Pazartesi

1071 nesli ve Mustafa Kemal’in yurttaşları..


(agos, 21 aralık 2012)

Yine bereketli bir hafta geçirdik, Türkiye’deki iki büyük kampın topluma bakış tasarımları açısından. Öncelikle: Erdoğan’ın 1071 vizyonu tekrar sahneye çıktı. Üstelik daha pratik bir vizyon kazandı: evlenmek suretiyle. Çoğalın dedi gençlere Erdoğan:
“İnşallah tarihimizin, o Anadolu yürüyüşünün başladığı andan bugüne ve 2071’e yani 1000. yıl dönümüne Allah’ın izniyle o zaman Türkiye işte Selçuklu’daki, Osmanlı’daki o ulaştığı dereceye yeniden ulaşacak. Gelişmiş ülkeler küresel finans krizini ağır şekilde yaşarken biz Türkiye olarak istikrarlı şekilde yürümeye devam ediyoruz. Bizler 2071’i göremeyebiliriz. Gençler sizlere sesleniyorum, özellikle de bekar olanlarınıza sesleniyorum. Evleneceksiniz, inşallah 1071’in neslini siz yetiştireceksiniz..”
1071 vizyonu ilk ortaya atıldığında bu sütunlarda şöyle demiştim: “Bu stratejide Anadolu’nun diğer kadim halklarına ve onların kültürlerine, dinlerine yer yoktur. Açık konuşalım, Ermeniler’e yer yoktur.(...) Sadece Kürt sorunu bahsinde değil, 2015’e doğru da AKP’nin vizyonu, fetih/ işgal atmosferini canlı tutmak, kadim halkların haklarına, mirasına, kültürüne yer vermemek, onları bu toprakların eşit birer vatandaşı değil, bir sığıntı saymaktır.”
Bu mantık aynen devam  ediyor, bunu görüyoruz. Üstelik altı kalınca çizilerek, “Türkiye Selçuklu’daki Osmanlı’daki dereceye yeniden ulaşacak” denilerek devam ediyor. Çevresine, komşusuna böyle bakan, Selçuklu’nun, Osmanlı’nın egemen, hakim pozisyonundan bakan bir nesil yetiştirme amacıyla devam ediyor. Böyle yetişecek bir neslin Alevilerle, Kürtlerle, Ermenilerle, Süryanilerle barış, kardeşlik ve en önemlisi “eşitlik” içinde yaşamasını bekleyebilir miyiz? Ve elbette ki AKP’nin gelecek vizyonu buysa, bugünkü vizyonu nedir dersiniz? Bu sözler AKP’nin bugüne dair vizyonunu da açık seçik ortaya koymuyor mu? “Bunlar popülist nutuklardır, ciddiye almamak gerekir” diyenler çıkacaktır muhtemelen. Pek öyle değil. Bu bakış açısı, Türkiye’deki Türk/Sünni çoğunluğun, yakın tarihte azınlıklara, diğer etnik mezhepsel gruplara yapılanlarla yüzleşeceği bir bakış açısı değildir. Tam tersine bu yapılanları, çoğunluğun ezici gücüyle, gür sesiyle boğmak, unutturmak isteyen, önemsemeyen, bu yapılanlarla yüzleşmek bir yana, meşrulaştıran, hak gören bir bakış açısıdır.
İlginç bir çıkış da CHP’den geldi. Biliyorsunuz birçok toplumsal gösteride CHP’liler “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı atmaktalar. Hayli militer ve bu sefer de Kemalizmin ve Türkiye’nin klasik baskıcı/boğucu resmi görüşünün yeniden üretilmesini doğuran bir slogandı bu. Bu durumdan CHP yönetimi bile rahatsız olmuş olacak ki, parti içinden gelen bir öneri dikkate alındı ve bundan sonra gösterilerde “Mustafa Kemal’in yurttaşlarıyız” denilmesi gündemde. Hatta bunun için atkılar filan üretilmiş. CHP, aklınca böylece sivilleşmiş oluyor.  Bu da geçmişte yaşamanın pozitivist versiyonu oluyor diyebiliriz. Şöyle ki: AKP’nin temsil ettiği dindar muhafazakar cephe nasıl ki, Selçuklu, Osmanlı altın çağıyla, -ki sahte, mamul bir altın çağdır bu, her “altın çağ” gibi- hayali bir tasarım sunuyor, işin aslı orada yaşıyorsa, kendini pozitivizmin-modernizmin-ilericiliğin temsilcisi olarak gören/sunan CHP de aynı şekilde bir başka altın çağa gönderme yapıyor, o tasarımla tabanını diri tutmayı düşünüyor ve yine işin aslı orada yaşıyor.

Selek, Encü, Tosun... Ya da insan hakları karnemiz..


(agos, 14 aralık 2012)

-1 Ocak - 30 Eylül 2012 tarihleri arasında çıkan çatışmalarda, 185 asker, polis ve korucu, 224 PKK militanı ve 16 sivil olmak üzere 425 kişi yaşamını yitirmiştir.
-Kara mayınlarının patlaması sonucu 16 kişi yaşamını yitirirken, 37 kişi yaralanmıştır. Meskun mahalde patlatılan bombalar sonucunda 14 kişi yaşamını yitirmiş, 15'i güvenlik görevlisi, 91'i sivil olmak üzere 106 kişi yaralanmıştır.
-Yargısız infaz, dur ihtarı ve rastgele ateş açma sonucu 35 kişi yaşamını yitirmiştir. Aynı dönemde 19 faili meçhul cinayet işlenmiş, cezaevlerinde 13 ü Şanlıurfa Cezaevinde yanarak olmak üzere 69 kişi, gözaltı merkezlerinde ise 9 kişi şüpheli bir biçimde yaşamını yitirmiştir.
-TİHV'e yapılan işkence ve kötü muamele başvuru sayısı 506'dır. İHD'nin verilerine göre ise işkence gördüğünü belirten kişi sayısı 397'dir. Resmi kayıtlı mekânlar dışındaki yerlerde (sokakta, araçlarda, toplantı ve gösterilere müdahale sırasında) işkence ve kötü muamele uygulamalarının sıklığı artmaktadır.
-www.askerhaklari.com sitesinin verilerine göre 44 asker intihar ederken, siteye 62 işkence ve kötü muamele başvurusu yapılmıştır.
-Toplantı ve gösterilerdeki müdahaleler sonucu 4 kişi yaşamını yitirmiş, 555 kişi yaralanmıştır. Ayrıca bu tür müdahaleler sırasında 6.529 kişi gözaltına alınmış, 1.831 kişi tutuklanmıştır.
- 31 Mayıs 2012 itibariyle cezaevlerindeki mahpus sayısı 125.100'dür. Mahpusların 35.432 tutuklu, 89.668 hükmen tutuklu ve hükümlüdür.  Çocuk mahpusların sayısı 2.091'dir.
-İfade özgürlüğü kapsamında 301 kişi hakkında toplam 908 yıl 2 ay 8 gün hapis cezası verilmiştir. 1.088 kişinin ise yıl içinde yargılanması devam etmiştir.
-KCK operasyonlarında 2.194 kişi gözaltına alınırken 912 kişi tutuklanmıştır.
-İHD verilerine göre toplam 216 kadın öldürülmüş, 96 kadın yaralı olarak kurtulmuş ve 519 kadın şiddet, taciz ve tecavüze maruz kalmıştır.
-Nefret cinayetleri sonucu en az 8 trans, 1 gay birey yaşamını yitirmiştir.

Cuma

Dokunulmazlıklar ve AKP


(agos, 7 aralık 2012)

Açlık grevlerinin Öcalan’ın önerisiyle bitmesiyle yaşanan kısa süreli bahar havası çok çabuk berheva oldu ve Erdoğan’ın ısrarla kaldırmak istediği BDP’li vekillerin dokunulmazlığı için “düğmeye” basıldı. Hiç şüphesiz Kürt Sorunu’nun çözümü açısından geriye doğru bir adımdır bu. Süreç eğer nihayete ererse aynı 1994’te olduğu gibi BDP’li milletvekillerinin polis eşliğinde TBMM’den alınmasına ya da buna benzer sahnelere tanık olabiliriz. Ancak şöyle bir mesele var. Bırakın Kürt sorununda adil bir çözüm isteyen, bekleyen kesimi; kendi partisinin bir kısmını bile ikna edememiş durumda. Bölge milletvekillerinden Galip Ensarioğlu dokunulmazlıkların kalkması yönünde oy vermeyeceğini açıkça beyan etti. Kimi gazetelere göre parti içindeki 16 milletvekili dokunulmazlıkların kaldırılmasına taraftar değil. Durum kritik  bir hal almış olmalı ki AKP’nin  salı günkü toplantısının basına kapalı bölümünde konu ele alındı ve sızan haberlere bakılırsa Erdoğan sadece 10 BDP’linin değil, bekleyen dosyaların (yolsuzluk vs) büyük bir bölümünün inceleneceğini söyledi. Çok sayıda dosyadan bahsediyoruz ve sürecin Mart 2013’e uzaması bekleniyor bu durumda. Kürsülerde gayet kararlı konuşan Erdoğan’ın küçük de olsa parti içindeki direnci ya da konunun anayasal mahzurlarını görünce (parti olarak bir başka partinin dokunulmazlığını kaldırma konusundaki ısrar) meseleyi zamana yaymayı tercih ettiğini düşünebilir miyiz? Evet böyle bir izlenim var ancak fezlekelerin seyrini  ve AKP yönetiminin süreci nasıl yönlendireceğini hala tam olarak bilemiyoruz. (Güçler ayrılığı ilkesi açısından hayli pespaye bir durum bu elbette) Yine de tüm bu süreçte Erdoğan’ın söylemi ve mantığı demokratik hayat açısından yine sorunluydu.
Erdoğan Salı günkü toplantının basına açık bölümünde milletvekillerine ve kamuoyuna seslenirken bu dokunulmazlık adımını “millet adına” atacaklarını söyledi: “Dokunulmazlık fezlekeleri önümüze geldiğinde, vicdanımızla hareket edecek, millet adına kararımızı vereceğiz. Bizim kararımızın ardından eğer dokunulmazlık kalkarsa aynı şekilde yargı, vicdanıyla ve millet adına onlar da karar verecektir...” Konuşmanın başka bir bölümünde de “Yeri geldiği zaman haddini, herkese yine bu Parlamento, parlamento dilinde bildirir. Aksi takdirde yaptıkları yanlarına kar kalır” dedi. Millet adına konuşuyor Erdoğan ve had bildiriyor. Ve “onlar” diye birilerinden bahsediyor, ısrarla. Öncelikle “millet adına” hareket etmenin her dönemde ve her durumda mahzurlu olduğunu söylemek lazım. Her ne kadar yüksek oranda oy alsanız da bir siyasi hamleye “millet adına hareket ediyoruz” diye meşruiyet kazandırmaya çalıştığınız anda bilin ki demokrasinin epey uzağında bir yerdesiniz. Çünkü o millet dediğiniz şey aslında kurgusaldır, büyük ölçüde siyasi olarak tasarlanmış ve siyasi hedefler için bir manivela olarak kullanılmıştır çoğu zaman. Ve  elbette ki millet tek bir kişi imiş gibi konuşmaz, yekpare bir bütün değildir, içinde sürüyle farklı eğilim, farklı insan vardır. Ama milleti tek  bir bütün olarak gören, daha doğrusu öyle sunan ve öyle olmaya “zorlayan” otoriter/sağcı siyasi hareketler vardır. Çok kabaca, iki düzeyde görürüz millet adına konuşanları. Cumhuriyeti kuran kadroda gördüğümüz gibi büyük rejim değişikliklerini gerçekleştirdikten sonra toplumu da dönüştürmeye çalışanlarda ve bir de milliyetçi/faşist/totaliter hareketlerde. İlk örnekte denklem bellidir. Devrimi (ya da “inkılabı”)  gerçekleştiren kadro, bunu toplumun her düzeyine yaymak ister, bu yüzden de sarılacakları en büyük argüman “millet adına” konuşmak, onun adına hareket etmektir. Bu yönüyle otoriter bir özelliği vardır. Bilhassa 1925 sonrasındaki Tek parti yönetiminin bu vasfını artık zaten biliyoruz. Keza “Atatürkçü” darbeler de bu argümanı merkeze koymuşlardır her zaman. İkinci örnek için de Türkiye’nin yakın tarihi açısından çok zorlanacağımızı düşünmüyorum. MHP’nin ve büyük ölçüde Milli Görüş hareketinin de başlıca argümanlarından biridir “millet adına” konuşmak, hareket etmek, “millet buna izin vermeyecektir” demek. Toplumu deyim yerindeyse “düzlemek”, tek bir bütün halinde görmek, ve çoğunluğun doğal, doğuştan gelen özellikleri (Müslümanlık, Türklük) üzerinden diğer gruplar üstünde otorite kurmak isteyenlerin başlıca adresidir, millet. Zaten, adı üstünde millet adına konuşuyorsanız, milliyetçi olmanızdan doğal bir şey yoktur.  Böyle durumlarda sorulacak soru şudur: hangi millet adına? Cevabınız “Türk milleti” ise, ya da tek bir “millet” ise siyasal yelpazedeki yerinizi çoktan almışsınız demektir. Hele ki “onlar” diye bahsettiğiniz bir gruba  had bildirme aşamasına da geldiyseniz..

“Ecdadımız” derken?


(agos, 30 kasım 2012)

“Sizin Gazze'de ne  işiniz var  Siz Suriye ile neden ilgileniyorsunuz  Lübnan, Kosova, Irak,  Azerbaycan, Afganistan, Myanmar ve Somali'den size ne diyorlar..Hiç kusura bakmasınlar. Biz 7 milyarlık bu dünyanın içinde yaşıyoruz. Bizim görevimiz nedir, bunu çok iyi biliriz. Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz, her yerle biz de ilgileniriz..”
Bundan sonra malum Muhteşem Yüzyıl dizisi ile ilgili lafları geliyor Başbakan Erdoğan’ın. Onlar da şöyle: “Bunlar televizyon ekranındaki ecdadımızı zannediyorum o 'Muhteşem Yüzyıl' belgeselindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti.” Devamı da malum, kanalın sahibini kınıyor, yargıyı göreve çağırıyor filan. İşin bu kısmı epey konuşuldu bu yüzden ben oralara girmiyorum. Burada bence aynı derecede önemli olan “Ecdad”ın gittiği her yere gitme meselesi ve “Bizim öyle bir ecdadımız yok” lafı.
Şöyle bir senaryo kuralım. Diyelim ki Rusya Devlet başkanı Putin, ya da İtalya’nın eski Başbakanı Berlusconi kalkıp dediler ki, “Ecdadımız at sırtında gittiği her yere gideriz..”  Biri belli ki Rus İmparatorluğu’nun en kudretli zamanlarını kastediyor, biri de de Roma İmparatorluğu’nu. Ne düşünürüz? Bunların hayli milliyetçi adamlar olduklarını, kendilerine yeni bir güç sahası yaşam alanı aradıklarını, bunu için bölgede her türlü istikrarsızlığın içinde olacaklarını, bela arayacaklarını, bir şekilde dizginlenmeleri gerektiğini, değil mi? Öyle düşünürüz. Ama Türkiye ve Osmanlı söz konusu olunca öyle düşünmememiz istenir. Niye? Çünkü Osmanlı gittiği her yere barış götürmüştür, herkes Osmanlı’nın gelişini şenliklerle bayramlarla kutlamıştır, o toprakları bir dizi talihsizlik, öngörüsüzlük ve kumpas neticesinde kaybetmişizdir, Osmanlı zamanında oraları hep barış adası olmuştur, o yüzden Türkiye’nin etrafıyla ilgilenmesinden daha doğal bir şey yoktur. Bize sunulan bu.
Şöyle bir benzetme yapmak isterim tam da burada. Türkiye’de milliyetçilik ve şovenizm bir fil gibi. O kadar büyük, devasa yani. Ve çoğunluk bu file çok yakın duruyor. Öyle yakın duruyor ki, tam dibine girmiş, o yüzden onu göremiyor. O yüzden tam dibinde durulduğu halde kalkıp rahatlıkla  “Türkiye’de şovenizm, sömürgecilik yoktur” denebiliyor. Yıllarca, onyıllarca kuşaklar böyle yetiştirildi Türkiye’de. Diğer tüm ülkelerin işgalci sömürgeci oldukları, Osmanlı’nın ise bir barış meleği olduğu anlatıldı. Çoğıunluk da görünürde buna inanmayı tercih etti.  Kendi aralarında konuşurken “kılıcı kuşanıp çıkmışız yola” diyenler, iş resmi görüş bildirmeye gelince hemen bir diplomat/devlet tarihçisi kesilivermişler. Türkiye’de böyledir zaten. Resmi görüş, insanlara kamusal hayatta nasıl davranacaklarını öğretir. O yüzden herkes görünürde bu resmi görüşe uygun davranır. Kahve ve ev sohbetinde gerçekler konuşulur. (Aynı 1915 konusunda olduğu gibi)

Muhafazakar kapitalizmin Taksim hamlesi..


(agos, 23 kasım 2012)

Taksim Meydanı’nın başına gelenleri biliyor olmalısınız. Meydan yeniden düzenleniyor, bunun için kazılar başladı ve bu yüzden Taksim’e neredeyse girilemiyor. Fakat tahta perdelerle çevrili mevcut/geçici durum öylesine manidar oldu ki, AKP’nin kafasındaki Taksim planıyla neredeyse birebir örtüştü. Elbette bu kısmı espri ama düşününce fiziki değilse bile hayali olarak böyle bir duvarla karşılaşırsak şaşırmayalım, her şey bittiğinde..
AKP  ve İstanbul Belediyesi’nin bize söylediği, meydana bir çeki düzen verilmesi, yayalara açılması, büyük ölçüde trafiğe kapanması, keşmekeşe bir son verilmesi ve Gezi Parkı’nın yerine de eski Taksim Kışlası’nın yeniden inşa edilmesi. Hızlı hızlı okuyunca mesele yok gibi görünüyor. Ancak, meydanın yayalara açılması ve bölgenin tek yeşil alanı olan Gezi Parkı’nın yerine devasa bir kışlanın inşa edilecek olmasını hesaba kattığımızda yeni bir beton denizi ile karşı karşıya kalacağımızı anlamak zor değil. Üstelik bu operasyon sadece Taksim Meydanı ile de sınırlı değil. Harbiye-Elmadağ civarında bir tünel inşa edilecek, Taksim civarına giden araçlar bu büyük tünele girecek ve Tarlabaşı tarafında inşa edilecek yine büyük bir tünelden çıkacak. Böylece araçlar Taksim’den geçmemiş olacaklar ama bu, İstanbul’un nadir ağaçlıklı  ve geniş bulvarlarından biri olan Elmadağ Cumhuriyet Caddesi’nde büyük bir “yırtılmaya” neden olacak. Artık Elmadağ’daki o ağaçlıklı yürüyüş yolunun yerinde tünelli bir otoban düşünebilirsiniz. Bunların aynısı Tarlabaşı için de geçerli diyeceğim ama Bedrettin Dalan zaten burayı bir otoban gibi tasarlamış ve ilk yırtılmayı gerçekleştirmişti. Özetle iş Taksim ile sınırlı değil. Hatta son anda Belediye vazgeçmeseydi Gümüşsuyu ve Sıraselviler’e de bu iki dev tünelden yapılacaktı, neyse ki bu kadarına kalkışmadılar.
Peki bu basit bir belediyecilik hamlesi mi? Pek öyle diyemeyiz. Bilhassa İstanbul tarihindeki tüm imar hamleleri, teknik bir gereklilik gibi görünmekle birlikte bir ideolojinin ürünüdür. Taksim gezisi ve civarı (Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava tiyatrosu vs) Tek Parti/CHP dönemindeki (Fransız H. Prost’un damgasını vurduğu) daha dengeli bir kentleşme mantığının ürünüydü. Bu dönemde de tarihi eser tahribatı olmuştur ancak Tarihi Yarımada’ya kat yasağı da yine bu dönemde gelmiştir. Vatan ve Millet caddelerin açılması, buradaki tarihi yapılara verilen muazzam tahribat ise Demokrat Parti ve onun zihniyetinin ürünüydü. Bizzat Adnan Menderes eliyle yütürülen imar hareketinin, DP ideolojisinden bağımsız olduğunu düşünebilir miyiz? Kapitalist bir kalkınma modeli ile hareket eden DP için elbette ki önemli olan, otomobilleşme, otobanlaşma idi. İstanbul’un tarihi dokusu, pekala ihmal edilebilirdi. Sonuçta tarihi bir ironi meydana geldi ve İstanbul’un bilhassa Osmanlı döneminden kalma nadide tarihi binalarına en büyük zararı “muhafazakar” Demokrat Parti iktidarı  verdi. Bu, aslına bakılırsa normaldi, zira hedef az önce de dediğim gibi kapitalist bir kalkınma modeliydi ve bu modelde kentler, kesintisiz, hızlı bir çalışma, üretme sistemine göre dizayn edilir. Tarihi dokuya ve insanın kentle bütünlüklü, uyumlu bir biçimde yaşamasına izin yoktur. İnsanın doğal (kapitalizm öncesi) ritmiyle uyum gösteren her yerleşim bölgesi yıkılır, düzlenir, sonra yeniden bu eski ritmin tamamen dışında, insanın kendini zayıf, kente karşı yenik, küçük hissedeceği şekilde yapılır. Gökdelenlerin mesela, bir işlevi de budur. Kent, bir ideolojidir nihayetinde ve modernizmle, kapitalizmle, onun insanı dönüştürdüğü hal ile yakından ilgilidir.

Uludere’den Açlık grevlerine: Kürtler ve Erdoğan


(agos, 16 kasım 2012)

Uludere katliamı ve açlık grevleri ile ilgili olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardaki kasıtlı kalpsizlik (“Her kürtaj bir Uludere’dir”, “Açlık grevi yok, kuzu şiş yiyorlar” “şov yapıyorlar” “BDP’lilerin zaten rejime ihtiyaçları var”) ve idam konusunun tekrar gündeme gelmesindeki ortak yön, maalesef her iki konunun de Kürtlerle ilgili olması. Kimileri buna tesadüf olarak da bakabilir, AKP’ye muhalefet eden her odağa karşı Erdoğan’ın acımasız bir dil kullandığını öne sürebilir. Bir ölçüde doğru olabilir, evet CHP ya da laik-elit cephe ile ilgili sözleri de hayli serttir Erdoğan’ın ama burada ayrı bir kalpsizlik ve sertlik var. Çünkü her iki vakada da insan hayatlarından söz ediyoruz. Birinde devletin bir operasyonu sonucu bombardımanla ölen, çoğu 19 yaşından küçük 34 kişi, biri ise bu yazının yazıldığı gün itibariyle 63. güne giren açlık grevleri. Neden böyle? Erdoğan ya da AKP, Kürtleri ayrı bir yere mi koyuyor?
Kürtler’le ilgili genel durum ayrı bir başlık (ki burada zihinlere sinmiş bir ayrım vardır esasen) ama siyasal Kürt hareketini ayrı/dışlayıcı bir yere koyuyor diyebiliriz herhalde. Burada iki gelenek birleşmiş durumda Erdoğan’da. Cumhuriyet rejiminin Kürtler’e bakışı ve Türkiye’deki sağ/muhafazakar siyasetin, sol/Kürt ve hele ikisinin biraraya geldiği  hareketlere bakışı. Her ikisi gelenek de karşısındakini muhatap bile almaz, kendinden hayli aşağıda, her fırsatta ezilmesi/yola getirilmesi gereken bir odak olarak görür. Kendisiyle eşit saymaz özetle. Ölmelerini ya da öldürülmelerini de bu çerçevede görür. O yolun yolcusu ise ya da oralarda dolanıyorsa, operasyonda ölür, açlık grevi yapar ölür vs. Dertlenmez. Dolayısıyla bu durum siyasal Kürt hareketinin işini iki kere zorlaştırıyor. Hem devleti tüm o eski alerjileriyle birlikte devralan AKP’deki “tek dil/tek ulus/tek devlet”çi damarla, hem de Türkiye siyasetine damgasını vuran ve kabaca yüzde 60’lık bir oy potansiyeline sahip, milliyetçi-mezhepçi/muhafazakar damarla, onun siyasi temsilcisi konumundaki AKP taaasubuyla/kibriyle mücadele etmek zorunda.
Dolayısıyla Türkiye, Cumhuriyet ve Kürtler bahsinde kritik bir aşamaya gelmiş durumdayız.  Son isyanın lideri 13 yıldır cezaevindedir. AKP’nin Öcalan ile çözüm bulma çalışmaları bir şekilde akamete uğramış, böylece AKP’nin zaten bu konuda hiç de geniş olmayan vizyonu bir anda sönmüştür. Yeni sürecin Öcalan’la mı, Öcalan’sız mı olacağı belirsizdir. Öcalan’ın ne düşündüğü de belirsizdir. Bu belirsizlik içinde Öcalan üzerinde 1 yılı aşkın bir süredir tecrit uygulanması siyasal Kürt hareketinin tepkisine neden olmuş, bu tepkilerin “merkez” tarafından umursanmaması  üzerine yüzlerce tutuklu açlık grevlerine başlamıştır. Talepler  basitçe şunlardı: Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, ana dilde savunma, anadilde eğitim. Bunlardan sadece anadilde savunma için (ki o da hayli yetersiz) bir adım atılacak gibi görünüyor. Ama ne pahasına? Öcalan’ın sürekli idam ile tehdit edilmesi ve siyasal Kürt hareketinin her fırsatta siyasal alan dışına itilmesi pahasına. Bu, meselenin ikili karakterini de özetliyor aslında. Yani öyle bir hale geldik ki yeni “merkez”, mahkemelerde anadilde savunma hakkını (o da yarım yamalak) tanımak için bile Türkiye’yi açık açık idamın konuşulduğu, açlık grevleri yapanların aşağılandığı bir ülke  haline getirmekte beis görmüyor. Ancak böyle irkiltici bir gürültü çıkarıldığında bu hakkın tanınabileceğini söylüyor sanki Erdoğan bize. Bu birinci ihtimal. Ve eğer bundan sonrası da böyle gidecekse, yani Kürtler’e normal bir hak tanımak için bile ülkede böyle ters yönde bir atmosfer yaratılacaksa ve o hak tanıma ancak o atmosferin eşliğinde icra edilebilecekse, işimiz var demektir. Zira böyle verilen bir hak, aslında toplumsal zemini tahrip etmekten başka bir işe yaramayacak..

Pazartesi

Hakikatin Travması


(agos, 9 kasım 2012)

“Olay sonrası Uludere’ye ilk giden ekip içindeydim. Cesetlerin görüntüsü çok sarsıcıydı ama o an sağlam durmak ve ne olduğunu anlamak mecburiyetindeydik. Bir süre olay yerini böyle bir ruh haliyle inceledik. Nasıl bir dehşetle  karşı karşıya olduğumuzu parçalanmış ve başı  ilerilere fırlamış atı görünce iyice anladım. Gözleri hala açıktı. O anı unutamıyorum. Onu ve ayağından sakatlanmış ama hala olay yerinde sahibini arayan atı..” (Güneydoğu’dan bir avukat)
“Çok sayıda kayıp ve faili meçhul vakasını, davasını izledim, izliyorum. Olayın içindeyken duygularınızı bastırıyorsunuz. Dehşet hikayeler içindeydim ama mesela ağlayamıyordum. Sonra rüyalarımda ağlamaya başladım. Gün içinde ağlamıyordum ama rüyamda kendimi ağlarken görüyordum.” (Veysel Vesek, Avukat, Şırnak)
“Uğur Kaymaz’ın otopsisi çok sarsıcıydı. Girmeden önce çok düşündüm, kaldırabilir miyim diye. Ama sonra şunu söyledim kendime. Bizden biri orada olmalıydı. Otopsiye bunu düşünerek girdim” (Erdal Kuzu, Avukat, Mardin)
“Çok sayıda otopsiye girdim. Ama 2000’deki Bayrampaşa baskını sonrasında girdiğim otopsi, son oldu. Artık giremiyorum..” (Gülizar Tuncer, Avukat, İstanbul)
İnsan hakları savunucuları, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları temsilcileri geçtiğimiz hafta sonu  Kuşadası/Davutlar’da Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ile İnsan Hakları Derneği'nin (İHD)  ortaklaşa düzenlediği 12. Türkiye İnsan Hakları Hareketi Konferansı'nda biraraya geldiler. Bu yılki konferansın konusu "Hakikatin Travması" idi. Faili meçhuller, kayıplar, bilhassa Güneydoğu’da devlet görevlilerinin işlediği suçlar ve benzeri davaları izleyen adli tıp uzmanları, hukukçular, avukatlar, insan hakları savunucuları, akademisyenler 2 gün boyunca “Hakikat”in peşinde koşarken hangi sorunlarla karşılaştıklarını paylaştılar, tartıştılar, sorunlara çözüm yolu aradılar. Ve tabii bu hakikatin peşinde koşarken yaşadıkları travmayı aşmak için neler yapabileceklerini konuştular. Yazının başındaki sözler de işte bu davalarla uğraşan avukatların yaşadıklarından sadece birkaç cümle.
Özetlersek, dert büyük. Yıllardır, yüzyıllardır Ermenileri, Kürtleri, Alevileri ve insan yerine koymadığı başka grupları eşi görülmeyen bir gaddarlıkla ezen bir devletimiz var. Öncelikle yakın tarihte, bilhassa bu yüzyılda olup bitenleri saptamaya, kayda geçirmeye çalışıyorlar. Ermenilere, Kürtlere, Dersimlilere, Süryanilere yapılanları..Bazen toprakta, kuyularda kemik/ceset/toplu mezar arıyorlar, bazen yaşlı ya da genç tanıklardan yaşanan dehşetin ayrıntıları almaya çalışıyorlar. Ve bir de daha yakın tarihimiz var. Devletin büyük bir hışımla girdiği Güneydoğu’da ya da cezaevlerinde geride bıraktığı enkazdan bir iz çıkarmaya, “kaybedilenlerin” başına ne geldiğini bulmaya, devletin gücünü kullanarak gaddarlık edenlerin suçlarını saptamaya, kayda geçirmeye, ve mümkünse bu suçları işleyenleri mahkum ettirmeye, hiç olmazsa faş etmeye çalışıyorlar. İşleri çok zor. Çünkü karşılarında bir devlet partisi var, aslında. Mesela Cemal Temizöz davasına giren avukatlar, mahkemenin Temizöz’ü  ve yanındakileri bireysel hareket etmiş bir çete gibi görmesinden, bu suçların bir devlet yapısı içinde işlendiğinin gözden kaçmasından şikayetçiler. Keza bilhassa bu davada sanık haklarına “biraz fazla” riayet edildiğine, sanık Temizöz’ün duruşmalarda mağdurlara rahatlıkla hakaret ettiğine dikkat çekiyorlar. 1993-94 yılları arasında Derik Jandarma Komutanlığı yapan Musa Çitil ile ilgili davada da (ki kendisi 13  köylünün öldürülmesiyle suçlanıyor) sıkıntı yaşanıyor. Mağdur avukatları sanık Çitil’in örgütsel bir yapı içinde hareket etmeden bu suçları işlemesinin mümkün olmadığına dikkat çekiyorlar ve  Çitil’in bireysel bir  suçlu imiş gibi yargılanmasının mahzurlarına dikkat çekiyorlar.

Salı

Arka Sokaklar.. Gerçek olanı..


(agos, 2 kasım 2012)

Son dönemin en üretken gazetecilerinden İsmail  Saymaz, yeni bir kitabıyla karşımızda. “Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans” (İletişim Yayınları) adını taşıyan kitap, bilhassa 2007 sonrasında karakol içinde ya da gözaltına alma/kimlik sorma aşamasında cereyan eden emniyet kaynaklı şiddet/ölüm/yaralama/dayak/aşağılama vakalarını araştırıyor. Ve maalesef hayli kabarık bir döküm sunuyor. Karakolda polis kurşunuyla ölen Festus Okey davasında dellilerin nasıl karartıldığı, tartışmalı tutanaklar üretildiği, dava sürecinin nasıl uzadığının kapsamlı bir dökümünü ve  Afrikalı göçmenlerin bilhassa poliste/yargıda nasıl zorluklar yaşadığının örneklerini de içeren kitap; polis şiddetinin yer zaman mekan tanımadığını, polise en küçük itirazın en hafifinden yaralanma, kimi zaman da ölümle sonuçlanan bir sürecin başlangıcına işaret ettiğini  gösteriyor. Tabii belirli bir “kesim” açısından. Meselemiz de o kesim zaten.
Şüpheli görüldüğü için gözaltına alınan, hırsızlık yapmakla suçlanan, ailesi karakolda “pis Çingeler”, “pis Aleviler” hakaretlerine maruz  kalan, darp gören, hayatını kaybeden Mustafa Kükçe;  Fındıkzade’de dur ihtarına uymadığı gerekçesiyle takip edilen, (ki bu gerekçeler dosyalar incelendiğinde çoğu zaman şüpheli bir hal alıyor) araçtan inen polis tarafından sürücü koltuğundayken yakın mesafeden açılan ateş sonucu  vurulup hayatını kaybeden Aytekin Arnavutoğlu; karakol önünden geçerken polisin hakaratine maruz kalan, yanıt verince karakolda dayak yiyen travesti Ü.E;  Harem Otogarı’ndan kalkıp Doğubeyazıt’a gitmekte olan otobüsteki kimlik kontrolü sırasında çıkan küçük bir münakaşa sonrasında polisin galeyana gelmesi, etrafı ‘bunlar terörist’ diye ayağa kaldırması ve tüm bunların sonucunda neredeyse bir lince maruz kalan otobüs çalışanları/yolcuları; İzmir’de bir müzikholde kimlik kontrolü sırasında gözaltına alınıp karakolda toplu bir polis dayağına maruz kalan Fevziye  Cengiz; parkta içki içerken önce polis kontrolüne, sonra polis dayağına maruz kalan ve beyin kanaması geçiren Güney Tuna, kötü bir günün sonuda ayağına takılan teneke kutuyu tekmelerken ‘bütün pislikler beni mi buluyor’ diye söylenen, karşıdan gelen sivil polisin  alınganlığı sonucu  olay büyüyünce, polisin kurşuna maruz kalan ve hastaneye geç götürüldüğü için hayatını kaybeden Cem İnci, bir sokak kavgasına karıştığı sırada polisin olay yerine gelmesi, ‘sıkmayın astım hastasıyım’ demesine rağmen birer gazı sıkılması sonucu hayatını kaybeden Çayan Birben, Hopa’da artık iyi bildiğimiz bir süreç sonucunda yine biber gazının neden olduğu bir süreç sonunda hayatını kaybeden Metin Lokumcu, dur ihtarını uymadığı gerekçesiyle polis kurşunuyla başından vurulup ölen Baran Tursun, Antalya’da ödünç aldığı motosikletle gezen, ehliyeti ruhsatı olmadığı için polisten kaçan ancak polisin (anlaşıldığı kadarıyla hedef gözeterek) ateş açması sonucu başından vurulan Çağdaş Gemik,  sol bir derginin satışı sırasında bir kişinin gözaltına alınmasını protesto edenlere açılan atış sonucu felç kalan Ferhat Gerçek, hikayesini artık gayet iyi bildiğimiz Engin Çeber, Diyarbakır’da katıldığı bir yürüyüşte açılan ateş sonucu hayatını kaybeden, ancak silah konusunda tüm şüphelerin polisi gösterdiği Aydın Erdem, Muğla’da ülkücülerle çıkan kavga sonrası olaya müdahale eden polisin açtığı ateş sonucu hayata veda eden Şerzan Kurt (ki bu olayda polisle içiçe bir görünüm sergileyen ülkücü öğrencilerin rol oynaması da not edilmelidir),  kitapta hikayesi anlatılan mağdurlardan sadece bazıları.

Cumartesi

Nişanyan ve “Çoğunluk”..


(agos, 19 ekim 2012)

Hannah Arendt, “Otorite nedir?” başlıklı makalesinde (1) yaygın kanaate karşı çıkar ve  geçmiş yüzyılın baskıcı siyasi rejimlerini dışta  bırakarak otoritenin daha yukarıda bir yerde, siyasal alanın üzerinde kurulduğunu söyler. Eski Yunan’da Platon’un temellerini attığı  bu, “aşkın, sorgulanamaz, düzenleyici güç”,  Roma’da güçlenmiş, bu geleneği Hıristiyanlık devralmaya çalışmıştır. Arendt’e göre “din, Hıristiyanlık”  insanlar, bireyler üzerinde cennet, cehennem gibi kavramlarıyla “siyaset üstü, sorgulanamaz” bir  pozisyon kurmak istemişti. Ancak geçtiğimiz yüzyıl ile birlikte gelenek, otorite ve din, dönemin siyasal akımları sayesinde aşınmaya başlamıştı. Arendt elbette ki bu teorisini geçtiğiniz yüzyıl başlarının Avrupa’sı için geliştirmişti. 2000’lerin Türkiye’sini öngörmesi söz konusu değildi.
Sevan Nişanyan üzerinde dönen tartışmaları izlerken bir yandan da bu teoriyi akılda tutmakta fayda var. Nişanyan hakkında birkaç görüş gelişti, onu tehdit edenleri saymaz isek. Siyasal otorite, Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla Nişanyan’ı ruhsal sorunları olan birisi diye  tanımladı. Bu, siyasal iktidarın kendi pozisyonunu tarif etmesiydi aslında. “Hoş görmüyorum ama linç atmosferine de benzin dökmüyorum, kendi meşrebimce aşağılıyorum,” demekti bu, bence. Bir diğer görüş Nişanyan’ın bu sözleri ilginçlik, sivrilik olsun diye ettiği, ciddiye alınamayacağı., ama elbette ki Nişanyan’a fiziki zarar verilmesinin kabul edilemeyeceği şeklinde oldu. Diğer ağırlıklı görüş ise Nişanyan’ın sözlerine katılmanın mümkün olmadığı, bu sözlerin diyalog ortamına zarar verdiği ve –yine- elbette ki fiziki bir saldırının kabul edilemeyeceği yönünde oldu.  Ve bir de Nişanyan’ın sözlerinin düşünce özgürlüğü bahsinde değerlendirilmesini gerektiğini savunan ve azınlıkta kalan görüş var.
Şimdi: şu bir kere nasıl bir atmosferde yaşadığımızı  gösteriyor zaten. Bu konuda söz söyleyenlerin çoğu (hepsi demiyorum dikkat edin, çoğu) söze “Nişanyan’ın görüşlerini paylaşmıyorum ama..” diye başlamak gereğini duyuyor. Dindar olsun ya da olmasın, gerçekten de öyle hissedebilir, düşünebilir. Ancak  bunun bazen farkedilmeden, refleks olarak söylendiğini düşünemez  miyiz? Bu durum aslında ülkemizdeki (ve birçok ülkedeki)  -gerçek- otoriteyi tanımlıyor. Ve aynı zamanda “çoğunluk”un ne kadar baskıcı olabileceğini.
Peki Nişanyan bunları söylemeli miydi? Söylese bile böyle mi söylemeliydi? Bunları söyleyerek ne yaptı? Bu konuya girerken şu soruları da aklımızda tutalım derim: Bu konularda hüküm verme hakkı kimlere tanınmıştır? Nişanyan şiddet içeren bir söz söylemedi ise, ki söylememiş görünüyor, onun birilerini rencide edip etmediğine kim karar verecektir? Nişanyan’ın eleştirdiği “din” adına konuşma yetkisini kendinde gören “çoğunluk” mu? Eğer öyleyse burada baştan dengesizlik var bir kere zaten. Bu bir. Ve çoğunluk daha doğrusu onun adına konuşan siyasi otorite, bu tür eleştirileri “nefret suçu” olarak tanımlamak istiyor. Ama şöyle bir mesele doğuyor:  Çoğunluğun inandığı bir değeri eleştirmek “nefret suçu” mudur? İnananları değil, kavramın/değerin kendisi sorgulamak, -bu kavram bilhassa ülkede çoğunluğun baskı aracı da olabiliyorsa- nefret suçu olabilir mi? “Türklük” kavramı için ceza yasasında neredeyse kutsallık atfedildiğinde neler yaşandı bu ülkede, hatırlamıyor muyuz? Bir kavramı sorgulamak ile insanları hedef göstermek arasında fark yok mu? Şu notu da düşmek lazım elbette: aynı sorular Hıristiyanlığın da “çoğunluk” olduğu ve bu çoğunluğun, çoğunluk adına konuşmanın, hükmedici, tutum belirleyici vasıf kazandığı ülkeler için de geçerlidir. Sorunumuz genel olarak din, milliyet gibi kavramların toplumsal bir tahakküm kurma imkanı içerebilmesi, bu potansiyeli taşıyabilmesidir.
Peki o sözler eleştiri mi, sorgulama mı, nedir?  Ben kendi adıma doğrudan şöyle sonuçlara varmayı mahzurlu görüyorum: Nişanyan hakaret etmiştir. Nişanyan insanları rencide etmiştir. Buralarda hüküm belirtme durumda değiliz, doğrusunu isterseniz. Çünkü bunu yaptığımız anda biz de kendimizi bir otorite yerine koymaktayız. Nişanyan’ın durumunu belirleme yetkisine sahip bir otorite. Bu yetkiye neden sahibiz ve neden Nişanyan dışındaki herkes (dindar olsun, olmasın) yukarıda bir koltukta  oturuyor da, o,  aşağıda tek başına duruyor? Bu sorulara da yanıt aramalıyız.
Geçtiğimiz Pazartesi CNN Türk’te Enver Aysever Sevan Nişanyan’ın konuk etti mesela. Programının formatı gereği Nişanyan’ı sorularla açmaya çalıştı. Orası tamam. Ancak sorduğu sorular, kullandığı ifadeler şöyleydi: “Sizi Türkiye aslında sevimli biri olarak tanımıştı”, “İlginç olmak için mi yaptınız, yoksa İslamiyetten nefret ettiğiniz, nefret suçu işlediğiniz için mi?” “Rencide edici eleştiri yaptınız, neden?, “Sözlerinizin Müslümanların ruhunda bir yara açtığını düşünüyorum, bunun ne faydası var?”, “Entelektüel olarak bunu söyleyebilirsiniz ama bunu yüksek sesle söylediğiniz zaman kan gövdeyi götürebilir”, “Kemalizme sert, İslamiyete sertsiniz, bu topraklarda üretilen bütün değerlere sert yaklaşıyorsunuz” “Sizinki cesaret değil hesapsızlık”, “Egosantrik bir durum var mı sizde?”
Sorular böyleydi. Aysever programın sonunda düşünce özgürlüğünü savunduğunu söylemekten de geri durmadı. Ancak sorulara baktığımızda programın sunucusunun, kendisini çoğunluk adına konuşan bir otoritenin yerine koymasında  bir problem yok mu? Sunucu nasıl oldu da Nişanyan’ın sözlerinin rencide edici olduğuna, faydasız olduğuna, kanın gövdeyi götürücü nitelikte olduğuna karar verdi? Böyleyece çoğunluk adına bir kanaat oluşmasının/pekişmesinin taşlarını döşemedi mi? Sunucu (Aysever ismine takılmayalım, muhtemelen ülkedeki birçok sunucu benzer sorular soracaktı) kendini nasıl oldu  da rahatlıkla hakim, ya da savcı makamına koyabildi? Otorite’yi sorgusuz sualsiz kabul ettiği için mi? Şöyle bir soruyla bitireyim ya da: bu vaka aynı zamanda –büyük harfli- “Çoğunluk”un ve “Otorite”nin ne olduğunu düşünmemiz için de bir fırsat değil mi?

(1) Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, (Çev. Bahadır Sina Şener), sf. 124

Cuma

Vesayet gitti, “askerî” kaldı..


(agos, 12 ekim 2012)

Suriye ile yaşanan krizin bir savaş ihtimali kazanmasıyla birlikte Hükümet’ten gelen açıklamalar düşündürücüdür. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere bir çok AKP’linin kibirli ve saldırgan bir devlet dilini rahatlıkla kullanır hale gelmesi, buna ek olarak “Savaşa hayır” diye özetlenebilecek ilkesel bir tutum alanları hedef tahtalarına koymaları, AKP’nin bu konuda ne kadar hırçın olabileceğini ortaya koydu. Peki bu tablo, AKP’nin sağcı bir parti olarak Ortadoğu’da aktör olma özlemleriyle açıklanabilir mi sadece? Bence sadece böyle değil. Daha kapsamlı bir soru ve sorunla karşı karşıyayız sanki.
Biraz geçtiğimiz yıllara ve ilk bakışta konuyla ilgisiz gibi görünen başka bir sürece bakalım. İç siyasetteki senaryoyu artık aşağı yukarı biliyoruz. AKP, oy desteğinin de verdiği güvenle TSK ve devlet içindeki “askeri vesayet” yanlısı unsurları temizlemiş, çoğunu yargıya havale etmiştir. Keza yargı içinde de “askeri vesayet” yanlısı unsurlar  minimuma indirilmiştir. Senaryomuz çok kabaca bu. Buraya baktığımızda artık şunu açık yüreklilikle kabul edebiliriz. Gerek TSK içinde, gerekse diğer kritik mevkilerde Ordu’nun, ya da Türkiye’de bilinegelen adıyla “vesayet sisteminin”, sivil siyasete müdahale etmesinin yolu kapanmıştır. Darbe yapabilecek unsurlar büyük ölçüde temizlendiği gibi, kritik yargı, seçim vb gibi kararlarda da vesayet sistemi lehine adımlar atacak odaklar artık etkili konumda değillerdir. Herhalde bu tabloda üç aşağı beş yukarı mutabıkız. Fakat burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor. Gelinen durumda gerçekten “sivil” bir siyasetten mi bahsediyoruz?
Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta sonu “Ne barışı?” diye savaş politikalarına karşı çıkanlara fırça atmasından bu yana dikkat çekici açıklamalar geldi AKP cephesinden. AB ile ilişkilerden sorumlu bakan Egemen Bağış şöyle dedi: “Bugün Türkiye'nin askeri gücü Suriye'yi birkaç saat içerisinde yok edecek noktadadır çok şükür. Ama bizim Suriye halkıyla bir sorunumuz yok. Bizim komşularımızla dostlarımızla hiçbir ülkenin halkıyla bir sorunumuz yok.”  Aynı zamanda eski bir komutan olan (emekli tümgeneral) AKP milletvekili Şirin Ünal’ın  Akşam gazetesine verdiği röportaj da hayli dikkat çekiciydi doğrusu. Bir bölümünü aktarmak gerekecek:
“En kötü ihtimal savaş. Savaş çıkarsa, başlarına yıkarız orayı. Ama oraya geleceğini sanmıyorum. ('Güvenli bölge', 'tampon bölge' tartışılıyor? sorusu üzerine) İnşallah oraya gelmez ama gelirse bunlarla uğraşmayız. Doğrudan Şam'a yürürüz, bayrağı indiririz. (...)Deler geçeriz ya inşallah. Golan'a kadar gideriz belki.”
AKP’li Şamil Tayyar’ın “3 saatte Şam’a varırız” açıklamasını da bu listeye ekleyelim. Denecektir ki, böyle dönemlerde olur bunlar, vekillerden bakanlardan bu cins açıklamalar gelir vs. Ben şahsen bu rahatlık içinde göremiyorum bu beyanları. Nihayetinde “Savaş”tan bahsediyoruz.
Şöyle bir geriye çekilip baktığımızda AKP’nin toplumu savaş ihtimaline hazırlamak için hayli çaba gösterdiğini görebiliyoruz. Bir ihtimal, AKP bir anket yaptırmış ve toplumun Suriye ile savaş istemediğini görmüştür, bilemiyorum. Ancak sebebi ne olursa olsun bu çapta bir müdahale kışkırtıcılığı (Buna AKP yanlısı basının/köşe yazarlarının yorumlarını da katalım)   AKP’nin Türkiye’deki mevcut orduyla ilgili hesapları olduğunu ortaya koyuyor. Bu, yakın tarihte sık rastlanan bir durumdur. Çok güçlü iktidarlar,  bir aşamada güçlerini ülke sınırları dışında da test etmek isterler.

Çarşamba

1071 vizyonu ve Anadolu’nun kadim halkları


(agos, 5 ekim2012)

Biliyorum bıktınız, usandınız bu analizlerden ama Erdoğan’ın meşhur kongre konuşmasından bir bölümle başlayacağım, izninizle:
“26 Ağustos 1071'de Sultan Alparslan Malazgirt Ovası'nda ordusuna, 'Ey kumandanlarım, ey askerlerim, bütün Müslümanların mimberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım ya şehit olur cennete giderim askerlerim. İşte atımın kuyruğunu bağladım. Bir nefer gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlığa dair hiçbir alamet yoktur. Şehit olursam üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun kardeşlerim. Benimle birlikte savaşmakta ya da benden ayrılmakta serbestsiniz. Ya Rabbim sana tevekkül ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin için harbe gidiyorum. Allah'tan başka sultan yoktur. Emir ve kader onun elindedir’ diye seslenmişti. İşte bu inanmışlıkla, bu adanmışlıkla, bu azamet ve bu tevazuyla savaşa giren Sultan Alparslan yüzlerce yıl sürecek bir medeniyetin, bir sevgi medeniyetinin de kapılarını araladı. O sevgi medeniyeti Osman Gazi'nin ellerinde bir filize, o filiz bir fidana, o fidan göklere dal, budak salan toprağın, denizlerin, yüzünü kaplayan Kafkas Dağlarından Alpleri, Fırat, Dicle'den coşkun Tuna'yı kavrayan büyük bir çınara dönüştü. (...)İşte biz AK Parti olarak bu büyük çınarın kollarından biriyiz. Bizim yolumuz Sultan Alparslan'ın, Melik Şah'ın, Kılıçarslan'ın yoludur. Bizim yolumuz Osmangazi'nin, Fatih Sultan Mehmet'in, Sultan Süleyman'ın, Yavuz Sultan Selim'in yoludur. Bizim yolumuz Gazi Mustafa Kemal'in, merhum Adnan Menderes'in, merhum Turgut Özal'ın, merhum Necmettin Erbakan'ın yoludur. Yani bizim yolumuz, sevginin, kardeşliğin, tevazunun, kucaklamanın, birleştirmenin yoludur.”

Erdoğan bu sözleri söyledikten sonra gençlere yeni hedef olarak da Malazgirt Savaşı’nın 1000. yılı olan 2071’i hedef gösterdi:
“2023 hedefinden sonra inşallah, Cumhuriyetimizin 100. yılının dışında bir hedefimiz daha var. O da bu kuruluşun 1000. yılı olacak, hedef 2071 gençler. Rabbim lütfederse bizler 2023'ü, inşallah sizler de 2071'i inşa edeceksiniz”
Ben Erdoğan’ın didik didik edilen konuşmasından pek üzerinde durulmayan bu bölümü ele almayı uygun gördüm. Neden diyecek olursanız, şöyle: 1071-2071 vurgusu herhalde rastgele seçilmiş bir vurgu değil. Nedir 1071?  Anadolu’nun Türk ve İslam hakimiyetine girmesinin, Rum ve Ermeni toplulukların hakimiyet altına alınmasının kilometre taşı. Elbette ki Anadolu topraklarına Türk akınları 1071’den çok önce başlamıştı ve kimi tarihçiler Malazgirt Savaşı’nın söylendiği kadar önemli bir durak olmadığını söylerler ancak sonrasında Türk ve İslam milliyetçileri bu savaşa çok önem vermişlerdir.
Doğrusunu isterseniz verilecek o kadar mesaj varken Erdoğan’ın 1071’de ısrarlı olması tesadüf olmasa gerek. Pazar günü bu bölümü ve Erdoğan’ın Mehmet Akif’ten, Arif Nihat Asya’dan bahsettiği bölümü dinlerken bir an kendimi yoklamak zorunda hissettim. İşgal altında mıydık? Hıristiyan ülkeler Türkiye’yi işgal etmişlerdi de haberimiz mi yoktu acaba? Yok öyle değilse bu ağır milliyetçi ve İslamcı tonun ne manası vardı? Ne oluyorduk?

Cuma

Özal’ın mezarı ve devletin müzakere geleneği


(agos, 27 eylül 2012)

Haftalar, aylar, hatta yıllardır, 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın eceliyle mi öldüğünü yoksa birtakım güçler tarafından mı öldürüldüğünü tartışıp duruyoruz. Bu yöndeki, yani öldürüldüğü yönündeki şüpheler ailesi tarafından ilk ortaya atıldığında kamuoyundaki genel tavır pek ciddiye almama, ama görmezden de gelmeme yönünde olmuştu. Ancak AKP Ergenekon davası ile birlikte geçmişin “kimi dosyalarını” açma gereği görünce, yargı da bu yöndeki beyanları daha bir ciddiye aldı. Nihayetinde Cumhurbaşkanlığı’na bağlı Devlet Denetleme Kurulu bir rapor hazırladı ve Özal’ın ölümündeki şüpheleri bir bir sıraladı. Bu ve diğer  şüpheler üzerine yürütülen soruşturmada Özal’ın kabrinin açılması aşamasına kadar geldik. Özetle yargı, iddiaları ciddiye almaktadır.
Beri yandan devletimiz bir de eski Jandarma Genel komutanı Eşref Bitlis’in ölümüyle ilgili sırrı da açığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Bilindiği gibi Bitlis’in bindiği uçak 1993 yılında düşmüş, komutan da ölmüştür.  Baştan beri varolan bunun bir sabotaj olabileceği yönündeki  şüphe, Ergenekon davasının başlamasıyla birlikte iyice kuvvetlenmiş ve yargı bu ölümle ilgili de çalışmalarını/soruşturmayı hızlandırmaya karar vermiştir.
Benzer biçimde Bitlis’in ekibinden oldukları söylenen eski Jandarma alay komutanları Rıdvan Özden’in çatışmada ölümü, Kazım Çillioğlu’nun da intiharı soruşturulmakta. Bu iki komutanın ölümünün açıklandığı gibi olmadığı, tam tersine devlet içindeki birimler tarafından öldürüldüğü yönünde ciddi bulgular/şüpheler var.
Bütün bu soruşturmalardaki ortak payda nedir diye sorarsanız, şu var: Farklı teoriler olmakla birlikte bütün bu isimlerin Kürt sorunu konusunda devletin politikalarından farklı biçimde davrandıkları için öldürülmüş olabilecekleri kanısı güçlüdür. Evet, Eşref Bitlis’in ordudaki anti-ABD kanadından olduğu ve Çekiç Güç’e karşı olduğu için ABD tarafından öldürüldüğü iddiaları da bulunuyor ancak PKK ve Kürt Sorunu’nu ayırmak ve yeni bir politika saptamak istediği için öldürüldüğü yönündeki şüpheler de aynı oranda kuvvetlidir. Özal’ın öldürülmesiyle ilgili de çok sayıda teori ortaya atıldığını biliyor olmalısınız. Bunlar arasında en öne çıkan, Özal’ın Kürt sorununda çözüm/federasyon perspektifi geliştirdiği için, devlet içinde çözüm istemeyenler tarafından öldürüldüğü yönündeki iddiadır.
Şunları şimdilik bilmiyoruz elbette: Bitlis bir suikaste bile kurban gittiyse, niçin öldürüldü? Özal niçin öldürüldüyü geçtik, gerçekten öldürüldü mü? Bunları bilmiyoruz ve yakın vadede bilip bilemeyeceğimizi de bilmiyoruz. Elimizdeki tek somut durum şu:  AKP’nin PKK ile müzakere yürütürken bir yandan da bu iddiaların kamuoyunda tartışılmasını arzulaması, böylece müzakereyle ilgili toplumda negatif bir algı varsa, bunu dağıtmayı ve elbette Ergenekon davası için psikolojik destek sağlamayı hesaplaması sayesinde Özal’ın mezarını açacak aşamaya geldik. İleride farklı bir karar alınmazsa, mezar açılacak.
Bütün bunları niye yazdım? Şunun için: Bu iddiaların doğru olduğu, yani Kürt sorununu savaş değil de müzakere yöntemiyle çözmek isteyenlerin, ya da müzakere olması da şart değil, savaş dışında bir yöntemle çözmek isteyenlerin bizzat kendi devletleri, yani Türk devleti tarafından öldürüldükleri ortaya çıkarsa ne yapacağız?  Yani ne yapacaksınız? Topluma, en önemlisi Kürtlere ne söyleceksiniz? Bu bir.

Salı

Bir yandan, Evren’leşme emareleri..


(agos, 21 eylül 2012)

Evren’den kastım Kenan Evren elbette. 12  Eylül darbesinin, 12 Eylül hukukunun, 12 Eylül zihniyetinin lideri. Öncelikle şunu herhalde teslim etmek lazım.12 Eylül elbette ki bu toplumun birçok hayati  uzvunu kesip koparmıştır ama 1982 Anayasası’na yüzde 92 oy da sadece tehditle filan verilmemiştir. Ya da toplumun “şuna evet diyelim de başımızdan savalım” gibi bir düşüncesiyle. Kenan Evren’in şahsında cisimleşen o düz mantığın, muhafazakar/dünyaya kapalı, her durumda kendini haklı gören, biraz da dar kafalı aile babası bakışının toplumda bir karşılığı vardı elbette. “Asmayalım da besleyelim mi?” sözü mesela, bir darbe liderinin, bir cuntacının hıncını yansıttığı kadar; o basit, düz mantığın bakış açısını da yansıtır. Kenan Evren’lerden çok vardır Türkiye’de, bunu bilelim.
Bu düz mantık, bilhassa topluma bakışta AKP tarafından da devralınmıştır, bilindiği gibi. Ahlak, toplumsal düzen konularında hal böyledir böyle olmasına ama bu düz mantık epeydir siyasette de yansıma bulmaya başladı. “Bir zamanların AB ile yakınlaşma, demokratikleşme yanlısı AKP’si..” muhabbetine girmeyeceğim artık, oralardan nerelere nasıl geldiğimizi hepiniz biliyorsunuz. Dikkat çekici olan, oralardan bir de Kenan Evren bakış açısına gelmemizdir.
Erdoğan’ın İmam Hatip okullarıyla ilgili sözleri mesela. Bilindiği gibi İmam Hatip liselerinin önü epey açıldı açılıyor, son dönemde.  Konuya değinirken şöyle dedi Başbakan: “Bugün millet artık İmam Hatip okullarıyla kucaklaşıyor. 28 Şubat sürecinde bu okullar vebalı görüldü. Bunları terörist, anarşist yetiştirmediği için mi kapattınız?” Erdoğan’ın “dindar nesil yetiştireceğiz” sözleriyle birlikte  değerlendirildiğinde kendimizi bir anda 1981 yılında bulmamız işten bile değil. 12 Eylül’ün de hedefinde sola, özgürlüğe, toplumun o boğucu/iki yüzlü ahlak anlayışının dışına çıkmak isteyenlere karşı dindar, bir nesil yetiştirmek vardı ve bu nesil sayesinde gençliğin, bir daha asla düzen dışı/resmi görüş dışı  akımlara kapılmayacağı öngörülüyordu. Ve tabii bu sistemi kurmak için sola, demokrasiye, özgürlüğe dair her ne varsa onu itham etmek, “terörizmle” “anarşiklerle” eşdeğer tutmak önemliydi. İtaat etmeyen, resmi görüşün dışına çıkan teröristti. Ya da terörist adayı. Yazının başında tarif etmeye çalıştığım o muhafazakar aile babasıyla toplumu restore etmek istiyordu 12 Eylülcüler. Görünen, Erdoğan da öyle. Tek farkla ki, 12 Eylül o alaşıma biraz da resmi-devletli bir Atatürkçülük sosu katmak istiyordu. AKP’de bu yok, elbette.

Cuma

Bu “süreç” size de bir yerden tanıdık geliyor mu?


(agos, 14 eylül 2012)

28 Şubat “süreci”ni hepimiz biliyoruz herhalde. TSK öncülüğünde “devlet”in Refah Partisi-DYP koalisyon hükümetini devirmeye karar vermesi, medya ve o zamanki merkez sağ-merkez sol blok’un da buna destek vermesiyle adı geçen hükümet tarihe karışmıştı. Karar vericinin TSK, koordine edicinin dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve devletçi merkez sağ kanat, halkla ilişkilerin o zamanki merkez medya, onay vericinin ise merkez sol kanat olduğu bir operasyondu bu. Tüm bu süreçte hedefteki RP milletvekilerinin ya da RP üyelerinin itirabızlaştırılması için ayrıca bir çaba gösterildiğini hatırlıyoruz, biliyoruz. Bunların hepsine 28 Şubat “Süreci” deniyor. Bütün bu operasyonlara da 28 Şubat yöntemi diyebiliriz herhalde.
O vakitler ülkedeki gerçek iktidar TSK’da olduğundan ve resmi/cari görüş de orada oluşturulduğundan medya ve siyaset esnafı kendini oraya göre hizalardı. Dolayısıyla medya; ve DYP’yi boşaltıp DTP’ye geçen devletçi merkez sağ kanat, muhtemelen yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu. Ülkeyi şeriata götüren bir Hükümet vardı ne de olsa. Bu tip faaliyetler vatanı, cumhuriyeti savunmakla eş anlamlıydı. Medya da tüm o rezil baskınları saat saat yayınlarken, TSK’dan gelen talimatları uygularken yanlış bir şey yaptığını düşünmüyordu muhtemelen. Memleketi şeriatçıların elinden kurtarıyorlardı nihayetinde, yapılan işin önüne arkasına bakmak lüzumsuzdu, böyle zamanlarda böyle şeylere bakılmazdı. Ve bazen kurunun yanında yaş da yanardı.
Yıllar geçti. AKP iktidara geldi. Ama AKP iktidarından önce de aslında yavaş yavaş o dönemde nasıl hatalar yapıldığının bilançosu yapılmaya başlandı. AKP iktidarı ile birlikte ise bu bilanço hızlandı. O zamanki -ve şimdiki- Hükümet yanlısı basın, her fırsatta yeni ayrıntılar ortaya çıkarıyor, postmodern darbeye bir şekilde karışanlar ise havaya bakıp ıslık çalıyorlardı. AKP’nin iktidara tam olarak yerleşmesiyle de hesaplaşma başladı. Muhasebe hızlandı. Kimi samimi olarak o dönemde hata yaptıklarını itiraf etti, kimi buna bir gerekçe bulmaya çalıştı, kimi ise hala yapılanın doğru olduğu kanaatindeydi. Her neyse. Kesin olan şuydu ki AKP ve onun etrafında kümelenen AKP yanlısı basın her fırsatta 28 Şubat’ı lanetlemekte, hatta hesaplaşmanın henüz bitmediğini ilan etmekteydi. Dönemin kudretli isimleri hapiste bilindiği gibi. Döneme isteyerek ya da şuursuzca destek verenler hakkındaki “bir gün siz de sorgulanacaksınız” uyarısı da hala yürürlükte.
Özetle böyle bir sürecin en sert muhalifi AKP ve çevresidir diyebiliriz herhalde. Dolayısıyla böyle yöntemlere artık hiç olmazsa onların başvurmamasını beklemek hakkımız olsa gerek. Ancak manzara hiç de öyle değil. Son dönemde BDP milletvekilleri üzerindeki baskıyı ve belden aşağı vuruşları görünce insanın aklına 28 Şubat “süreci” geliyor doğrusu..

Köprüler atılıyor mu?


(agos, 7 eylül 2012)

Memleket yine yangın yeri, malum. Lafı dolandırmadan konuya girelim. Son iki aydır olup bitenlerden PKK’nın yeni bir taktik içinde olduğu anlayabiliyoruz. Bunu için haber kanallarında gün boyu boy gösteren terör uzmanlarını dinlememiz şart değil. Hala o günlerde ne olduğunu tam bilemediğimiz Şemdinli harekatından bu yana peşpeşe saldırılar düzenleniyor, peşpeşe askerler ölüyor. Bu saldırılarda PKK’nın da ciddi biçimde militan kaybettiği anlaşılıyor. Keza milletvekili, siyasetçi kaçırma gibi girişimlerde de  el artırılmış durumda. Anlayabildiğimiz, PKK belli bir alanı kontrol altında tuttuğu mesajını vermenin yanısıra, peşpeşe saldırılarla güvenlik güçlerini ve kamu görevlilerini de bölgede faaliyet yürütemez hale getirmek istiyor.
AKP  ve cephesine bakarsak. 2 ay öncesine kadar durum şöyleydi: Oslo’da henüz gerçek nedenini bilemediğimiz bir şekilde masa devrildiğinden beri bastırma politikalarına geri dönülmüş, , İçişleri Bakanlığı’na İdris Naim Şahin atanmış,, KCK tutuklamalarına hız verilmiş, “Kürt sorunu yoktur” söylemi benimsenmişti ve Öcalan’a da yaklaşık bir yıldır tecrit uygulanmaktaydı. Hala da uygulanıyor. AKP bugün gelinen aşamayı ise bize şöyle sunuyor: PKK,  Beşar Esad’la işbirliği yapmakta ve Türkiye’yi zor durumda  bırakmak istemektedir. Eylemler bu yüzden artmaktadır. Hatta bu denklemde İran bile yer almaktadır. Suriye’nin hamisi olan İran yönetimi de PKK’yı desteklemektedir. Dolayısıyla Kürt sorunu başlığı altında aslında dramatik bir durum yoktur, bütün bunlar, Ortadoğu’daki denklem ve Türkiye’nin Suriye yönetimine cephe alması yüzünden olmaktadır. Yani AKP’ye göre PKK Türkiye’nin düşmanları ile işbirliği yapmaktadır. Tabii fırsatını bulmuşken AKP’yi devirmeye çalışmaktadır. Erdoğan bilindiği üzere son dönemde CHP’yi de bu cephenin içine katarak “milliyetçi merkez”in alanını iyice genişletmeye, MHP dışındaki muhalefetin tümünü kriminalize etmeye çalışmaktadır. AKP’nin ve Hükümet’e yakın çevrelerin bize sunduğu tablo bu.
Hükümet’in sunduğu tabloya ihtiyatla yaklaşsak da bir yandan  Türkiye’nin gözükara Suriye macerasının bölgedeki taşları yerinden oynattığı da görülüyor. Bu kadar taş yerinden oynamışken PKK’nın da oyunun içinde olmak istediğini düşünebiliriz. Fakat bütün bu olup bitenler AKP’nin biraz önce  çok kabaca tarif etmeye çalıştığım “bastırma” politikasını uzun süredir benimsediği ve Kürt sorununu görmezden gelmeye başladığı gerçeğini değiştirmiyor. Üstelik  BDP milletvekillerinin yollarını kesen PKK’lılara “yeterince soğuk davranmaması” yüzünden 9 BDP milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması da gündemdedir. AKP’nin bu vesileyle siyasal Kürt hareketi üzerindeki baskıyı daha da artıracağı görülüyor. Bu esasen ülkedeki basıncı daha da artıracak bir adımdır.

Hüseyin Aygün aynasında yeni statüko..


(agos, 17 ağustos 2012)

Geçtiğimiz Pazar akşamı CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün PKK tarafından kaçırıldığı haberleri son dakika gelişmesi olarak televizyon ekranlarına yansıdığında genişçe bir kesimin ilk reaksiyonu bu gelişmeyi “kabul edilemez” olarak ilan etmek oldu.  Evet cezaevlerinde çok sayıda milletvekili vardı ve AKP ısrarla bu konuyu çözüme kavuşturmuyordu ama Hükümet politikaları ne olursa olsun, bir milletvekilinin kaçırılmasını onaylamak ya da bu gelişmeye sessiz kalmak mümkün değildi.  Kimi bu tür şerhleri düşerek,  kimi ise hiç böyle kaygıları olmadan, genişçe bir kesim birleşti ve bu kaçırma hadisesine karşı çıktı. Tepkilerin genişlemesi üzerine de PKK Aygün’ü serbest bıraktı bildiğiniz gibi. Ancak Aygün’ün kaçırılma döneminde ve sonrasında “yeni statüko”dan ve milliyetçi kesimden gelen reaksiyonlar, keza Aygün’ün serbest bırakıldığında açıkladığı mesajlara yapılan yorumlar düşünüldüğünde şunu çok rahat görebiliyoruz: Aygün’ün kaçırılması  Kürt meselesine bakışta bir nevi turnusol kağıdı işlevi görmüş, kimin konuya “gerçekte” nasıl baktığı ortaya çıkmıştır. Aygün’ü kaçırarak PKK ne yapmak istedi gibi bir analize girecek değilim ama şunu söylemek gerekiyor sanki: PKK bu hamleyle Kürt ve Alevi meseleleriyle ilgili olarak yeni statükonun ipliğini pazara çıkarmak istiyorduysa, bunu başarmıştır.
Kaçırılmanın hemen sonrasındaki iki günlük süreçte, AKP milletvekili Şamil Tayyar’ın “danışıklı dövüş olabilir” çıkışı, yeterince irkilticiydi mesela. Tayyar’a son dönemde Kürt ve Alevi olan her ne varsa ona saldıran Akit gazetesi da katıldı. Bu gazeteye göre de Aygün’ün kaçırılması göründüğü gibi değildi. Burada asıl vurgu yapılan hiç şüphesiz Aygün’ün Tunceli’li bir Alevi oluşu ve klasik CHP çizgisinin dışındaki duruşuydu. Hatırlanacağı gibi 1938’deki Dersim katliamının CHP içinde tartışılmasını da Aygün sağlamıştı büyük ölçüde. Normalde AKP’nin seveceği, alkışlayacağı bu duruş, Aygün’ün Aleviliği söz konusu olunca hayli ihmal  edilebilir hale geldi. Bu, aslına bakarsanız iktidar blokundaki (artık Sünni blok da diyebiliriz buna) Alevi alerjisinin ve bu konudaki muhtemel tasarımların da bir göstergesi. Hem de önemli bir göstergesi.
Dolayısıyla meselenin özüne gelelim. Kürt meselesiyle ilgili olarak yeni dönemde AKP ve MHP’nin milliyetçi bir blok kurduğunu artık görüyoruz. Bu blok CHP’yi de BDP’nin yanına iterek, “bastırma” politikalarına karşı çıkan herkesi “terörist yandaşı” olarak sunmaya çalışmakta. CHP’nin Şemdinli çatışmaları sonrasında ortaya attığı “TBMM toplansın” önerisine AKP ve MHP’den gelen yanıtlar, tam da bu yöndeydi. Esasen AKP’ye ait bu politikaya MHP’nin de katılmasının önümüzdeki dönemde nasıl gelişmelere yol açacağını şimdiden kestirmek zor. Ancak hayırlı bir süreç olmayacağı açık. Hal böyle iken bu kaçırılma meselesinin gerek Hükümet gerekse MHP tarafından kullanılacağı da ortada. Zira Aygün’ün serbest bırakıldıktan sonra verdiği mesajlar aslına bakılırsa savaşa son verecek çabaları başlatmak için umut vericiydi. PKK’lılar artık eve dönmek istiyordu, savaşın anlamsızlığına dikkat çekiyorlardı.  Ayrılmak istemediklerini, demokratik özerklik için çaba gösterdiklerini söylüyorlardı.  Aygün’ün ağzından aktaralım mesela:
“İstediğimiz demokratik özerklik planı, hiç de silahlı mücadeleyi gerektirmeyen demokratik bir taleptir ve Avrupa'da pek çok ülkede vardır. Bu bakımdan biz de yürüdüğümüz mücadelenin artık çok anlamsız olduğunu biliyoruz' dediler..”
Böyle demişler.  Şimdi. Normalde bu sözlerin memlekette bir umut kıvılcımı yaratmasını beklersiniz değil mi? Normalde evet. Ama bu ülkede devletçi/sağ siyasetin hangi esaslara  göre yapıldığını biliyorsanız hiç de umut mumut yaratmayacağını bilirsiniz. Umutlanacak olanlar, Kürt sorununda eşitlik temelinde bir çözüm talep eden, silahların artık susmasını isteyen insanlardır. Ama  mücadele ettikleri vesayet sisteminin Kürt ve Ermeni sorununa bakışındaki tüm baskıcı/inkarcı politikalarını devralan AKP’nin ve ülkedeki milliyetçi damarın bu sözlerden memnun olmayacağı açıktır.

Sopa mesajsa, mesaj ne?


(agos, 10 ağustos 2012)

Bu konuya hiç girmeyecektim aslında. O kadar didiklendi, çiğnendi ki. ABD Başkanı Obama’nın Başbakan Erdoğan ile konuşurken elinde tuttuğu beyzbol sopasından bahsediyorum. Bildiğiniz gibi memleketteki yaygın görüşe göre Hükümet’te kim olursa olsun Türkiye ABD’nin bir nevi uydusudur. ABD Başkanları da Türkiye’ye istedikleri zaman emir ve talimatlarını iletirler. Ve –genişçe bir kesime göre- AKP tastamam ABD emrinde olduğundan Obama mesajını artık açıkça verme pervasızlığı göstermiştir. Türkiye ABD ilişkilerindeki mevcut ve tarihi denklem evet, hayli problemli olmakla birlikte sopa fotoğrafında ben böyle bir mesaj okumasam da, akıntıya karşı yüzmenin faydasız olacağını bildiğimden ses çıkarmadım Fakat son olarak CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce “Obama o sopa ile kafanızı kırarım mesajı verdi” deyince bir çift laf etme ihtiyacı hissetim. Çünkü şöyle bir eksiklik var tüm bu analizlerde: tamam anladık sopa mesaj. İyi de mesaj ne? Ben bu soru üzerinde düşündüm ve kendimce bazı ihtimaller buldum, fakat emin de olamıyorum. En iyisi sizinle paylaşayım.
-Suriye’ye bir an önce gir, yoksa kafanı kırarım: Zannetmem, pek akla uygun değil. ABD’nin Türkiye’nin Suriye’ye tek başına müdahalede bulunmasına taraftar olduğu yönünde elimizde çok fazla veri yok. Hatta ve hatta ABD’nin böyle bir seçeneğin karşısında olacağını bile düşünebiliriz. Türkiye’nin Ortadoğu’da Sünni bir eksenin liderliğine oynaması muhtemelen ABD’de tereddütle karşılanıyordur. Çok aklıma yatmadı.
-Suriye muhalefetine silah ve istihbarat yardımı yap yoksa kafanı kırarım: E Türkiye daha ne yapacak yahu?  Eğitmediğimiz, kol kanat germediğimiz Suriyeli İslamcı kalmadı herhalde. Hal böyle iken Obama’nın bunlarla yetinmeyip, “daha fazlasını yap yoksa sopa kafana iniyor” mesajı vermesi mantıklı mı?
-Suriye’ye tek başına girme, yoksa kafanı kırarım: Eh, çok zorlarsak belki bu olabilir ama bunu söylemenin yolu o fotoğraf olmasa gerek? Kırk türlü temas kuruluyor.  Kaldı ki mesaj buysa CHP, MHP ve genişçe bir muhalif cephenin tezleri çökmez mi? Hani ABD savaşa girmeyecekti de bizi savaşa sokacaktı? Sanıyorum Suriye ihtimallerini eledik. Peki başka ne olabilir? Düşünelim bakalım.

Büyütülecek bir şey yok, öyle mi?


(agos, 3 ağustos 2012)

Devlet desteğiyle düzenenen Hocalı mitingi, mitinge İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in katılıp milliyetçi bir konuşma yapması, ve yine miting sırasında ürkütücü bir hava oluşması sonrası yazdığım yazıda AKP’nin son dönemdeki milliyetçi/mezhepçi politikalarına atıfta bulunarak “Direksiyonu sağa kırarsan kontrolü kaybedersin” demiştim. (Agos, 2 mart 2012) Hafta boyunca yaşanan gelişmeler gidişatın bu yönde olduğunu gösterdi.
Malatya’daki olayla başlayalım. Bir Alevi mahallesinde ısrarla sahurda davul çalan bir kişi ile yaşanan sürtüşme sonrası Alevi bir ailenin neredeyse linç edilecek hale gelmesi, hayli ciddiye alınacak bir olaydır.  Ailenin son derece korkulu saatler yaşadığı , toplanan kalabalığın ise evi taşlayıp, ırkçı, tehdit edici sloganlar attığı anlaşılıyor. Ayrıca beldenin belediye başkanının olay sonrasında “bölgeyi terketseniz iyi olur” gibi skandala varan sözler etmesi var elimizde. Ve bütün bunlar yetmezmiş gibi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç da “Olay büyütüldüğü kadar vahim değil” açıklaması yaptı. Bu sonuncusu bile, olayın vahim olduğunu başlıbaşına gösteriyor zaten. Çünkü ne zaman böyle etnik/mezhepsel linç girişimlerinde bir hükümet yetkilisi çıkıp da “Abartılacak bir şey yok” derse, anlayın ki Hükümet birilerini/linççileri korumaktadır. Zaten Alevi örgütleri ve ülkedeki demokrat cephe de olayı hayli ciddiye almış ve sivil toplum örgütleri yürüyüşler ve basın açıklamaları ile yetkilileri önlem almaya çağırmışlardır. İlginç olan, olayla ilgili tek bir kişinin bile soruşturulmamış olmasıdır. Yerel yetkililer de (mesela vali) olaya klasik biçimde yaklaşmışlar ve “büyütülecek bir mesele  yok” deyip işin içinden çıkmışlardır.
Bu, “büyütülecek mesele yok” anahtar cümledir. İlk bakışta şunu düşünebilirsiniz: İşte sorumlu bir yönetici/yetkili var karşımızda, etnik/mezhepsel bir mesele olduğu için konuyu sükunetle, dikkatle halletmeye çalışıyor, vs.. Zaten kendilerini de böyle sunmaya çalışırlar. Ve her nedense bu tip linç girişimlerinde suçlular ve kışkırtıcılar ciddi bir yasal takibata da uğramazlar. Neden böyle oluyor, derseniz cevap hazırdır. Hassas bir konudur, kaşımaya gerek yoktur, “mesele büyütülmemelidir”. Ve artık bu, rutin prosedür haline gelmiştir. Buna inanıp inanmamak sizin elinizde. Fakat burada ciddi bir “meselemiz” var. Bu yaklaşımın linç girişimlerini ve linçleri engellemediğini aksine teşvik ettiğini artık görmemiz lazım. Ve bu “büyütülecek bir mesele yok” tavrının/mantığının ardından yatanı da görmemiz lazım. Bu tavırla çünkü asli olarak “çoğunluk” korunmaktadır. Bu çoğunluk kimi zaman Türk, kimi zaman da Sünni olmaktadır. Ya da ikisi birden. Bu çoğunluk genellikle “kışkıran” “tahrik edilen” tarafta olmakta; karşısında ise kah Kürt, kah Alevi, kah Roman olmakta, (artık Ermeni, Rum, Yahudi kalmadığı için saymıyoruz) ve her şey bittiğinde eğer canlarını kaybetmedilerse olay yerini terketmeleri istenmekte, tavsiye edilmektedir. (Ve bu, yani ‘gidin’ telkini, normal karşılanır. Ki aslında en korkunç alışkanlıklardan biri de budur.)

Pazar

Birine “kökeni şüpheli” dendi mi, şöyle bir irkiliriz..



 (agos, 27 temmuz 2012)
“New York Times, Türkiye'den pek hazzetmez. Bunu da sık sık bel altı vuruşlarla gösterir.
Ama bu kez bel altının da altına inmiş ve bacak arasına tekme atıyor. Türkiye düşmanlığıyla meşhur, kimliği ve kökeni müphem Taner Akçam'ın Türkiye'ye düşmanlık dolu bir makalesini yayınlıyor. Bu da çok alışılmadık bir durum değil. Ama sonrası alışılmadık. NYT bu makaleyi hem İngilizce, hem Türkçe olarak yayınlıyor.
Yetmiyor, bu ‘sözde’ makalenin duyurusunu da Twitter üzerinden yapıyor. Hem de Türkçe olarak. Bunun adı gazetecilik değildir. Bunun adı net ve açık ‘hasmane’ bir tutumdur. Hasım olmak bile bunu izah etmez. Bu düpedüz Türkiye düşmanlığıdır.”
Yukarıdaki sözler Habertürk gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’nın. Taner Akçam’ın New  York Times gazetesinde yayınlanan makalesine sinirlenmiş. Türkiye’de biliyorsunuz ana akım medyada yönetici ya da köşe yazarıysanız böyle şeylere sinirlenme imtiyazınız olur. Ağzınıza geleni söylersiniz. Aynı bürokratlık gibi gazetecilik/yöneticilik de bu ülkede –kimileri için- öncelikle bir güç edinme/güç kullanma faaliyetidir zira. Yan gözle de Başbakan’a ya da o dönemin kudretli isimlerine bakarsınız, “dediklerimi beğeniyor mu” diye. Kavgada meseleye yandan dahil olup fazladan bağırıp çağıranlar yan gözle en güçlüye bakarlar ya hani, “beni duyuyor mu” diye. O hesap.
Bu, işin iktidar-medya ayağındaki girintili çıkıntılı karmaşık faslı. Meselenin özüne gelecek olursak. Taner Akçam’ın yazısını okumuş olmalısınız zaten. Özetle Suriye, Ortadoğu gibi konularda dışarıya ‘insan hakları” dersi veren AKP Hükümeti’nin 1915 ile hala yüzleşmediğine dikkat çekmekteydi Akçam. Basında, kamuoyunda –artık sıkça- dile getirilen, bir eleştiriydi bu. Altaylı bu eleştiriyi muhtemelen Ermeni meselesinde öğrendiği ve takındığı resmi pozisyonun gereği olarak kınamak istedi. Bir de tabii 12 Eylül darbecilerinin bayraktarlığını yaptığı  “Türkiye’yi dışarıya jurnalleyen aydın” argümanı etkili olmuş belli ki. Ama bunu yaparkenki tavrı, klasik İslamcı-faşist bir yazarın tavrını andırıyordu. Neden böyle yaptığının muhtemel siyasi bağlantılarını yukarıda tarif etmeye çalıştım. Ama bunun bir de belli ki “varoluşsal” yanları var. Bunların ilki bir zamanlar Hürriyet’in öncülüğünü yaptığı “güçsüz olanın gözünün yaşına bakma, çullan çullanabildiğin kadar” tavrıdır. Basının yeni Hürriyet’i olma çabaları gözlerden kaçmayan Habertürk, baştacı yapmak için bula bula bu prensipi bulduğu için belli ki böyle çiğlikleri bundan sonra da göreceğiz. Bu memlekette biliyorsunuz kimse iyiyi örnek almaz, kötüyü örnek alır.

Cumartesi

Öyle utanıyoruz ki..


(agos, 20 temmuz 2012)

Unutturdular  resmen Uludere’yi. Evet biliyorum unutmayanlar var elbette, biz, siz, kimilerimiz hala yatıp kalkıp “Uludere” diyoruz, bazılarımız kalkıp oraya gidiyor, acılara ortak olmaya, o kapanmaz yaralara elinden geldiğince şifa vermeye çalışıyor ama, görünen şu: Üstüne yattılar. “İstihbarat şuradan geldi”, “yok hayır buradan geldi” “nereden geldiğini araştırıyoruz” dediler. “Ölenler zaten kaçakçıydı canım” dediler. Bir araba laf ettiler. Onu suçladılar, bunu suçladılar. Bir tek kendilerini suçlamadılar. Soruşturma yürüyor dediler. Her şey ortaya çıkacak dediler. 7 ay oldu. Bir arpa boyu bile yol gidemedik. İşi boğuntuya getirdiler resmen. Özür bile dilemediler. Özür dilememek için kırk takla attılar. İnatlaştılar. Delicesine, bir şeyi –neyse artık o şey-  ispatlarcasına inatlaştılar. Dediklerini de yaptılar. Özür dilemediler. Birbirlerini korudular, kolladılar. Ne TSK’dan, ne oradan, ne buradan hiçbir yerden kelle vermediler. Muhtemelen birbirlerini tebrik ediyorlardır. “Firesiz atlattık” diyorlardır. “Olan oldu, artık önümüze bakalım” diyorlardır. Ne diyelim? Tebrik mi edelim?
Şu yukarıda  tarif etmeye çalıştığım tavır o kadar çok şey anlatıyor ki. Bir iktidar nasıl taşlaşabilir, nasıl hissizleşebilir ve en önemlisi bazı acılara, bazılarının acılarına nasıl sırtını dönebilir. Çok şey anlatıyor. Ölenler Kürtlerdi. TSK uçaklarının bombardımanıyla öldüler. Uçaklar bir kere bombalamış. Sonra ikinci bir bombardıman daha başlamış. Rastgele atılmış bir bombadan bahsetmiyoruz. Görüntüleri izleyenlerin anlattıkları var. O çocukların nasıl korktukları, ilk bombardımandan sonra nasıl biraraya gelip büzüştükleri. Uydudan görünüyormuş bütün bunlar. Kaçakçı oldukları ayan beyan anlaşılıyormuş. Ama buna rağmen ısrarla bombalanmışlar işte. Olaydan sonra bölgeye ambulansların gitmesine engel olunmuş. Bombardımandan sağ kurtulanlar bu sefer de donarak ölmüşler. Aileler yakınlarının parçalanmış cesetlerini kendileri bulup almışlar getirmişler. İstihbaratı kimin verdiği bilinmiyormuş. “Bombalayın” talimatını da. Araştırılıyormuş daha. Devletten yapılan açıklamalar dışındaki açıklamalara itibar etmemeliymişiz. Sabırlı olacakmışız. Her şey er ya da geç ortaya çıkacakmış.
Biz, bu topraklarda yaşayanlar biliyoruz ki böyle bir şey sadece Kürtler’in başına gelebilirdi. (Bir de başka  bir halkın daha başına gelebilirdi, ama zaten kat be kat geldi ve artık onlar oralarda yoklar.) Devletin bu topraklarda başka bir halkı böylesine bomba yağmuruna tutması mümkün değildir, açık konuşalım. Denecektir ki “E canım orası terör bölgesi”. Nasıl da rahatlatıyor, değil mi, vicdanları. Terör bölgesi orası. O  yüzden, olabilir yani böyle şeyler. Devlete, devleti devralanlara, çoğunluğa sinen o ırkçılık, ayrımcılık, nasıl da kendini belli ediyor. Neredeyse 100 yıldır hiç sönmeyen bir ateş var o bölgede. Kırımlar, katliamlar, isyanlar, sürgünler coğrafyası orası. Hükümette kim olursa olsun, hiç değişmeyen bir biçimde devletin, merkezi otoritenin orada yaşayanları ikinci sınıf vatandaş gördüğü, hatta vatandaş bile görmediği,  dışladığı, bastırdığı, önderlerini sürgün ettiği, katlettiği, çıkan isyanları misliyle bastırdığı, halka nefes aldırmadığı bir coğrafya orası. Çözüm isteyen devlet görevlilerini yine devletin kendi elleriyle öldürdüğü, üstünü kapattığı, “teröristler öldürdü” dediği bir coğrafya orası. Rakel Dink’in Uludere’ye gittikten sonra dediği gibi: “Ey Cudi, görkemli dağ, kaçıncı tanıklığındır bu gördüğün, kaçıncı ölüm sessizliğidir bu yaşadığın, kaçıncı insansız kalışındır?” Terör bölgesi, öyle mi?

Cuma

Camiler ve heykeller üzerinden, egemenlik mücadelesi..


(agos, 13 temmuz 2012)


Başbakan  Erdoğan’ın ısrarıyla Çamlıca’ya cami yapılacak gibi görünüyor. İslam ve dünyevi iktidar konu başlığında kaydadeğer bir gelişme olacak şüphesiz. Genel kanı, Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran AKP’nin, İstanbul’un en görünür yerine gösterişli bir cami yaparak bu kudretli dönemi taçlandırmak istediği yönündedir. Fakat ilginç olan, bu hamlenin laik kesim kadar dindar kesimde de tartışma yaratmış olması.
Siyasal değil de,  kültürel İslam’ın sözcüleri Müslümanlığın tevazuyla ilişkisini öne çıkararak, bu çapta, hele kudretli Osmanlı İmparatorlarının yaptıklarını da geride bırakma iddiasında olan devasa bir cami yapılmasının, geleneklere uymayacağını söylemekteler. Keza İslami açıdan da (“insanın olmadığı yere cami yapılması”) mahzurlu olduğu öne sürenler az değil.  Fakat anlaşılıyor ki, bu kesimin sesi çıksa ve azımsanmayacak bir etki alanına sahip olsa dahi, ”siyasal İslam”, içeriden gelen bu eleştirileri dikkate almayacak.  Şaşırtıcı değil. Zira siyasal İslam böyle davranır. Çünkü o dünyada  İslam ve iktidar;  iktidarın/otoritenin dayatılması, temaşa edilmesi, içiçe geçer. Zaten  Emevi döneminden itibaren halifeler ve imparatorlar da İslam’ın o ilk yıllarındaki  mütevazi iklimin düsturuyla değil,  aynı zamanda dünyevi iktidarlarının ihtişamını da sergilemek için o anıtsal camileri yaptırmışlardı. Dolayısıyla yer seçimi (çevreye, İstanbul silüetine etkileri) bir yana bırakılırsa, -ki bunlar aslında önemlidir- Erdoğan’ın yaptığının siyasal İslam geleneği içinde yeri vardır.
Bu vesileyle Türkiye’nin cumhuriyet tarihine damgasına vuran “Atatürk heykeli-cami” gerilimine bir göz atabiliriz. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte başlayan ve hala süren bir gerilimdir bu. Laik-elit cephe, lüzumundan fazla yere heykel dikerek ve lüzumundan fazla yere/meydana/caddeye/tesise/üniversiteye/komplekse Atatürk ismini –neredeyse bir takıntı halinde- vererek bir şey söylemeye çalışıyordu elbette. Diyordu ki “Bu ülkenin yeni toplumsal-meşru değeri budur”. Şunu kastetmekteydi  cumhuriyet otoritesi: Her toplumda,  -genellikle tabii- herkesin kabul edeceği benimseyeceği bir değer/değerler olur. Kimi toplumlarda bu dindir, İslamdır, kimi toplumlarda mesela Hıristiyanlıktır, kimi toplumlarda bu bilim bile olabilir. Kimi toplumlar kendilerini demokrasinin beşiği olarak görebilirler. Bizim değerimiz bugüne kadar Osmanlılık ve İslam’dı. Artık değil. Yeni bir emirle pozitivizme geçiyoruz, isteseniz de istemesiniz de. Simgemiz de Atatürk’tür. Gerekirse bu simgeyi bir iktidar/otorite göstergesi olarak da kullanabiliriz.

Salı

AKP krizi fırsata mı çeviriyor (2)


(agos, 6 temmuz 2012)

Hükümet ile Cemaat arasında MİT Krizi’nin patladığı ve Hükümet’in bu vesileyle üst düzey devlet memurlarının yargılanmasını Başbakan iznine bağladığı günlerde bu gazetede “AKP krizi fırsata mı çeviriyor?” başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda özetle Cemaat ile patlak veren krizi AKP’nin siyasi olarak kullandığını, yargı alanında yaptığı düzenlemelerle Cemaat’i –bir nebze daha- devredışı bırakıp kendine güç devşirdiğini öne sürmüştüm. Şöyle demiştim:
“Bu kriz vesilesiyle üst düzey devlet memurlarının soruşturulması için Başbakan onayını şart koşan bir yasa getiriliyor. Hakan Fidan meselesi üzerine oluşturulan ve ‘kişiye özel bir düzenleme’ vasfı taşdığı apaçık ortada olan bu düzenlemenin mantıken epey tartışma çıkarması beklenir. Muhtemelen TBMM faslında muhalefet bu yasaya sertçe karşı çıkacaktır. Ancak AKP muhtemelen bu yasayı zorlanmadan kendi oylarıyla  çıkaracaktır. Böylece Erdoğan kendine yeni bir ‘otorite’ alanı daha ihdas etmiş olacaktır.” (Agos, 17 şubat 2012)
İşin doğrusu Hükümet’in Özel Yetkili Mahkemeler (ÖYM) hakkında gittiği tasarruf da bu politikanın bir devamıymış gibi duruyor. Bilindiği gibi toplumda ÖYM’lere karşı oluşan tepkileri süzen Hükümet “bu mahkemeler de artık çok oluyor” havasıyla bunların kaldırılacağını ya da bir düzenlemeye tabi tutulacağını söylemekte, Cemaat ise bu yola gidilerse Ergenekon, Balyoz gibi davalarda elde edilen tüm kazanımların buharlaşacağına dikkat çekerek bunun tehlikeli bir adım olacağını savumaktaydı. Perde önünde bunlar söyleniyordu ama perde arkasında Hükümet’in Cemaat’in devlette ve yargıda kazandığı etkinlikten artık iyice huzursuz olduğu ve Cemaat’e yakın hakim ve savcıları törpülemek için bu yola gideceği konuşulmakta, kamuoyunda genişçe bir cephe bu senaryoyu dikkate almaktaydı.
Sonuçta geçtiğimiz Pazar günü TBMM’de görüşülmekte olan 3. Yargı Paketi’ne ek bir önerge verildi ve düzenleme büyük bir gürültüyle TBMM’den geçti. Muhalefet içeriğin yanısıra böylesine önemli bir düzenleme için 5 dakikalık bir görüşme süresi tanınmasına da tepki göstermekteydi, haklı olarak. İçeriğe gelecek olursak. Şöyle diyor düzenleme:
“Terörle Mücadele Kanunu (TMK) kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar, Adalet Bakanlığı'nın teklifi üzerine HSYK tarafından yargı çevresi birden çok ili kapsayacak şekilde belirlenecek illerde görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülecek.”
Düzenlemenin en kritik kısmı bu. Hükümet kağıt üzerinde basitçe diyor ki “ÖYM’ler kalkıyor ama bu alanda boşluk oluşmasına izin vermeyeceğiz..” Ancak metne baktığımızda şu özellik bariz biçimde görülüyor. Diyelim, bir soruşturma başlayacak ya da başlatılacak. Adalet Bakanı HSYK’ya diyecek ki, “Bölgesel özel mahkeme kur.” Manzara bu. Ve bu manzaraya bakınca elindeki davalar bitene kadar görev yapacak olan ÖYM’ler mi daha çok İstiklal Mahkemeleri’ne benziyor; yoksa bu yeni düzenlemeyle getirelecek olan özel görevli Bölgesel Mahkemeler mi, doğrusu kararsızım. Hatta ikincisi daha ağır basıyor diyebilirim.

Cuma

Sel gider, zihniyet yağ gibi üste çıkar..



(agos, 18 eylül 2009)

Not almamışım. Ama hikayenin ana hatları aklımda, bizim buradan  bir köşe yazarı yazmıştı, o köşe yazarının nezaketine sığınayım. Bir tarihte ABD'de bir gazeteci, devlette önemli mevkilerde bulunmuş ve belki de bulunmakta olan  mühim bir zata sorar. Der ki "O kadar haber, skandal çıkarıyoruz ortaya, ve birçok off the record bilgi dinliyoruz. Olup bitenin ne kadarını biliyoruz biz, gazeteciler olarak?" O mühim zatın cevabı çarpıcıdır: "Yüzde 5 kadarını.." Hikayenin aklımda kalanı böyle. Nereden aklıma geldi derseniz.. Okur olarak o kadar imar yolsuzluğu ve usulsüzlüğü haberi okuyoruz. Sizce İstanbul'da ve Ege Akdeniz kıyılarında imar alanında olup bitenlerin ne kadarını biliyoruzdur?
Geçen hafta Hasankeyf ve 3. köprü vesilesiyle kapitalizmin kentle ve çevreyle kurduğu ilişki bahsinde biraz gezinmiştik. Ve tam da yazıyı bitirdiğim sıralarda Trakya ve İstanbul'da 30'un üzerinde cana mal olan sel "skandalı" patlak vermişti. Bu hafta devam edelim demiştim. Zor konu. Şuradan başlayabiliriz: Bu konuda hiçbir partinin eli temiz değildir. Bunu diyerek konuyu şu çerçevede değerlendirmek de istemem doğrusu: işte siyasetçiler sel felaketi üzerinden kayıkçı dövüşü yapıyor, yapmasınlar. Hayır bunun tam tersini savunuyorum. Bu kayıkçı dövüşü olabildiğince sürsün ve biz bu imar meseleleri hakkında öğrenebildiğimiz kadarını öğrenelim. Değil mi ki şu günlerde  CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın yanında yeniden zuhur eden Mehmet Sevigen tam da yerel seçimler öncesinde ismi bir imar usulsüzlüğü ile birlikte anıldığı ve savunması o dönem için Baykal'ı tatmin etmediği için kenara alınıvermişti? Unuttuk. Şunu da bilhassa hatırlatmak isterim: AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli'nin kenara çekilme gerekçesi neydi, yine yerel seçimler öncesinde? Evet isminin yine bir imar usulsüzlüğüne karışmış olması ve savunmasının Başbakan Erdoğan'ı tatmin etmemesi.
CHP ve diğer partiler de tabii ki ayrı ve önemli bir kategori ama AKP'nin hakkını teslim etmeliyiz. İstanbul'un hakkını verdiler. Sadece dere yataklarında olup bitenlere ilgisizliklerinden  daha doğrusu buraları kıymetli bir meta olarak görmelerinden bahsetmiyorum. Herhalde farkındasınız, bir köşede yıllardır şu proje ususul usul yürüyor: "değerli" bölgelerdeki okulları İstanbul dışına taşıyıp, o okullardan -evet bildiniz- otel yaratmak. Ve yine değerli yerlerdeki hastaneleri -mesela Koşuyolu Kalp- şehir dışına taşıyıp bu değerli araziler üzerine -evet yine bildiniz- alışveriş merkezleri, konutlar iş merkezleri inşa etmek. Gözü dönmüş bir parti ve gözü dönmüş bir müteahhit güruhuyla karşı karşıya değil miyiz?
Özledikleri  İstanbul, otobanlardan, plazalardan, iş merkezlerinden, site kentlerden, köprülerden kurulu bir İstanbul'dur. Değerli bütün araziler işi bilenlere verilmelidir.
Ve kusura bakmayın AKP'nin o kadar can kaybından sonra çıkıp "Dere öcünü alır" "Vatandaşlar tedbirsiz davranmışlardır" gibisinden utanç verici açıklamalarını ciddiye alacak değilim. Şu var. Mesele nereye dayanıyor? Asli olarak merkez sağ'ın tali olarak da merkez sağ olsun olmasın siyaset esnafının kentle, kentleşme ile kurduğu ilişkiye. Özetle kapitalizmin ve bize özgü kent-çevre düşmanlığının o kahredici mantığına.

Hükümet’e soralım: İnternet andıcından ne farkı var?


(agos, 29 haziran 2011)

Önce hemen şu notu düşeyim. İnternet andıcı olarak bilinen davada yargılanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve diğer isimler sanık aşamasındadırlar, şu aşamada suçlu değillerdir, elimizde henüz  sadece bir iddia var. Ancak gerek Başbuğ’un gerekse diğer sanıkların ifadelerinden Genelkurmay içinde;  seçilmiş Hükümetlerin ve resmi ideolojinin hoşuna gitmeyen  kişi ve grupların (Kürtler, Ermeniler, liberaller) itibarsızlaştırılması için –devlet kararıyla- internet siteleri kurulduğunu ve bu sitelerin çoğu zaman “mamul” haberler yaptıklarını biliyoruz. Bu uygulama nedeneniyle devlet/Genelkurmay hiç şüphesiz hesap vermelidir.
Fakat şöyle de bir durum var. AKP ve ona yakın medya, internet andıcı nedeniyle bu sanıkları ve bu zihniyeti hedef tahtasına koyarken, kendisine “Müslüman” diyen cephede, daha doğrusu o cephelerden birinde, acaba neler olmakta? Önümüzde böyle bir sorun var çünkü dindar gibi görünen ama uzun yıllardır koyu faşist çizgisiyle geniş bir çevreyi irkilten Akit gazetesi yeni bir –tüm Türkiye’yi utandırması gereken- kampanyaya imza attı.  Akit gazetesinin internet sitesi olarak bilinen habervaktim.com’da bir yazı yayınlandı. Meselenin ayrıntılarını biliyor olmalısınız. Güya Ali Bayramoğlu Ermeni imiş. Ama kimliğini gizliyormuş. “Türkiye'nin Ermenistan politikası ve terörle mücadele yöntemini yerden yere vururken, Ermenilere soykırım tezini savunan ve sürekli açılım öğütleyen yazılarıyla bilinen Yazar Ali Bayramoğlu'nun gerçek kimliğini gizlemeye çalışan bir kripto olduğu ileri sürülüyor..”muş.
Üstelik bu, Yeni Şafak gazetesinde rahatsızlık yaratıyormuş. “Habervaktim'in edindiği bilgilere göre, Yeni Şafak çalışanları, Bayramoğlu'nun Ermeni kökenli olmasına değil, Ermenicilik yapması’na tepki gösteriyor..”muş..
Yerseniz. Çok açık ki Ali Bayramoğlu’nun Hükümet’in kimi uygulamalarını eleştirmesi, Kürt ve Ermeni meselelerinde Hükümet’le aynı çizgide durmaması üstelik bunu Yeni Şafak gibi Müslüman kimliğiyle ve AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazması, Akit “çizgisi”ni rahatsız etmiş.  Rahatsız olunca da tek bildikleri yola başvurmuşlar: nefret söylemi, nefret suçu, ırkçılık, hedef gösterme. Neyse ki Yeni Şafak gazetesi “Hayır yazarımız Ermeni değildir” basitliğine düşmeden dengeli bir biçimde yazarını savundu. Ama mesele hala kapanmış değil.
Öncelikle bu tip ırkçı söylemlerin artık hukuken bir karşılığı olması gerekiyor. Çünkü bu tip ırkçı hedef göstermeler, hele basın aracılığıyla yapılıyorsa dünyanın her yerinde suçtur. (Bu arada yeri gelmişken bir detaya dikkat çekeyim: akıllarınca olası bir davadan kaçmak için –sorun Ermeni olması değil Ermenicilik yapması- gibi bir ifade koymuşlar, ama boşuna dertlenmişler, konuyu hiçbir savcının umursadığı yok.) Ancak memleketimizde bu suç sayılmadığı gibi bu gazetenin Ankara temsilcileri, genel yayın yönetmenleri zaman zaman Başbakan’ın uçağında ağırlanabiliyor. Bilemiyorum AKP bu konuyu (hem nefret suçu hem de ağırlanma meselesi) gündemine almak için hala ne bekliyor? Ve gündemine almıyorsa mantıken şöyle bir soru doğuyor: yoksa AKP bu yayınlardan memnun mu? Ya Başbakan?

Pazartesi

Devlet cezaevinde test edilir..


(agos, 22 haziran 2012)

Cumartesi gecesi Şanlıurfa cezaevinde huzursuzluk çıktı. Kimine göre isyandı yaşananlar, kimine göre tutuklu ve hükümlülerin kendi aralarındaki kavgası. Yangın çıktı koğuşlarda. 13 kişi yanarak can verdi. Herkes iktidara baktı. Ne diyeceklerdi? Yangın neden çıkmıştı? İsyan varsa bu, neye isyandı? Tamam ilgili herkes el yordamıyla bazı bilgiler alıyordu, anlaşıldı ki cezaevindeki koşullar çok kötüydü, tutuklu ve hükümlüler cehennem sıcağında koğuşlarda üstüsüte yatmaktaydı, buna karşı bir isyan çıkmış olabilirdi. Ama yine de iktidar ne diyecekti bakalım?
Şunu dedi iktidar, sıcağı sıcağına: Kendi aralarında kavga etmişler, yatakları ateşe vermişler, o yüzden ölmüşler. Bu kadar basitti yani. Ertesi gün birçok gazete de benzer bir bakış açısıyla haberi yayınladı. Vantitalör için kavga etmişlerdi. 13 kişi yanmıştı. Tabloda bir tuhaflık vardı ama. 13 kişi bu yüzden kömürleşerek ölmüş olabilir miydi? Neyse ki iktidarın açıklamasıyla yetinmeyen siyasetçiler, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları olay yerine gittiler. O açıklamaları özetliyorum:
-Ölen mahkumlardan Mehmet Arslantay’ın annesi Ayşe Arslantay: “Oğlum ‘Anne bize sigara aldırıyorlar, bizden para istiyorlar, gardiyanlar mahkûmlara öğretiyor bize baskı yapıyorlar’ diyordu. ‘Uzak dur, çıkmana az kaldı’ dedim. Ama oğlum yanarak öldü”
-Ölen mahkûmlardan Hüseyin Kıskaç’ın babası Mehmet Kıskaç: “5-6 kişilik koğuşta 20 kişi kalıyor. Oturacak, yatacak yer yok. Koğuş yandığında kapıyı açmamışlar. Burada yaşanan tamamen ihmal yüzünden oldu. Kapı açılmadığı için içerde pişmişler, tanınmaz haldeler şimdi. Oğlumun daha cezasının da kesinleşmemişti, mahkemesi görülseydi serbest bırakılabilirdi.”
-TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu /Cezaevleri Alt Komisyonu üyesi Malik Ejder Özdemir: “Orada insani koşullar yok. Suyun günde 1-2 kez 1 saatliğine aktığı cezaevleri var. Şu anda cezaevlerinde 138 bin kişi var, yarısından çoğu tutuklu. Yığılmanın 2 temel nedeni var, adaletin geç yerini bulması, davaların uzun sürmesi, ikincisi de tutuklamanın çok kolay olması. Sadece Ergenekon davası için söylemiyorum. Özel yetkili mahkemeler çete davalarına da bakıyorlar. Şimdi gencecik bir çocuğun arkadaşı gasp yapmış, telefon çalmış, bu çocuk o arkadaşı ile telefonda konuştuğu için tutuklanmış. Diyarbakır Cezaevi’nde gördük, 70 yaşındaki bir adam, oğlu eroinden yakalanmış, ilk babasını aramış, ‘Polis beni yakaladı, haberin olsun’ diye. Polis ise ‘suçlu ilk, suç ortağını arar’ diye babayı tutuklamış. 2-3 yıldır cezaevindeydi, hâlâ da da muhtemelen yatıyordur.” (Cumhuriyet, 19.06.2012)

Cuma

AKP ve CHP’nin yeni Kürt siyasetinden ne anlamalıyız?


(agos, 14 haziran 2012)

CHP’nin geçtiğimiz hafta “terör sorunu” kod adı altında Kürt Sorunu’nun çözümü için diyalog kurmak amacıyla AKP’yi, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ı  ziyaret etmesi ve bu görüşmenin en azından şimdilik hüsranla sonuçlanmaması, son derece ihtiyatlı bir iyimserlik yaratmış görünüyor. Bu ziyaretin hemen sonrasında Başbakan Erdoğan tarafından Kürtçe’nin seçmeli ders olarak ilan edilmesiyle de görünürde iklim eh, biraz  yumuşamış durumda. Bu iyimser, umutlu havayı elbette ki paylaşmak isterim. Yine de aklıma takılan bazı sorulara hala yanıt aradığımı itiraf etmeliyim. Paylaşıyorum..Sonuçta bizim de işimiz, soru sormak..
-Konuya giriş olarak: Başbakan Erdoğan bilhassa son 1 yıldır her fırsatta “Kürt sorunu diye bir sorun kalmamıştır” demekte.  Son olarak mesela 27 Mayıs’ta aynen şöyle demişti: “PKK sorunu başka, Kürt sorunu başka olay. Artık Kürt sorunu bitmiştir, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır.” Konuya bakışını bu sözlerle  ilan eden bir siyasi otoritenin atacağı adımları “Kürt Sorunu’nun çözümü” için atılmış adımlar olarak mı kabul etmeliyiz, yoksa Sünni/Türk egemen otoritenin artık soruna sadece başka biçimde bakmaya başladığının göstergesi  olarak mı?
-“Kürt vatandaşların sorunları”ndan kasıt, anlaşıldığı kadarıyla bireysel bazı hakların verilmesi. Kürtçe seçmeli ders de bunların başında geliyor. Anladığımız kadarıyla Kürtçe birçok seçmeli desten biri olarak ikinci 4’ten itibaren okutulacak ve yeterli sayıda  öğrenci sağlanırsa (yaşayan dil ve lehçeler başlığı altında) ders açılacak. Önemli bir adım olduğu ortadadır, küçümsemek doğru olmaz ancak “anadil” gibi çok hayati bir meseleden; ve egemen etnik gruptan/devletten hak  talep eden, geniş bir coğrafyaya yayılmış, ülkedeki ikinci büyük etnik gruptan bahsediyorsak, eğitim konusunda hayli yetersiz bir adımla karşı karşıya olduğumuz ortada değil mi? Bu denklemde bence atılacak doğru adım azınlık okullarındaki uygulamanın benzeri hatta –niçin olmasın?- tıpatıp aynısı  olmalıdır. Anaokuldan itibaren tüm sınıflarda  (ağırlık anadilde olmak üzere) anadil ve Türkçe’nin birlikte okutulması ve bu sistemin isteyenler için lise sona kadar sürmesinden bahsediyorum. Sadece ülkedeki en büyük ikinci etnik grup değil, Çerkesler ve Lazlar da dahil olmak üzere ülkedeki her azınlık/etnik grup bu haktan faydalanabilmeli, devletin eğitimdeki sıkı ve –aşırı- kapsayıcı kontrolü serbest bırakılıp bu tür okullar, bu kapsamdaki azınlıkların kurduğu vakıflara devredilmelidir. Bu önerimi bu sütunlarda daha önce de defalarca ve etraflıca dile getirdiğim için bu parantezi burada kapatıp sorularımıza geri dönelim derim..

“Milli irade” ile Diyanet arasında..


(agos, 8 haziran 2012)


Kürtaj meselesine devam etmekte fayda var, çünkü konu ciddidir. Son bir haftada önemli gelişmelere tanık olduk. AKP kürtajı fiilen yasaklayacak bir yasa için hazırlıklarını sürdürürken AKP ile gayet uyumlu bir profil çizen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet  Görmez kurumun kanaatini açıkladı ve “Ceninin kendine ait bir hayat hakkı vardır. Gebe anne ‘beden benim değil mi?’ diyemez. Bebeğin gerçek anlamda sahibi değildir. Ne annesinin ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatını üzerinde sonlandırma yetkisi de yoktur” dedi.
Diyanet işleri kestirip atmış, “kürtaj cinayettir” diye.. Bunu ne zaman yapmış? Siyasi iktidar, durduk yere –mevcut durumda tüm Batı dünyası  ile uyumlu bir şekilde 10 haftaya kadar izin verilen- kürtajı yasaklama girişimi başlattığında. İlk önce şunu bilelim: Diyanet bu tavrıyla yasama faaliyetine bir katkıda, hatta öneride, hatta ve hatta müdahalede bulunmuştur. Konu her ne olursa olsun. Bu bir kere devletin din karşısındaki nötr –olması gereken- konumuyla en baştan çelişmekte ve büyük bir problem yaratmaktadır.  İkinci olarak her ne hikmetse siyasi iktidarla gayet uyumlu bir öneride bulunmuştur. Diyanet İşleri burada siyasi iktidarın bir “parçası” gibi davranmaktadır.  En azından algı budur. Oysa biz biliyoruz ki –bu haliyle bile problemli olmakla birlikte-  Diyanet İşleri’nin  fonksiyonu din görevlisi kadrolarını düzenlemek ve vatandaşın din kültürü hakkındaki ihtiyaçlarına cevap vermektir. Yasama faaliyetine karışamaz, karışmamalıdır. Üçüncü olarak –hele ki- dini olmayan bir konuda kesin, tartışılmaz, fetva gibi algılanacak hükümler  vermemelidir.  Zaten Diyanet işleri kendi sitesinde kendisini şöyle tarif etmiştir:
“Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini'nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1).” (abç)
Meselemiz bununla  da bitmedi.  Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, aynı gün, İl Müftüleri Semineri’nde yaptığı konuşmada Diyanet’in mevcut halinin de  problem yarattığını söyledi. Şöyle dedi Bozdağ:
“ (mevcut Anayasa’da)  görevini yaparken 'laiklik ilkesi doğrultusunda görev yapar' diye bir görev tanımı  yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren yapı var.. Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir. Kurum görevini laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre yapmalıdır..”  
Bozdağ bu sözlerinin yankı uyandırması üzerine ertesi gün şunları söyledi:  “Anayasanın 136. maddesine baktığımızda orada bir müdahaleci laiklik anlayışını görüyoruz. O fevkalade yanlış. Biz onu ifade ettik. Söylediğimiz şey bundan ibarettir. Laikliğe aykırı bir hükmün laikliğe uygun hale getirilmesi esastır.”
Bozdağ bu sözleriyle mevcut çarpık hali gidermek istediklerini ima ediyor olsa da ilk demeci pek de bu yönde değil. Zira mevcut çarpıklığı gidermenin en iyi yolu Diyanet’i ya sadece idari bir kurum haline getirmek ya da Alevileri ve diğer dinleri de kapsayacak şekilde revize etmek.  O sözlerde bunlar yok.

Salı

“Kadın” üzerinden görülen hesaplar



(agos, 1 haziran 2012)

Başbakan Erdoğan’ın Uludere’de özür dilememek adına ortaya attığı kürtaj konusu,  gayet ciddiye bindi. Konuyla ilgili bir yasa hazırlanıyor, mevcut durumda 10 haftaya kadar verilen kürtaj izni 4 haftaya indiriliyor. Ki bu zaten fiilen kürtajı yasaklamak demek, çünkü 4 haftada hamileliğin bile anlaşılması çok zor, nerede kaldı kürtaj işlemine geçmek. AKP zaten bu konuda hayli rahat olduğu için “gerekirse yasaklarız” aşamasına da hemen geçiverdi. Demeçlerden anladığımız, tecavüz gibi durumların yasa kapsamına girmeyeceği yönünde.
Basitçe, erkeklerin toplum tasarımının kadın üzerinden görüldüğü klasik bir vaka ile karşı karşıyayız. Hiç şüphe yok , bu yeni yasaklamaya destek verecek kadın sayısı az değildir. Ancak sonuçta kadın bedenini ilgilendiren bir durum ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Ve bu, üzerinde ciddi biçimde durulması gereken büyük bir sorun.  Dolayısıyla  erkek/dünyevi otoritenin kadınla ilişkisine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Burada iki yönelim var. İlki, dini gerekçeler. İkincisi ise dünyevi,  yani kalabalık bir nüfus olma gayreti, özlemi. Bunların ikisinin de “erkek/dünyevi otoriteler” tarafından tanımlandığını aklımızda tutalım. Denecektir ki, dini gerekçe nasıl dünyevi otoritenin işi oluyor? Biraz geriye gitmek gerekecek.  Kürtaj konusunu mesele eden Hıristiyan Katolik dünyanın tarihine bakmak gerekiyor yani. Çünkü bu kürtaj meselesinin telif sahibi esasen Hıristiyan Katolik dünyasıdır.  O dünya içinde oluşmuş, serpilmiş diğer dinleri de etkilemiştir. Oluşma aşaması ise kabaca Ortaçağ’a, yani Papalık otoritesi ile Avrupa’daki Hıristiyan siyasi otoritenin güç mücadelesine girdiği döneme denk gelir. Bu dönemde Katolik otoritenin, bilhassa cinsellik konusunda hayatın bütünü kapsayan son derece mutaasıp bir baskı kurduğunu biliyoruz. Hatta ve hatta Katolik otorite, cinsel ilişki pozisyonlarını bile kendisine mesele etmiş, sadece çocuk yapma amaçlı pozisyonu meşru görerek, diğer pozisyonları mahkum etmiştir.  Meşhur “misyoner” pozisyonunun ismi de buradan gelmektedir zaten. Dini otorite tarafından önerilen pozisyondur. Papalık kurumu  Ortaçağ’da meseleye bu kadar detaylı yaklaşıyordu yani. Konudan uzaklaşır gibi olduk ama bunlar aslına bakılırsa konumuzla hayli ilgilidir. Zira sadece kadın değil insan bedeni üzerinde de dini otoritenin ne derece tahakküm kurabildiğini gösterir.

Pazartesi

Medya Klara’yı neden çok sevdi?


(agos, 25 mayıs 2012)


"ABD'de Ermeni Soykırımı Araştırma Merkezi'nin (Armenian Genocide Recource Center), Internet sitesinin manşetinde bir yazı:
'To be Armenian In Turkey' (Türkiye'de Ermeni Olmak)
1915 Ermenileri adlı blog'unda aynı yazı.
Ve birçok Türkiye karşıtı, Ermeni sitesinde."

Funda Özkan’ın Klara Yeteroğlu vakasını haberleştirdiği köşe yazısı böyle başlıyor. Klara’nın kompozisyonu birçok Türkiye karşıtı Ermeni sitesinde haber olmuş. Yazıyı birinci sayfadan manşetten duyuran Akşam gazetesini yazı işleri de farklı bir dil seçmedi.  Gazeteye göre kompozisyon, radikal Ermeni sitelerinde manşet olmuştu.  Bu tip her vakada olduğu gibi tıklanma rekorları kırıyordu. Aynı gün bütün haber siteleri Akşam’ın haberini bu klişelerle sayfalarına taşıdılar, ilgiyi gören gazete, hemen Klara, annesi ve babasını gazeteye davet etti, onlarla yapılmış bir söyleşiyi ertesi gün birinci sayfadan yayınladı. Habertürk de konuya ilgisiz kalmamış, ertesi gün birinci sayfadan Klara’nın hikayesini işlemişti. Medya Klara’yı çok sevmişti. Fakat meselemiz,  tam da medyanın Klara’yı sevmesidir, ve bu şekilde sevmesidir,  aslına bakarsanız.

Ne diyordu Klara, Darrüşafaka Lisesi’nin “Ahmet Rasim Yaşıyor” başlıklı kompozisyon yarışmasında? Okudunuz defalarca o yüzden altını çizmek istediğim kısmını alıyorum:

“Son yıllarda ülkemizde meydana konmak istenen bazı kavgaları ve anlaşmazlıkları görünce aklıma sorular geliyor. Neden yüzyıllarca bir arada yaşayan bu iki dost topluluk birbirine düşürülmek isteniyor? Acaba ben hangi tarafta olmalıyım? Ya da bir tarafta olmak zorunda mıyım?
(...)Bence sorun yine dış kaynaklı güçler. Bizim bu ülkede rahat olmamızı istemiyorlar. Ben hem Türk'üm hem de Ermeni. Ben aslında Türkiyeliyim.”

Böyle diyor Klara. Şimdi. Şöyle bir meselemiz var. Klara 14 yaşında. Erdil Koleji 8. sınıf öğrencisi. Siyasi meselelere o yaşın penceresinden bakması doğal. Annesinin Türk olduğunu da unutmayalım.  Klara’ya hiçbir şey diyemeyiz. Hislerinde samimidir. Burada sorun aslına bakarsanız devletin resmi görüşüyle gayet uyumlu bu hisleri tutup yarışmada birinci yapan, sonra da gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlayan mantıktadır. Sorun bu kompozisyona sitelerinde yer veren ve yıllardır “soykırım” meselesiyle uğraşan yurtdışındaki –büyük kısmı buradan, 1915’te olanlar nedeniyle göç etmek zorunda kalan- Ermeni toplulukların “radikal” “Türkiye karşıtı” olarak tanımlanmasındadır. Sorun bu kızcağızın hislerinin “İşte doğru Ermeni tutumu” mesajıyla  bize dayatılmasıdır. Sorunun kökü buradadır. Çünkü Türkiye’deki resmi tez, yıllarca, iyi Ermeni’nin işte böyle bir Ermeni olduğunu söyledi. Hatta herkesin kafasına kaktı. Ana akım medya bunu doğru olarak kabul etti, Hürriyet’in öncülüğünde tüm Türk basını yıllarca bu doğrultuda yayın yaptı, bu örnekleri büyüttü, manşetleştirdi. Ve tabii şu da var: bunları devletin komutuyla, zorla, mecburen yapmadılar. Tabii ki devlet böyle istiyordu ama bir yanda da sevdiler bu duruşu. Çünkü bu tez çok kullanışlıydı. Hem Ermenileri, azınlıkları sever gibi görünüyordunuz hem de resmi görüşün dışına çıkmıyordunuz. Ne güzel oluyordu. Kazan kazan durumu.

“Sistem” zorda..

(agos,18 mayıs 2012)




Yunanistan’da seçimler sonrası olup bitenler, daha doğrusu global kapitalist sistemin ve şu meşhur piyasaların yaşadığı panik nöbetleri haftanın dikkate değer gelişmelerinden. Dolayısıyla Yunanistan’ın şahsında tüm Avrupa’ya şöyle bir göz atmakta fayda var sanki. Zira global kapitalizm zorlanıyor ve şu sıralar en fazla duymak istemediği kelime: seçimler. Demokrasi ile global kapitalizmin karşı karşıya geldiği anlardan birini daha yaşıyoruz.

Bir borç krizi içinde debelenen Yunanistan’da PASOK lideri Papandreu’nun istifasıyla erken seçime gidilmişti, hatırlanacağı gibi. Ancak kriz boyunca Avrupa Birliği, IMF ve Avrupa Merkez Bankası ile çeşitli borç anlaşmaları yapılmış, bu borçlar karşılığında epey sert kemer sıkma önlemleri hayata geçirilmişti. Seçimlere de piyasaların dayatmasıyla bir “teknokratlar hükümeti” ile gidilmişti. Neyse, seçimler oldu ve sandıktan bir hükümet çıkmadı. Seçmen “kemer sıkma” ve “borç anlaşması” yanlısı merkez partilere büyük bir ceza kesti. Son seçimde yüzde 33 oy alan Yeni Demokrasi Partisi, yaşadığı büyük oy kaybına rağmen % 19 oyla sandıktan birinci çıktı. Ancak asıl hezimet ülkeyi bu noktaya sürüklediği düşünülen iktidar partisi PASOK’a kesildi. 2009'da % 44 oyla tek başına iktidara gelen PASOK’un oy oranı % 14'e düştü ve 3. Sıraya geriledi. 2. Sıraya ise Yunanistan Komünist Partisi’inden kopan ve esasen sol bir koalisyon olan AB yanlısı Syriza yerleşti, oy oranının yüzde 4’ten yüzde 16’ya çıkararak. Bu seçimler ayrıca aşırı sağ’ın da yükselişine sahne oldu. Altın Şafak partisi oylarını % 7’ye yükseltti ve parlamentoda 21 sandalye kazandı. Paramiliter bir örgütlenmeye sahip olan Altın Şafak (Xrisi Avgi) Yugoslavya’nın dağılması sırasında Sırplara cephelerde destek vermesiyle biliniyor. Lideri Mihaloliakos’un eski bir ajan olduğu söyleniyor. Tahmin edileceği üzere göçmenlerden hiç hoşlanmıyorlar ve sicillerinde bazı mahallelerde göçmenlere karşı kaba güç kullanmak da var.

“Sükut”tan “ikrar”a geçiş mi?



(agos, 11 mayıs 2012)



“Bu sükutun bir anlamı olmalı” yazılarının ikincisi olan geçen haftaki yazımı şöyle bitirmiştim: “Dindar muhafazakârlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak veya kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez. Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hâkimiyetlerini/ otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur.”

Gelişmeler bana “kaldığın yerden devam et” dedi. Zira hafta başı Başbakan Erdoğan’ın “ben hiç tek dil demedim, tek din dedim” açıklaması hayli tartışma yarattı. Gayet normaldi tartışma yaratması, zira tek din de nereden çıkmıştı? Dindar-muhafazakar cephenin böyle bir toplumdan memnun olacağını elbette bilmekle beraber argüman düzeyinde şaşırtıcı bir çıkıştı bu. En iyisi konuşma metnine bakmaktı. Şöyle demişti Erdoğan partisini Adana il kongresinde:

“Terör örgütü ve uzantıları, ‘tek dil’ dediğimden bahsediyor. Ama ben hiçbir zaman ‘tek dil’ ifadesini hiçbir yerde kullanmadım. (...) Ben o zaman 4 tane kırmızı çizgimizin olduğunu söyledim. 3 tane de, yine, ayrıca detay olarak üzerinde çalıştığımız ilkelerimizden bahsettim. Neydi o 4 tane temel çizgi, başlık? Bir, 'tek millet' dedik. Çünkü biz ayrışmaya karşıyız, bölücülüğe ve bölünmeye karşıyız. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, Abazasıyla, Romanıyla, Boşnakıyla, Arnavutuyla biz biriz, beraberiz. Ve ne dedik, 'Yaratılanı Yaradan'dan ötürü severiz' dedik. Bizde ayrımcılık yok, tek millet. İki, biz işte burada da gördüğünüz gibi 'Tek bayrak' dedik. (...) Üçüncüsü, tek dindir. Dil değil, din, din. Bunu söyledik.”

Dördüncüsü de tek devletmiş. Hani merak edip sayan olursa diye yazayım dedim. Konuşma bu. İyi ama biz daha önce hiç “tek din” dediğini hatırlamıyoruz Başbakan’ın? Bu öyle kolay kolay atlanacak bir çıkış değil çünkü. Dolayısıyla en iyisi eski konuşmalara bakmak dedim. (Sadece ben değil herkes dedi) Bulunan konuşmalarda bir yerde (2010 bütçe konuşması) tek dil ifadesi var, demiş yani. Ama tek din yok. Hatta fırsat gelmesine rağmen değinmiyor hiç. Mesela başka bir tanesini buraya alalım:

Bu “sükut”un bir anlamı olmalı (2)


(agos, 4 mayıs 2012)

Geçen hafta 24 Nisan günü iktidarıyla, ana muhalefetiyle yaşanan suskunluğa dikkat çekmiş, bir yandan da Dersim katliamı ve tek parti döneminde dindarların yaşadığı baskı ile ilgili Hükümetin “açığa çıkarma-yüzleşme” çalışmalarına değinmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim:

“Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım..”

Pekala. Elimizde ne var? Öncelikle  CHP’nin tek parti hakimiyetini sürdürdüğü 1923-1946 döneminde toplumun nerdeyse tüm kesimlerinin devletin “tunç” eli  altında olduğu gerçeği var. Bu tunç elin  başta dindar kesimi kapsadığını biliyoruz. Bu, şaşırtıcı değil çünkü Kemalist rejim kendine en büyük rakip olarak dindar muhafazakarlığı görmekteydi. İki kısa ömürlü çok parti girişiminin de (Terakkiperver Fırka, Serbest Cumhuriyet Fırkası) aynı kanaldan gelmesi ve toplumun aynı dinamiklerinde karşılık bulması, daha sonra Demokrat Parti’nin kuruluşuyla bu karşıtlığın kemikleşmesi, bu açıdan anlamlıdır. Fakat bu tunç el, aynı hassasiyeti Kürtlere de göstermiş, isyanlar hayli sert bir biçimde bastırılmıştır. Yine bu tunç el gerekli gördüğü durumlarda azınlıkların da üzerinde olmuş, bilhassa Varlık Vergisi  ile bu uygulama tepe noktasını görmüştür bilindiği gibi. Bir de ta Osmanlı zamanından beri devleti meşgul eden Dersim meselesi vardır. Burada da o zamanki CHP yönetiminin çok sert bir biçimde buraya müdahale ettiğini biliyoruz.

Mevcut duruma gelirsek. Kemalist rejimin en büyük rakip olarak gördüğü ve TSK eliyle bugüne kadar sürekli bastırılan dindar muhafazakarlık, kazandığı net zaferin verdiği güvenle tarihsel anlamda da Kemalist rejimle hesaplaşlak istemekte. Bunun için en elverişli iki alan olarak dindarların gördüğü baskı ile Dersim katliamını seçmiş durumda. Dindarların gördüğü baskıyı mesele etmesinde bir acayiplik yok desek  bile iki konu başlığına baktığımızda bunların mevcut CHP’yi daha da zayıflatmak amacıyla seçildiği görülür. CHP’nin mevcut durumda laik-elit bir tabana dayandığını ancak toplumda dinin siyasi alanda kullanılmasından rahatsız olan bir kesimden de oy aldığını gören AKP, muhtemelen bu kanalı da koparmak istemektedir. Beri yandan Aleviler ile CHP arasında kurulan geleneksel köprüyü de yıkarak CHP’yi daha da geriletmeyi amaçlıyor AKP.

Bu görüşün sağlamasını yapmak için Kemalist rejimin ezdiği diğer iki topluluğa bakmak gerekiyor.