ise adayın özelliğinden kaynaklanan başka bir konsolidasyon oldu. Bir önceki seçimin MHP adayı olan Mansur Yavaş 2009’da Ankara’da %27 oy almıştı. Bu seçimde bu oyların büyük bölümünün  CHP’ye gittiği görülüyor. Yine de bütün bu tabloya rağmen CHP’nin zorlanması not edilmeli.

-Ankara’nın gösterdiği başka bir eğilim daha var. Bilhassa seçim sonuçlarına itiraz günlerinde (Tabii biraz da Melih Gökçek’ten “ kurtulma” adına) MHP ve CHP seçmenlerinin birlikte hareket edebildiğine tanık olduk. Bu kınanacak ya da eleştirilecek bir durum değil. İki legal siyasi parti baskın ve güçlü bir adaya karşı bir tür işbirliği yapmış durumdalar ve oylarına sahip çıkıyorlar. Fakat bu tablo ister istemez seçim öncesinde İstanbul’da olup bitenlere bir kez daha bakmaya yöneltiyor bizi.

-Seçime doğru bilhassa HDP’ye yönelik gerek Cemaat’in sosyal medyadaki sözcülerinden gerekse sol-sosyal demokrat çevrelerden bir psikolojik baskı başladığını gözledik. Cemaat çevreleri bilhassa HDP adayını itibarsızlaştırmaya çalışırken kimi sol-sosyal demokrat çevreler ise HDP’nin çekilmesi ya da HDP’ye oy verilmemesi seçeneğini gündeme getirdiler. Bu tablo karşısında HDP yöneticileri bir kez daha, seçimden aylar önce CHP ile ittifak görüşmesi yapıldığını  ancak CHP yönetiminin halka açık, şeffaf  bir ittifak görüşmesine yanaşmadığını ve “bize zarar verir” dediğini hatırlatmak durumunda kaldılar. Bunu  zaten CHP lideri Kılıçdaroğlu da teyit etti. Ancak HDP’nin bu seçimlere girerek AKP hesabına çalıştığı suçlaması da yine CHP lideri tarafından seçime günler kala  telaffuz edildi. Dolayısıyla herhalde şunu söylelebiliriz: CHP için MHP ile ittifak yapmak,  siyasal Kürt hareketi ile ittifak yapmaktan çok daha mümkün  ve sorunsuz. Taban ve çevresi açısından da. Bu durum sanıyorum CHP’nin Güneydoğu’da neden bu kadar az oy aldığını (AKP 650 bin, CHP 10 bin)  açıklıyor. Bütün bu süreç esas olarak HDP açısından önemli bir gösterge ve deneyim oldu.

Cuma

HDP kuşatma altındayken, görevimiz..

(agos.com.tr, 9 mart 2014)

Eşzamanlı bir biçimde iktidardaki AKP’nin durumu zorlaştıkça Halkların Demokratik Partisi HDP’ye yönelik milliyetçi saldırılar da hızlanmakta, çoğu yerde bir linç girişimi hüviyeti kazanmakta. Urla’daki linç girişiminin ardından Aksaray, Ordu ve Giresun’da ve son olarak dün Fethiye’de yaşanan saldırılar hayli düşündürücüdür. Kolluk kuvvetlerinin bu girişimlerde bu tür her vakada olduğu gibi gayet anlayışlı davrandıkları hatta Fethiye örneğinde yardımcı bir rol aldıkları da gözlerden kaçmıyor. Çoğu girişimde şans eseri ciddi bir yaralanma ya da fiziki saldırı gerçekleşmediyse de gidişatın çok da hayra alamet olmadığını ve HDP’lilerin son derece zor şartlar altında seçim kampanyası sürdürdüğünü söylemek gerekir.
Bütün bu tabloda düşündürücü çok yan var. Bu saldırıların Batı Anadolu, Orta Anadolu ve Karadeniz coğrafyası gibi  milliyetçi yönelimlerin artık gelenekselleştiği, kemikleştiği bölgelerde cereyan etmesi elbette ki dikkat çekici. Buralar ağırlıklı olarak CHP, MHP ve elbette ki AKP’nin oy topladığı  bölgelerdir. Batı ve İç Batı bölgelerinin 90’lı yıllarda yoğun bir Kürt göçü aldığını ve zamanla milliyetçi bir eksene kaydığını, Orta  Anadolu’daki geleneksel milliyetçi/sağ duruşa yine 90’larda Karadeniz coğrafyasının eklendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla bütün bu saldırıların ardından bir kesim bu tepkileri normalleştirme, olağanlaştırma yoluna gitmiş, olanları toplumun refleksiyle  açıklamayı tercih etmişlerdir. Ancak durumu böyle izah etmek yani milliyetçi kalkışmaları “olağan refleksler” olarak açıklamak faşizme, bir linç rejimine giden yolun önündeki taşları ayıklamaktan, böylesi bir rejimi meşru göstermekten başka bir şey değil. Dolayısıyla ilk yapılacak iş, bu tür milliyetçi kalkışmaları kınamaktan geçer.
Ancak  CHP, bilhassa da  AKP ve MHP’den oluşan müesses nizamın bu konuda pek sesinin çıkmadığını görüyoruz. Birçok işaret vardı ama onlar görülmediyse bile Urla ve Aksaray’daki linç girişimlerini görmemek, bunlardan haberdar olmamak mümkün değildi.  Bütün o ürkütücü tablolara rağmen Melda Onur, Sezgin Tanrıkulu gibi kimi CHP’li milletvekilerinin yaptıkları çıkışlar dışında kaydedeğer, gür bir ses duyulmadı. Dolayısla akla şu soru düşmekte: bu partiler, müessen nizam, acaba bu kalkışmaların sürmesinden, HDP-BDP üzerinde bir tehdidin varlığını korumasından yana mıdırlar?
Böyle olduğunu düşünmek istemesek de, bu mümkündür. CHP veya CHP içindeki ulusalcı kanat,  bilhassa İstanbul’da kendisini zorlayan HDP’nin kriminalleştirilmesinden kimbilir, belki de fayda ummaktadır. Yolsuzluk ve yargıya müdahale kayıtlarıyla sıkışmış durumda olan AKP de bu milliyetçi kalkışmadan ya da tüm Türkiye’yi sarmaya başlayan bu puslu havadan  bir medet umabilir. Bilhassa siyasal Kürt hareketine, iktidardan düştüğünde Türkiye’nin böyle bir tablo ile karşı karşıya kalacağını mesajını verme hesapları yapması mümkündür. Keza bütün bu olup bitenlere MHP’nin büyük bir itirazı olmayacağı da açıktır. Bunlara ilave olarak tüm bu partileri enine kesen “milliyetçi tabanı küstürmemek” gibi kaygılar olması da muhtemeldir.
Böyle hesaplar yapılmış mıdır, yapılmamış mıdır, bilemeyiz. Ancak şu güne kadar gördüğümüz suskunluk, müesses nizamın bütün bu olanlara öyle büyük bir itirazı olmadığını gösteriyor. Ancak bu suskunluğun ardındaki hesap ne olursa olsun, durumun gitgide kritik bir hal almaya başladığı ve bir an önce bir şeyler yapılması gerektiği ortada. Evet, denebilir ki şu tarihte şöyle bir açıklama yapıldı. Olmuştur muhtemelen, ancak böyle vakalarda yapılması gereken daha net bir bir eylem ortaya koymak, demokratik hayatın ve serbest seçim ortamının her ne olursa olsun savunulacağını, kurumsal ziyaretlerle açık biçimde göstermektir
Müesses nizamın hali böyle. Ancak bir başka düşündürücü durum da, müesses nizam dışında kalan hareketlerin de büyük oranda, ya da en azından Fethiye’deki ürkütücü tablo ortaya çıkana kadar, suskunluğa gömülmesi, olup bitenleri seyretmesidir. Tablonun bir başka can sıkıcı yanı da bu. Bu kesimlerin hangi gerekçeyle suskunluğa gömüldüğünü tahmin etmek zor. Bilemeyiz, belki de BDP-HDP’nin siyasal hayatımızda belirleyici bir seçenek haline gelmesi düşündürmüş olabilir bazı çevreleri. Ancak buralarda da görülen, ciddi  bir itirazın yükselmediğidir. Bu kısmı bitirirken söyleyeceğim, böylesi bir denklemde özgür ve eşit bir ülkeden yana olan herkesin tam da bugünlerde HDP’nin yanında durması gerektiği, bunun aciliyet taşıdığıdır.
Beri yandan: “tepki” eksikliğine bakarken elbette ki yazının başında dikkat çektiğim bu eşzamanlılık üzerine de biraz kafa yormakta fayda var sanırım.Bu milliyetçi kalkışmalar patlak verdiğinde akla ilk gelen soru ya da çelişkilerden birisi de çürümüş bir sistemin tepesinde oturduğu artık ortada olan AKP’ye karşı sokağa çıkmayan kitlelerin, neden tepkilerini HDP’ye yönelttiği idi. Bu soru genel olarak toplumun iktidarla kurduğu o marazi ilişkiyle ya da taşra Türkiyesi’nin milliyetçiliği daima ön sıralara koymasıyla açıklandı. Elbette ki bir miktar da bu toplumun, bilhassa eğitimsiz kesimlerin yolsuzluktan rahatsız olmadığı da dile getirildi, dolayısıyla bir anlamda “klasik”  formüllerin etrafında bir miktar gezinildi.
Fakat tablonun bu açıklamalardan ibaret olmadığını düşünmekteyim.