Perşembe

Reyhanlı dersleri..


(agos, 17 mayıs 2013)

Geçtiğimiz Cumartesi günü meydana gelen ve 51 kişinin hayatını kaybettiği Reyhanlı saldırısı, içinde yaşadığımız toplumsal atmosfer ve iktidar-medya ilişkisi açısından hayli ilginç ve tatsız göstergeler barındıyor. Zaman kaybetmeden konuya girelim.
Öncelikle bilhassa saldırı günü ve sonrasında olaya verilen tepkiler, “siyaset” yapan, “analiz” yapan, “strateji” çizen çevrelerin artık ne kadar soğuk ve hesapçı bir hale geldiğini gösterdi. Saldırının hemen sonrasında, daha dumanlar tüterken AKP bloku ve AKP karşıtı blok bu saldırıdan kendi tezlerini ispatlamaya yarayacak bir sonuç çıkarma peşindeydiler. AKP karşıtı blok “İşte Hükümet’in Suriye politikasının iflası” “Böyle olacağı belliydi” argümanını ortaya atarken AKP bloku da “Esad’ın ne kadar acımasız olduğu bir daha ortaya çıktı, siz hala Esad’ı desteklemeye devam edin” havasındaydı.
Bu atmosfer ertesi gün de sürdü. Ağırlıklı analizler Ortadoğu’ya girilirse böyle olacağı, hesapsız Suriye politikasının işte böyle sonuçlar vereceği, bu kadar mültecinin Türkiye’de ne aradığı ile, Türkiye’nin bu meseleye karışmaktan başka şansı olmadığı,  olup bitenleri yeni dış politikanın bir bedeli olarak saymak gerektiği, Esad bütün o işleri yaparken Türkiye’nin sessiz kalamayacağı arasında dolandı durdu.  Saflar öylesine keskin biçimde ayrılmıştı ve genel manada AKP yanlısı olmak ya da karşıtı olmak bu meseleye de öylesine damga vurmuştu ki, Reyhanlı’da ne olup bittiğine kimse dönüp bakmıyordu neredeyse.
Bu saflaşmanın, ta Özal döneminden beri süren bir geleneğin devamı sayılabilecek “Türkiye bölgesinde olup bitenlere sessiz kalamaz” cephesi ile “Bize ne Suriye’de olup bitenlerden” cephesi arasında sıkışması açıkçası ayrı bir talihsizlik. Türkiye’nin, bilhassa da solun bu iki kör cephe haricinde bir politika geliştiremediğini de can sıkıntısı içinde müşahade edebiliyoruz.
Hükümet’in performansı ise, açıkçası problemlerle dolu. Saldırıdan az sonra failler tespit edilmişti bile. Birkaç saat sonra ise zanlılar çoktan  gözaltına alınmıştı. Şüphe yoktu,  saldırıyı Esad yönetimi düzenlemişti. Elde kamera görüntüleri, itiraflar vardı. Meseleyi bu kadar hızlı çözen bir teşkilatın saldırıyı neden önleyemediği bir soru işaretidir. Açıkçası şunu söylemek mecburiyetindeyiz. Hükümet’in  Reyhanlı’yı –bilerek ya da bilmeyerek-başıboş bıraktığı ortadadır.  Beşar Esad yönetiminin Türkiye’yi karıştıracak eylemler peşinde olduğu yönünde toplumu sürekli uyaran bir Hükümet’in ilk hedef halindeki bir ilçeyi böylesine kontrolsüz bırakması skandal boyutunda bir ihmal. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun devreye girmesi ve  Erdoğan’ın MİT-Emniyet arasında bir kopukluk olduğuna işaret etmesi, bu ihmalin artık gizlenemez boyutta olduğunu gösteriyor.
Hükümet’in saldırı günü RTÜK eliyle içeriği kapsamı anlaşılmayan bir yayın yasağı peşinde koşması da ayrı bir meseledir. Zaten Hükümet’in çizdiği çerçevenin dışına pek de fazla çıkamayan televizyonlar bir de böylesine karmaşık bir bir yayın yasağı kararıyla karşılaşınca olay günü ne yapacaklarını bilmez hale gelmişlerdir. Anlaşılan, Reyhanlı’da AKP’ye yönelik sert bir tepki geliştiğini gören Hükümet, böylesi bir yayın yasağı ile ilçeden –hasbelkader- yapılacak yayınların önüne geçmek istemiştir. Bu da işin doğrusu ayrı bir skandaldır.

İkisi bir arada: nasıl olabiliyor?


(agos, 10 mayıs 2013)

Epeydir farklı alanlarda süren ‘ceberut devlet uygulamaları’ son bir haftada, artık iyice elle tutulur, gözle görülür hale geldi. Taksim civarındaki her toplantıya gaz bombası ile saldırıyor polis. Hükümet/devlet, muhalif gruplar hakkında, aynı 12 Eylül darbecilerinin kullandığı dili kullanıyor. Son olarak, Çağlayan Adliyesi’nin önünde basın açıklaması yapmanın da yasaklandığını öğrendik. Polis, elinde gaz bombası tüpüyle nöbet bekliyormuş, açıklama yapılmasın diye. Açıklama yapan bir gruba da müdahale edildiğini ve grubun Adliye sınırları dışına çıkarıldığını öğrendik. Kritik bir merhaledir.
Öte yandan, çözüm süreci de tam gaz ilerliyor, CHP ve MHP’nin konuya bakışının yanında, elbette, AKP makulü temsil ediyor; Akil İnsanlar gittikleri yerlerde kimi zaman protestolarla karşılaşsa da, görev tanımları tartışılsa da, kimi yerlerde AKP örgütünün dahi kafalarında soru işaretleri olduğunu gözlemleseler de, süreç yürüyor. PKK Çarşamba günü çekilmeye başladı, siyasal Kürt hareketinin ‘süreç’ten önemli bir şikâyeti yok. Burada işler –en azından görüntü itibariyle– yolunda gibi.
Soru şu: Peki, bu ikisi bir arada nasıl oluyor? ‘Barış mı, demokrasi mi?’ sorusunun anlamsız olduğu defalarca zikredildi, ben de öyle düşünüyorum ama şu yukarıdaki tabloyu, bir adım geriye çekilip değerlendirmek ve bu soruyu sormak zorundayız, eğer “Boşver abi, işler yürüyor işte bir şekilde” rahatlığında değilsek.
Şu notu baştan düşmek isterim: “İşte AKP’nin gerçek yüzü yine ortaya çıktı, dolayısıyla bu barış işi de bir aldatmaca” gibi bir kinaye peşinde değilim; tabloya bakıp, barış sürecinin bir balon olduğu sonucunu çıkarmıyorum. Bir de bunun tersi var, biliyorsunuz: “Barış yürüyor, AKP her sorunu çözüyor, bu ceberut devlet görüntüsü bir aldatmaca, AKP sağ bir parti olduğu için gösterilere böyle bakıyor ama sonuçta zaten demokrasiye yürüyoruz, er ya da geç...” Tahmin edersiniz ki bu noktada hiç değilim. Bu tutumları şunun için saydım: Bir kesime göre, ceberut devlet sabit, çözüm süreci yalandır. Bir kesime göre ise çözüm ve AKP’nin reformculuğu sabit, ceberut devlet yalandır. Diyeceğim şu: İkisi de gerçek. O da gerçek, bu da. Ama nasıl bir gerçek? Tekrar yakınlaşıp, tabloya yakından bakmayı öneriyorum.
Çözüm süreci: daha önce de defalarca yazdım. AKP’nin gelecek dönem için çizdiği Türkiye profilinde ekonomik açıdan sıçrama yapmış bir ülke var. Mevcut ekonomik yapının daha fazla süremeyeceğini Erdoğan bence gayet iyi biliyor. Kısa süreli sermaye akışına dayalı bu sistemin kırılganlığı ortada ve en küçük bir krizde, bilhassa büyük şehirlerinde kredi/kredi kartı borcuyla yaşanan bir ülke haline gelen Türkiye’de kritik sarsıntılar yaşanabilir. Bu aslında bir nevi birbirine mecbur iki sistem, bir döngü haline geldi. Toplum borçlu olduğu için siyasette istikrara göz yumarken; “siyasi istikrar” da –cari açığı fırlatmamak kaydıyla- asgari bir büyüme için bu sisteme göz yumuyor, hatta zaman zaman frenlemeye çalışıyor. Ancak zincir koparsa neler olacağını kimse öngöremiyor. Beri yandan 2012 son çeyrek büyümenin düşük geldiğini, sanayi üretim verilerine bakılırsa 2013 ilk çeyreğin de pek yolunda gitmediğini söyleyebiliriz. Altını çiziyorum: sadece bu yüzden değil. Ama şu gözardı edilemez. Kürt Sorunu’nu çözmek AKP’yi birçok açıdan ferahlatacaktır. Savunmaya ayrılan pay azalacak, yeni (bilhassa bölgeye yönelik) yatırımların önü açılacak, yeni bir tüketim ve üretim modeline geçilecek, yeni/bölgesel (bilhassa Kuzey Irak’ta) enerji kaynakları ile buluşulacaktır. En önemlisi yeni bir not artışı ile Türkiye resmi olarak da yatırım yapılabilir ülke haline gelecek, dolayısıyla yeni ve daha güvenli fonların akışı sağlanacaktır.

Derin devletle değil, otoriter kapitalizmle


(agos/radikal 2 mayıs 2013)

Mevzu malum; 1 Mayıs gelip çatınca sendikalar yine Taksim’i istedi, hükümet ise meydanı vermedi, kazıları gerekçe göstererek. Öncesinde Başbakan Erdoğan Taksim’le ilgili hayallerini açıklamıştı zaten. Evet, o topçu kışlası yeniden inşa edilecekti ve şüpheler doğruydu; kışlanın içinde AVM ya da rezidans (bildiğin lüks daire) olacaktı, Taksim Meydanı’nın göbeğinde. Bu sözleri okuyunca geçen yıl kasım ayında meydanda inşaat yeni başlamışken Agos’ta yazdığım yazıyı hatırladım. Şöyle demiştim yazının sonunda:
“Taksim’ı yalnız başına düşünmeyelim. AKP tüm İstanbul’u baştan tasarlıyor. Kent merkezinde kalan ama artık sermayenin giremediği semtleri (Tarlabaşı vs) yıkıyor, yeniden inşa ediyor. Ancak bu yeniden inşa sonrasında değerlenecek ve sermayenin şimdiden gözünü diktiği evlere, eski sakinlerinin tekrar sahip olması zor olacak. Dolayısıyla bölge el değiştirecek. Böyle bir bölgeye, sürekli miting yapılan, kentin o karmaşık yapısının aslında yansıması olan bir Taksim Meydanı eşlik edemezdi herhalde. Meydan düzleniyor, steril hale getiriliyor, yayalaşma adı altında insandan arındırılıyor, Kışla adı altında (muhtemelen) bir alışveriş merkezi inşa ediliyor ve yeni sermayenin beğenisine sunuluyor. Olan budur.” (‘Muhafazakâr kapitalizmin Taksim hamlesi’, Agos, 23 Kasım 2012)
Senaryo üç aşağı beş yukarı buna uygun gidiyor. Evet, muhtemelen, şu gün daha ağırlıklı olarak tartışılan konu, ‘Sendikaların 1 Mayıs ısrarı doğru muydu, değil miydi?’ olacaktır. Fakat burada asıl ısrarcı olan, belli ki hükümet. Evet, sendikaların Taksim ısrarı var; 30’u aşkın kişi can verdi orada, o zamanki derin devletin de katkılarıyla böyle bir dram yaşandı. Büyük oranda bu yüzden ve sonraki yıllarda gelişen, devletin “Vermeyiz” taassubu yüzünden, var bir Taksim ısrarı. Asıl mesele şu: Hükümet niye bu kadar ısrarlı? İnşaat yeterli bir mazeret değil. Sendikalar ve örgütlerle birlikte yapılacak iyi bir planlama ile bu sorun aşılabilirdi. Öyle yapılmadı. Muhtemelen uzun vadede Taksim Meydanı’nı ‘muhalif’ gösterilerden arındırmayı amaçlayan AKP, hem inşaatı, hem de sol gruplar ve sendikaların ısrarını bulunmaz bir fırsat olarak gördü ve kullanmaya karar verdi. Muhtemelen, Çarşamba günü olanlardan sonra bu konuda kendine yeni bir meşruiyet zemini bulduğunu düşünecektir. Bu tablo içinde, mesela, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in 1 Mayıs’ta yaşananların ardından sonra söylediği sözler hayli açıklayıcı:
“Eski meydanlar şehrin tam merkezinde kalmış. Gelişen duruma göre milletin daha az rahatsız olduğu, miting yapanların daha rahat edecekleri bir ortam teklif ediliyor. Anadolu yakasında bir miting alanımız olsun, Avrupa yakasında derli toplu bir alan yapılsın. Her zaman hayatını kaybeden emekçilerin anılması için kimse Taksim’i kapatamaz. Sembol anlamında ayrı bir özelliği var Taksim’in.”
Belli ki Taksim’de sembolik anmalara izin vermeyi, ama artık büyük gösteriler için başka alanlar göstermeyi düşünüyor hükümet. İnşaat biraz işin bahanesi yani. Dolayısıyla bunu yine o AVM inşaatıyla, kentsel dönüşümle birlikte düşünmek kaçınılmaz. Sadece kenti değil, kent sakinlerini de değiştiren, parçalayan, öteye atan, bölgeleri eski sakinlerinden alan, bunun yolunu açmak için gerekirse adı konmamış bir sokağa çıkma yasağı ilan edebilen, meydanları bu yolla sterilleştirmek, muhalif sesleri bu yolla kriminalize etmek isteyen bir zihniyet bu. Otorite bunu 1980 öncesinde –yukarıda belirttiğim gibi– derin devletle, ve elbette sol içi kavgalardan da faydalanarak yapardı. Otoriteyi devralan AKP ise bunu muhafazakâr, otoriter bir kapitalizmle yapıyor.

Cuma

"Helalleşme" kavramı üzerine


(agos, 26 nisan 2013)

Taraf gazetesi bir görüş dizisi başlattı. Dizinin ana ekseni devletin artık inkârı bırakması ve Ermenilerle helalleşilmesi. Bu çerçevede çok sayıda kesimden kısa görüşler alıyorlar. Benden de bir paragraflık bir görüş istediler, gönderdim. Ama yazar yazmaz, böyle bir konunun bir paragrafa sığamayacağını fark ettim – bir makaleye de sığmaz ya... Gazetenin merkezine aldığı kavram ‘helalleşme’. “Taraf, 98. yıldönümünde Ermenilerin yaşadığı felaketle yüzleşmek ve helalleşmek için atılması gereken adımları sordu” cümlesiyle başlıyor dizi. Tanıtım metninde “Tehcir felaketinin 98. yıldönümünü idrak ediyoruz”, “soykırımdı, değildi batağına saplanmadan”, “Yüzleşme ve helalleşme sürecinde 1915 ile geçmişin tüm kırmızı çizgilerini terk ederek ilişki kurmak ve yeni bir ahlakı kurmak da biz tüm Türkiyelilere düşüyor. Bunun için Ermenilere ‘Hakkını helal et’ diyerek yola koyulmak belki de en iyi başlangıç olur” gibi ifadeler de var.
Kürt sorununda çözüm sürecine girilmesinin ve hükümetin bu konuda kararlı görünmesinin bir iyimserlik dalgası yarattığı ortada. Akil İnsanlar heyetinin temaslarını izleyen gazeteciler, AKP tabanının dahi soru işaretleriyle dolu olduğunu, klasik muhafazakâr oy depoları olarak görülen Batı Karadeniz gibi bölgelerde AKP’ye gerçek dinamizmini veren orta boy mutaassıp burjuvazinin resmi olarak sürece destek vermekle birlikte kimi şüpheler barındırdığını gözlemliyor olsa da, merkezi otoritenin resmi görüşü bir kenara bırakarak kararlı bir çözüm arayışına girdiği belli. Sanıyorum, 1915 konusunda da iyimser soru işaretleri oluşmasına, “Acaba?” denmesine yol açan da bütün bu olup bitenler. Sürecin ‘tartışılmaz iyiliği’ nedeniyle pürüzlerin ve çapakların görmezden gelinmesi ve –sürecin hayrına– bu pürüz ve çapaklara dikkat çekebileceklerin bile her cephede susması, 1915 meselesinde de “olur mu olur” fikrinin doğmasına yol açmış olabilir. Ama biz şimdi şu ‘helalleşme’ meselesine bir bakalım.
Doğrusunu isterseniz, ‘helalleşme’nin böyle bir meselede doğru bir yaklaşım ve kavram olduğunu düşünmüyorum. 1915’te, öncesinde ve sonrasında yaşananlar, bunun çok ötesinde ve çok daha derin meseleler barındıran bir süreçtir. Bütün bu süreç boyunca ülkenin yerleşik bir halkı bu topraklardan sürülmüş, öldürülmüş ve mallarına el konmuştur. Büyük çaplı bir etnik temizlik ve mülk transferinden bahsediyoruz. Bununla da yetinilmemiş, devlet bütün bu meseleden Ermenileri sorumlu tutan bir resmi görüş geliştirmiş ve ‘çoğunluk’ da bu görüşü uzun bir süre hevesle benimsemiştir. “Soykırım olmuştur” demek bile ciddi hukuki soruşturmalara yol açmış, bunu dile getirenler vatan haini olarak yaftalanmış, haklarında takibat başlatılmıştır.
Mevcut durumda gelebildiğimiz nokta, gazetelerde, dergilerde “Soykırımdır” demenin görece mümkün olması. Ama devletin de bir şekilde içinde olduğu bir organizasyonun, bunun için (sadece bunun için değil, yukarıda özetlemeye çalıştığım tablonun bir sonucu olarak) Hrant Dink’i aramızdan aldığını da aklımızda tutalım. Keza Sevag Balıkçı’nın da yine bir 24 Nisan günü karanlık bir şekilde öldürüldüğünü unutmayalım. Böyle bir tabloda otoritenin “Tamam, oldu, kabul ediyoruz, hakkını helal et” demesi, meseleyi pek çözecek gibi durmuyor.
Öncelikle, ‘helalleşme’, yaklaşım olarak ‘özür’ün neredeyse tam tersini imler. Özür, hepimizin çok iyi bildiği üzere, failin ne yaptığını anlaması, kabul etmesi, bunu itiraf etmesi ve affedilmek istemesine dayanır. Fail, burada özür dileyerek, ‘üstün’, hakir gören konumundan aşağı inmeyi, kurbanın, mağdurun önünde mecazi manada (kimi durumlarda da gerçekten) diz çökmeyi kabul etmiş olmaktadır. ‘Özür’ bu yüzden önemlidir. ‘Özür’ kelimesine bu yüzden bu kadar büyük bir anlam yüklüyoruz (AKP’nin İsrail’e karşı Mavi Marmara meselesinde ‘özür’ için ne kadar ısrarlı olduğunu hatırlayalım).