Cuma

Sel gider, zihniyet yağ gibi üste çıkar..



(agos, 18 eylül 2009)

Not almamışım. Ama hikayenin ana hatları aklımda, bizim buradan  bir köşe yazarı yazmıştı, o köşe yazarının nezaketine sığınayım. Bir tarihte ABD'de bir gazeteci, devlette önemli mevkilerde bulunmuş ve belki de bulunmakta olan  mühim bir zata sorar. Der ki "O kadar haber, skandal çıkarıyoruz ortaya, ve birçok off the record bilgi dinliyoruz. Olup bitenin ne kadarını biliyoruz biz, gazeteciler olarak?" O mühim zatın cevabı çarpıcıdır: "Yüzde 5 kadarını.." Hikayenin aklımda kalanı böyle. Nereden aklıma geldi derseniz.. Okur olarak o kadar imar yolsuzluğu ve usulsüzlüğü haberi okuyoruz. Sizce İstanbul'da ve Ege Akdeniz kıyılarında imar alanında olup bitenlerin ne kadarını biliyoruzdur?
Geçen hafta Hasankeyf ve 3. köprü vesilesiyle kapitalizmin kentle ve çevreyle kurduğu ilişki bahsinde biraz gezinmiştik. Ve tam da yazıyı bitirdiğim sıralarda Trakya ve İstanbul'da 30'un üzerinde cana mal olan sel "skandalı" patlak vermişti. Bu hafta devam edelim demiştim. Zor konu. Şuradan başlayabiliriz: Bu konuda hiçbir partinin eli temiz değildir. Bunu diyerek konuyu şu çerçevede değerlendirmek de istemem doğrusu: işte siyasetçiler sel felaketi üzerinden kayıkçı dövüşü yapıyor, yapmasınlar. Hayır bunun tam tersini savunuyorum. Bu kayıkçı dövüşü olabildiğince sürsün ve biz bu imar meseleleri hakkında öğrenebildiğimiz kadarını öğrenelim. Değil mi ki şu günlerde  CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın yanında yeniden zuhur eden Mehmet Sevigen tam da yerel seçimler öncesinde ismi bir imar usulsüzlüğü ile birlikte anıldığı ve savunması o dönem için Baykal'ı tatmin etmediği için kenara alınıvermişti? Unuttuk. Şunu da bilhassa hatırlatmak isterim: AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin kenara çekilme gerekçesi neydi, yine yerel seçimler öncesinde? Evet isminin yine bir imar usulsüzlüğüne karışmış olması ve savunmasının Başbakan Erdoğan'ı tatmin etmemesi.
CHP ve diğer partiler de tabii ki ayrı ve önemli bir kategori ama AKP'nin hakkını teslim etmeliyiz. İstanbul'un hakkını verdiler. Sadece dere yataklarında olup bitenlere ilgisizliklerinden  daha doğrusu buraları kıymetli bir meta olarak görmelerinden bahsetmiyorum. Herhalde farkındasınız, bir köşede yıllardır şu proje ususul usul yürüyor: "değerli" bölgelerdeki okulları İstanbul dışına taşıyıp, o okullardan -evet bildiniz- otel yaratmak. Ve yine değerli yerlerdeki hastaneleri -mesela Koşuyolu Kalp- şehir dışına taşıyıp bu değerli araziler üzerine -evet yine bildiniz- alışveriş merkezleri, konutlar iş merkezleri inşa etmek. Gözü dönmüş bir parti ve gözü dönmüş bir müteahhit güruhuyla karşı karşıya değil miyiz?
Özledikleri  İstanbul, otobanlardan, plazalardan, iş merkezlerinden, site kentlerden, köprülerden kurulu bir İstanbul'dur. Değerli bütün araziler işi bilenlere verilmelidir.
Ve kusura bakmayın AKP'nin o kadar can kaybından sonra çıkıp "Dere öcünü alır" "Vatandaşlar tedbirsiz davranmışlardır" gibisinden utanç verici açıklamalarını ciddiye alacak değilim. Şu var. Mesele nereye dayanıyor? Asli olarak merkez sağ'ın tali olarak da merkez sağ olsun olmasın siyaset esnafının kentle, kentleşme ile kurduğu ilişkiye. Özetle kapitalizmin ve bize özgü kent-çevre düşmanlığının o kahredici mantığına.

Kenti parsel parsel değerlendirmek isteyen bir mantıktır. Bir karış toprağın bile boşa gitmesini istemez. "Arazi" "değer" "imar" lafları ağızlarından düşmez. Gerekçeleri vatandaşa hizmettir. O yüzden dereler ıslah edilecektir. Ancak nerelerin imara açılacağı , hangi derelerin ne zaman ıslah edileceği, bu ıslah edilen dere arazilerine ne yapılacağı uzun süre bilinemez. Onlar bilir ve onların yakınındakiler. Ve eğer bir arazi değerlenmişse oraya mutlaka bir beton heyula dikilmelidir. Mesela bir beton denizi içindeki İETT garajının arazisi satılır ama oraya Levent civarının tek büyük parkı olabilecek bir alan yapmak akıllara gelmez. Gayrimenkulculerle, büyük yatırım gruplarıyla hemen bir gökdelen planlanır. İstanbul zaten yatırımcıların gözdesidir. Finans merkezi olacaktır. İstanbul'un global yatırım planlarından daha fazla pay alması gerekmektedir, çağın şartı budur. Buna itiraz eden, mesela İETT arazisine bölgenin 500'üncü gökdeleninin yapılmasına karşı çıkan, dava açan mimarlar mühendisler ise bozguncudur. Bu mimar ve mühendisler hemen belediye çalışanlarına şikayet edilir. "Dava açtılar, yatırımcı vazgeçiyor, para gelmiyor biz de sizin maaşlarınızı veremiyoruz" diye. 3. köprü için gösterime konan film ise ayrıca anlamlı. Güzergahın tam olarak neresi olacağı uzun süre açıklanmadı ancak AKP'ye yakın insanların  güzergahtan haberdar olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. Tam da bu dönemde CHP İstanbul İl Örgütü güzergahı açıklayıverdi. Tam bir gün sonra Topbaş "Evet güzergah doğrudur" demek zorunda kaldı. İtirazlara, "Ormanlara yazık olacak" görüşlerine kulak asılmadı. Son durum ise şöyle: Erdoğan ("patron") güzergahın hala belli olmadığını söyledi,  hatta helikoptere binip  yeni güzergah saptadı havadan. Kartlar yeniden mi dağıtılacak dersiniz? Velhasıl, AKP belediyeciliğinin Dalan belediyeciliğinden farkı yoktur. Hatta daha bile ileridedir. Zira global kapitalizme daha fazla entegre olmuş durumdayız, "yatırım planlarını" ona göre yapmamız daha doğru değil mi? Pardon ama şu dil, gerçekten de değme yatırım bankacısının dili değil mi? İnsan bunun neresinde var? Gözünü imar ve değerli arazi bürümüş bir kadro ile karşı karşıyayız yıllardır. İnanın Topbaş ve ekibi ne zaman ağzını açıp "arazi" "imar" "değer" "kent" "kentsel dönüşüm" derse tüylerim diken diken oluyor. Göz göre göre gelen sel öncesinde hiçbir hazırlık yapmayıp işçileri, çocukları sel sularına bırakmalarına ise ne diyebilirim ki? Dilim varmıyor. Ve acaba ilahi bir tesadüf müdür, Hasankeyf'i sular altında bırakma  planlarına son şekil verilirken İstanbul'un sular altında kalması?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder