Salı

Nalbandyan’ı gelişi, Demirtaş’ın alkışı..

(agos, 5 eylül 2014)

Mahçupyan konusunda herhalde artık gidilecek bir yer kalmadı. Eleştirilere cevap niteliğindeki son yazısı yeni bir şey söylemiyor ve düşüncelerine klasik bir “solcu antipatisi”nin, oy verme dışında pek bir varlık göstermeyen durağan bir toplum özleminin yön verdiği görülüyor. Türküyle, Kürdüyle, Ermenisiyle AKP’ye muhalefet ediyorsan ve sol bir argüman kullanıyorsan Mahçupyan kibrinden payını alıyorsun. İki mesele var fakat. Birincisi şu:
“Özellikle Hrant’ın öldürülmesinden sonra Ermeni cemaati mağduriyetin merkezine kondu ve pejoratif sol tarafından ‘şefkatle’ kucaklanarak rehin alınmak istendi. Ermenilerin yeni aydın nesli solculaşırken cemaatin temsil yeteneğini de elinden kaçırdı.”
Hrant Dink cinayeti davasında AKP’nin performansına cok kabaca hakim olan birisi bile bu cümlelerden irkilir. Mahçupyan’ın istediği Ermenilerin de, o geniş gerdanlı bakanlar, emniyet müdürleri gibi “Yargının işini yapmasını bekleyelim, yanlış yapan varsa ortaya çıkar” demesiydi herhalde. Davayı ısrarla takip ettikleri ve iktidarı, yargıyı, medyayı adım atmaya zorladıkları; AKP’ye yakın bürokratlar ile Cemaat’in de bir şekilde içinde olduğu “milli mutabakat”ı ifşa ettikleri için “cemaati temsil yeteneği”ni ellerinden kaçırmışlar. Kendi adıma konuşayım, açıkçası bu dava ile ilgili kalem oynatır ve duruşma kapısında dikilirken aklımdan geçen son şey, cemaati temsil yeteneğiydi. Etrafımda da böyle bir şeye tanık olmadım. İnsanlar “adalet”in sağlanması ve devletin bu “Ermeni öldürme” rahatlığı ile artık yüzleşilmesi talebi ile oradaydılar. Kararın verildiği gün Beşiktaş’taki adliyeden Agos’a kadar yapılan yürüyüş ve insanların yüz ifadesindeki umutsuzluk, öfke bunu anlatmıyorsa, ne anlatır bilmem. İkincisi ise şu:
“Ermeni üyeleri de dahil, pejoratif solun aydınları ise Cumhurbaşkanı’nı ayakta alkışlayan Demirtaş’ı, marjinal solun değerini biçen Bayık’ı, çözümle ilgili Çerçeve Yasa’yı bir sözleşme olarak gören Önder’i kınamaktalar..”
Mahçupyan toptancılığı ve basitliğinin alemet-i farikalarından biri de bu. Temelsiz bir laf at ortaya, herkesi bir torbaya sıkıştır. Şu cümlede bile mesela en azından etrafımdaki Ermeniler tarafından yapıldığına tanık olmadığım bir eylem var. Demirtaş’ın alkışını eleştirmek. Ve madem konu buraya geldi iki çift laf edeyim.
Demirtaş’ın alkışını garipsemedim, yadırgamadım. Tek ve basit bir nedenle: rakiptiler. Yarıştılar ve Erdoğan ve kazandı. Demirtaş’ın rakibini alkışlamasında bence yadırganacak bir şey yok. Mutlu olacak bir şey de olmadığı gibi. Benim açımdan konu bu kadar. Fakat gerek eleştirenler, gerekse Demirtaş’ın açıklamalarında bu alkışa fazla bir anlam yüklenmesini yadırgıyorum. Eleştirenler açısından: 30 yıllık, hayli çileli bir mücadeleden bahsediyoruz. Bunu sonucunda Demirtaş bir Kürt olarak, Cumhuriyet tarihinde ilk kez Cumhurbaşkanlığı için yarıştı ve kaybetti. Bu alkış, bu 30 yıllık mücadelenin uğraklarından biri sadece. Kalkıp da bu yüzden Kürtlerin özgürlük mücadelesine sırt çevirmek herhalde biraz ayıp kaçar. Eleştiri cephesinde konunun bu raddeye varmayacağını tahmin ediyorum, ya da umuyorum diyelim.
Beri yandan bu alkıştan AKP’ye oy veren tabanı da etkileme, onlarla diyalog kurma gibi açılımlar çıkarmaya da gerek yok, bana sorarsanız. Yine o cılız alkışa fazla paye biçiyoruz gibime geliyor. Buradan Kürt siyasi hareketinin oy potansiyeli, geleceği, AKP seçmenlerinden alabileceği oy üzerine büyük tezler çıkarma yanlısı değilim doğrusu.

Fakat bir yandan da üzerinde düşündüğümüzde konunun başka boyutları da ortaya çıkıyor ve tam da bu konuştuğumuz meselelere ışık tutan bir hal alıyor. İlk günden beri üzerinde fazla düşünülmeyen bir ayrıntı daha var mesela. Ve bence bunu o alkışla birlikte de düşünebiliriz. Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbandyan’ın törene gelmesi ve iddialara göre 24 Nisan’da 2015’te Ermenistan’da yapılacak Soykırımın 100. Yılı anma töreni için Erdoğan’a bir davetiye bırakması. Şimdi: düşünecek olursak herhalde Ermenistan için de bu kolay bir hamle değildi. Kalkıp buralara gelmek, törene katılmak. Ama yaptılar. Ve bunu yapmaları Ermenistan’ın tezlerinden, taleplerinden vazgeçişi anlamına gelmeyecek, tahmin edileceği gibi. Pozisyonlarını koruyacaklar, ancak mümkün olanı da zorlamaya devam edecekler. Aynı Kürt siyasi hareketi gibi. Diyesim, HDP adına konuşacak değilim elbette ama Demirtaş’ın alkışından Kürt siyasi hareketinin tezlerinden, taleplerindan vaz geçeceği ya da AKP’ye, devlete muhalefet etmekten cayacağı  anlamını çıkarmıyorum. Olup biten, uzun soluklu bir mücadelede bir muktediri, “otorite”sini azaltmaya çağırmak, devleti hakkaniyetli adil bir mesafeye çekmek, gökyüzünden biraz aşağı “indirmek”tir. Ve bunun için de tek bir mücadele biçim yok. Zaten öyle olsaydı HDP legal alanda siyasi mücadeleye bu kadar önem vermez, her seferinde parlamentoda yer almaya çalışmaz, Cumhurbaşkanlığı seçimine de girmezdi. Ve elbette eğer öyle olsaydı siyasal Kürt hareketi parlamentoya girdi diye sokakta mücadele biter, herkes evine çekilirdi. Ama öyle olmadı. Kürt hareketi yine hakkını sokakta da aradı, herhangi bir protesto gösterisinde ilk biber gazını, ilk tazyikli suyu milletvekilleri yedi.
Özetle, denklem çok basit. Mücadele uzun soluklu ve çok “boyutlu” bir şeydir. Bir düşüncenin, bir hak arama mücadelesinin uzun uğrakları, imkanları ve farklı cepheleri olur. Hiçbir mücadele ilanihaye “ağamsın, paşamsın” demekle kazanılmıyor. Söylemeye bile gerek yok, HDP de bu noktaya sürekli Cumhurbaşkanı alkışlayarak gelmedi. Son olarak şunu hatırlayabiliriz mesela:  müzakere süreci başlamadan önce KCK tutuklamalarının tüm hızıyla sürdüğü günlerde AKP yanlısı basın ve AKP ideologları “İktidar, Kürt siyasetinin önünü açıyor” derken, bu operasyonların çözüme hizmet etmediğini söyleyen, yanlış hatırlamıyorsam, solculardı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder