Cumartesi

Öyle utanıyoruz ki..


(agos, 20 temmuz 2012)

Unutturdular  resmen Uludere’yi. Evet biliyorum unutmayanlar var elbette, biz, siz, kimilerimiz hala yatıp kalkıp “Uludere” diyoruz, bazılarımız kalkıp oraya gidiyor, acılara ortak olmaya, o kapanmaz yaralara elinden geldiğince şifa vermeye çalışıyor ama, görünen şu: Üstüne yattılar. “İstihbarat şuradan geldi”, “yok hayır buradan geldi” “nereden geldiğini araştırıyoruz” dediler. “Ölenler zaten kaçakçıydı canım” dediler. Bir araba laf ettiler. Onu suçladılar, bunu suçladılar. Bir tek kendilerini suçlamadılar. Soruşturma yürüyor dediler. Her şey ortaya çıkacak dediler. 7 ay oldu. Bir arpa boyu bile yol gidemedik. İşi boğuntuya getirdiler resmen. Özür bile dilemediler. Özür dilememek için kırk takla attılar. İnatlaştılar. Delicesine, bir şeyi –neyse artık o şey-  ispatlarcasına inatlaştılar. Dediklerini de yaptılar. Özür dilemediler. Birbirlerini korudular, kolladılar. Ne TSK’dan, ne oradan, ne buradan hiçbir yerden kelle vermediler. Muhtemelen birbirlerini tebrik ediyorlardır. “Firesiz atlattık” diyorlardır. “Olan oldu, artık önümüze bakalım” diyorlardır. Ne diyelim? Tebrik mi edelim?
Şu yukarıda  tarif etmeye çalıştığım tavır o kadar çok şey anlatıyor ki. Bir iktidar nasıl taşlaşabilir, nasıl hissizleşebilir ve en önemlisi bazı acılara, bazılarının acılarına nasıl sırtını dönebilir. Çok şey anlatıyor. Ölenler Kürtlerdi. TSK uçaklarının bombardımanıyla öldüler. Uçaklar bir kere bombalamış. Sonra ikinci bir bombardıman daha başlamış. Rastgele atılmış bir bombadan bahsetmiyoruz. Görüntüleri izleyenlerin anlattıkları var. O çocukların nasıl korktukları, ilk bombardımandan sonra nasıl biraraya gelip büzüştükleri. Uydudan görünüyormuş bütün bunlar. Kaçakçı oldukları ayan beyan anlaşılıyormuş. Ama buna rağmen ısrarla bombalanmışlar işte. Olaydan sonra bölgeye ambulansların gitmesine engel olunmuş. Bombardımandan sağ kurtulanlar bu sefer de donarak ölmüşler. Aileler yakınlarının parçalanmış cesetlerini kendileri bulup almışlar getirmişler. İstihbaratı kimin verdiği bilinmiyormuş. “Bombalayın” talimatını da. Araştırılıyormuş daha. Devletten yapılan açıklamalar dışındaki açıklamalara itibar etmemeliymişiz. Sabırlı olacakmışız. Her şey er ya da geç ortaya çıkacakmış.
Biz, bu topraklarda yaşayanlar biliyoruz ki böyle bir şey sadece Kürtler’in başına gelebilirdi. (Bir de başka  bir halkın daha başına gelebilirdi, ama zaten kat be kat geldi ve artık onlar oralarda yoklar.) Devletin bu topraklarda başka bir halkı böylesine bomba yağmuruna tutması mümkün değildir, açık konuşalım. Denecektir ki “E canım orası terör bölgesi”. Nasıl da rahatlatıyor, değil mi, vicdanları. Terör bölgesi orası. O  yüzden, olabilir yani böyle şeyler. Devlete, devleti devralanlara, çoğunluğa sinen o ırkçılık, ayrımcılık, nasıl da kendini belli ediyor. Neredeyse 100 yıldır hiç sönmeyen bir ateş var o bölgede. Kırımlar, katliamlar, isyanlar, sürgünler coğrafyası orası. Hükümette kim olursa olsun, hiç değişmeyen bir biçimde devletin, merkezi otoritenin orada yaşayanları ikinci sınıf vatandaş gördüğü, hatta vatandaş bile görmediği,  dışladığı, bastırdığı, önderlerini sürgün ettiği, katlettiği, çıkan isyanları misliyle bastırdığı, halka nefes aldırmadığı bir coğrafya orası. Çözüm isteyen devlet görevlilerini yine devletin kendi elleriyle öldürdüğü, üstünü kapattığı, “teröristler öldürdü” dediği bir coğrafya orası. Rakel Dink’in Uludere’ye gittikten sonra dediği gibi: “Ey Cudi, görkemli dağ, kaçıncı tanıklığındır bu gördüğün, kaçıncı ölüm sessizliğidir bu yaşadığın, kaçıncı insansız kalışındır?” Terör bölgesi, öyle mi?

Kaçıncı hakikaten? Kaçıncı kez tanık oluyor Cudi dağı hor görülmeye, insanların o topraklardan kazınmasına, “merkez” tarafından adam yerine konmamaya? Uludereliler gördüler ki, “devletin ceberrutluğuyla” kavga eder gibi görünenler, bir dönemin anlı şanlı komutanlarını hapse gönderenler bile, gelip yine başlarına bomba yağdırdılar, sonra da dönüp yüzlerine bile bakmadılar. Üstelik “din kardeşiyiz” demişlerdi. Anladılar ki, kardeş mardeş değillermiş. Üvey kardeş bile değillermiş. Sınırda yaşayan Kürt kaçakçı isen, aynı eskiden olduğu gibi vatandaştan sayılmamaktaymışsın. Değişen hiçbir şey yokmuş. Devletin, merkezin, çoğunluğun kibri hiç değişmemiş. “Al şu parayı da sus” bakışı hiç değişmemiş. Açıkça söylemeye, gördüğümüzü tarif etmeye utanıyoruz. Kibarlığımızdan, efendiliğimizden böyle konuşuyoruz ama şunu artık açık seçik görüyoruz. Bu ülkede bazılarının hayatları da ölümleri de, daha kıymetsiz işte. Anlıyoruz. Ki zaten hep biliyorduk. 100 yıldır hep biliyorduk. Ama işte en az bunun kadar kanatan, hükümette kim olursa olsun, her ne hikmetse iktidarın hep o hor gören, yalan söylemeyi, meseleyi boğuntuya getirmeyi göze alan tavrıdır. Hep, o bir kez daha öldüren tavrıdır.
Öyle utanıyoruz ki. Onlar adına utanıyoruz, kendi adımıza utanıyoruz. Denecektir ki, siz niye utanıyorsunuz, onlar utansın. Nasıl tarif etmeli bilmem ki. Hani ceberrut, münasebetsiz bir babanız vardır. Üvey çocuklardan birine hep fazladan kötü davranır. Adam yerine koymaz, hor görür. Siz de üvey çocuksunuzdur zaten, zamanında çok zulüm görmüşsünüzdür. Ama işte o hor görmeye tanık oldukça, daha doğrusu tanık olduğunuz için, siz utanırsınız. Bir de o üvey kardeşin evi terketmeme, bütün bunlara rağmen yeni bir hukukla birarada yaşama iradesine tanık oldukça, yine utanırsınız. Baba ve yardakçıları bütün bu olup bitenlerden zerre utanmadığı için, bir kez daha utanırsınız. İçişleri Bakanı kalkıp da o halkın milletvekillerine “zavallılar” dediğinde mesela, yine utanırsınız. O yüzden utanıyoruz. Utanıyoruz ama şunu soracağız elbette, yatıp kalkıp: Uludere soruşturması ne oldu?

1 yorum: