Cuma

AKP modernleşmesi

(agos, 25 ekim 2013)

Şimdi başlığı böyle koyunca olumlu bir durumdan bahsediyorum zannedilebilir. Ama pek öyle değil.  Dolayısıyla önce modernleşmeden, daha doğrusu modernleşmenin karanlık yüzünden ne kastettiğimi anlatmak iyi olur. Şöyle diyelim: takriben geçtiğimiz yüzyıl başlarında başlayan ve bilhassa son 30 yıldır etkinlik kazanan eleştirel bir bakışa göre “modernleşme” dediğimiz hareket, evet, tüm dünyada teknolojik/sınai bir atılım yaratmış, görece bir refah sağlamıştır ancak zamanla “sorgulanamaz” bir kavram haline gelerek, kentleri, insanları, insan ilişkilerini parçalayan ezen bir devasa bir güç vasfı da kazanmıştır. Ve bu haliyle bilhassa doğa üzerinde de büyük bir tahribat yaratmıştır. Yani, çok kabaca tarif edecek olursak bilhassa Batı’nın öncülük ettiği ve neredeyse “tek gerçek” haline getirdiği/gelen modernleşme hareketi, beraberinde getirdiği kentleşme, kapitalistleşme, yeni medya aygıtları, tek taraflı ve buyurgan bir ses haline gelen televizyon, siyasetin şirketleşmesi/yapaylaşması, gündelik hayatın gitgide bireyi tahrip eden temposu sayesinde aslında başlıbaşına insanı hem fiziki hem de ruhsal anlamda parçalayan, onu mutsuz eden bir hareket olmuştur. Üstelik o sorgulanamaz “kalkınma”, büyüme, zenginleşme halesi içinde etkinlik gösterdiği için bireyler ve gruplar bu “ezici” hükümranlığa karşı koyamaz hale gelmişlerdir. Modernizm karşıtı ya da modernizme mesafeli hareketlerin, fikirlerin temel kalkış noktası budur ve bana sorarsanız haksız  oldukları da söylenemez. 1970’ler ve 80’lerin Batı dünyasında Yeşiller Partisi ve benzeri hareketlere etkinlik, yaygınlık ve “sözüne kulak verilirlik” sağlayan gelişmeleri de bu çerçeve içinde okuyabiliriz.
Türkiye’ye gelirsek. Biz genel olarak bu modernleşme fikrini aslen kültürel/siyasi manada mesele ettik. Değil mi ki Kemalist cumhuriyet ve kurucu otorite, cenderesine aldığı toplumu 1923’ten itibaren arzusu hilafına muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak (“adam etmek”) istemiş ama bu arada toplumun ne düşündüğünü zerre kadar umursamamıştı? Ve değil mi ki Cumhuriyet kadroları yüzyıllardır süren kültürel kodları, gelenekleri, etnik zenginliği çağdaşlaşma modernleşme adına bıçak gibi kesmişlerdi ve toplumdaki bu köksüzlük, yersizlik, yurtsuzluk duygusunun altında biraz da Cumhuriyetin bu haşin hamleleri vardı? Evet ülkede modernleşme eleştirisi büyük oranda bu tezler üzerinden yürüdü. Bu tezleri dile getirenler de büyük oranda muhafazakar çevreler ve küçük bir ölçüde de sol-sosyalist ya da liberal çevrelerdi.
AKP, ideolojisini büyük ölçüde bu modernlik eleştirisi üzerine oturttu. Hala da AKP’ye gücünü, enerjisini veren; Erdoğan’ın tekrarlamayı çok sevdiği tabirle bu “Cehape zihniyeti”dir. Her konuşmada en az bir kere zikredilen bu Cehape zihniyeti ile Erdoğan’ın ve AKP’lilerin kasettiği yukarıda çok kabaca tarif etmeye çalıştığım Cumhuriyet’in –negatif manadaki- modernleştirici yönü, hamlesidir. Fakat bu analiz aslına bakılırsa eksik bir analizdir. Çünkü dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “modernleşme” dediğimiz, kültürel bir hegemonyadan, kültürel/siyasi hamlelerden, “otorite”nin bu konudaki eziciliğinden ibaret değildir. Bunun bir de “ekonomik” veçhesi vardır ve en az kültürel-siyasi veçhe kadar önemlidir. Zaten bunları birbirinden ayırmak da pek mümkün değildir.
Zira ekonomik/kalkınmacı modernizm için de benzer bir tarif yapmak mümkündür. Aynı oranda sorgulanamazdır, aynı oranda ezici/baskılayıcıdır ve aynı oranda hegemonyacıdır. “Mutlak” biçimde doğru bir kalkınma hamlesini baştacı yapar, bu hamle ile istihdam, büyüme ve rant yaratır. Ve elbette aynı oranda toplumları parçalayıcı, ezici, baskılayıcı bir özelliği vardır. Çok basitçe “ekmek parası” diyerek katlandığımız o hırpalayıcı hayatın asıl müsebbibi modernizmin kanatları altında gelişen kalkınmacı/büyümeci kapitalizmdir. Tam da  burada Türkiye yakın tarihinin ilginç bir özelliğini görüyoruz dolayısıyla. Şöyle tarif etmek mümkün belki de: modernleşmenin siyasi/kültürel cephesinde asıl motor cumhuriyet kadroları ve ideolojisi iken, ekonomik/kalkınmacı alanda asıl yürütücü güç DP-AP-ANAP-AKP çizgisinde somutlaşan dindar-muhafazakar akımdır.
Dolayısıyla ODTÜ’deki, 3. köprü inşaatındaki ağaç kıyımında, 3. havalimanı inşaatında yaşanması muhtemelen doğa tahribatında, Gezi direnişini başlatan park kıyımı girişiminde ve en önemlisi Kanal İstanbul adı altında doğaya hükmetme/aynı zamanda doğal hayatı düzelmeyecek biçimde tahrip etme projesinde karşımıza çıkan işte bu modernleşmeci/kalkınmacı zihniyettir.
Bu zihniyet de kendi projesini sorgulanamaz/eleştirilemez bir ambalaj içinde sunar.

Onlar, bunlar derken?

(agos, 11 ekim 2013)

Geçen hafta ‘paket’ ile ilgili yazımda, açıklanan adımları bir nevi Tanzimat Fermanı’na benzetmiş, AKP’nin toplumdaki hak taleplerini bilhassa etnik ve dini gruplardan geldiğinde dikkate aldığını, zira kendisini de –egemenlik biçimi olarak– öyle gördüğünü ve hak taleplerini –otorite olarak– uygun gördüğü oranda kabul ettiğini, bunun da paketin tüm olumlu yanlarına rağmen, özünde problemli bir bakış açısı olduğunu söylemiştim.
Bu hafta da paket tartışmaları ile geçti. Bilhassa paketin siyasal Kürt hareketinde yarattığı hayal kırıklığı, Aleviler konusunda adım atılmaması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması ile ilgili eleştiriler gündemdeydi. Bunların haklı eleştiriler; geçen hafta da zaten bunları konuştuk.
Bu haftanın bence en ilginç vakası, Başbakan Erdoğan’ın bilhassa Ruhban Okulu ile ilgili eleştirilere yanıt verirken kullandığı dil ve seçtiği azarlama tonuydu. Bunun üzerinde biraz durmak gerekir. Birkaç cümle paylaşacağım konuşmasından:
“Kim ne derse desin, kusura bakmayın. Ruhban Okulu bizim için anlık bir meseledir. Ama biz bir şeyin iadesini yaparken bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Nedir o?”
Erdoğan’ın açıklamalarına devam etmeden önce araya girmek isterim. Erdoğan bunları söylerken, çocuklarına bahşiş dağıtan ama istediği takdiri göremeyen sert ve otoriter bir aile babası tonuyla konuşmaktaydı. Rum cemaatinin elinden alınan bu hakkı geri vermek için neredeyse uyanık bir tüccar gibi davranması, açık bir biçimde sırıtmaktaydı.
Devam edelim. Erdoğan, daha sonra, Atina’daki iki camiyi devralmak istediklerini ama buna olumlu yanıt alamadıklarını söyledi. Öncelikle bunu bir şart olarak öne sürdü. Araya sıkıştırdığı, Büyükada Yetimhanesi ile ilgili sözleri de hayli ilginçti: “Onların bir yetimhanesi vardı, Büyükada’da. Muhteşem bir yer. Biz, hemen, dava görüldü, kendilerine teslim ettik. O günden bugüne de hâlâ inşaata başlayamadılar.”
“Onlar” dediği, bu ülkenin Rum vatandaşları tabii. Bunu akılda tutalım. “Muhteşem bir yer” derkenki tavrı da dikkatlerden kaçmadı. “Verdiğimiz malın kıymetini bilin, içimiz gitti resmen” havasındaydı. Buradaki aşağılayıcı ton, gözden kaçacak gibi değildi. Bunların üzerine bir de “hâlâ inşaata başlayamadılar” demesi ise tuz biber ekti. Dünyanın sayılı ahşap –ve harap olmuş– binalarından birinden söz ediyoruz, ve böyle bir restorasyonun nasıl da dikkat, uzmanlık ve büyük bütçe gerektirdiğinden. Bunlar elbette, Erdoğan için ilginç detaylar değil. Dava dediği de, zaten AİHM’nin 2010’da aldığı, el konmuş mülkün iadesi kararı.

Pazartesi

Yeni müesses nizamın BDP sorunu

(radikal2, 20 ekim 2013)

Geride bıraktığımız bayram haftasının herhalde en dikkat çekici gelişmesi Kürt siyasetinin müesses nizamda yarattığı tepkiler, aksiyonlardı. Bilhassa iki gelişme öne çıkmış vaziyette. Abdullah Öcalan’da gelen açıklamalar ve AKP’nin bu ortamda BDP’yi tekrar hedef tahtasına koyması. CHP’nin yaşadığı sıkıntılar gibi yan unsurlar da var yine BDP ile ilgili, onlara da bakacağız, ama önce AKP..
İlk işaret fişeği bir anlamda Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’dan geldi. Atalay bayram öncesi Kanal 7 televizyonuna verdiği röportajda MİT’in görüştüğü kesimlerin BDP’den daha makul davrandığını söyleyiverdi. Kastedilen elbette ki Kandil yani PKK idi. Durduk yere bu çıkış nereden icap etti diye düşünenler, BDP kanadından gelen gerek süreç gerekse paket hakkındaki eleştirilere yordular durumu. Zira BDP yöneticileri bilhassa  süreç konusunda AKP’nin ciddi davranmadığını söylemekteydiler. Zaten eşbaşkan Selahattin Demirtaş’a da muhtemelen bu sözleri yüzünden İmralı’ya gidiş için ambargo konduğunu anlaşıldı. Ancak Hükümet kanadından gelen eleştiriler Atalay’la sınırlı kalmadı. Başbakan Erdoğan bayramın birinci günü daha sert bir çıkış yaptı ve “BDP, verdiği mesajlarla Adalet Bakanlığımızla arasını açmamaya gayret etsin. Eğer verdiği mesajlar, bu dozda gidecek olursa, bu sefer Adalet Bakanlığı ile arasını açar, böyle bir görüşmenin ipleri kopar. Bunu bir defa çok açık, net söylemek zorundayım çünkü böyle sınırı aşan ve tahrik kokan mesajlara hükümet olarak biz de 'evet' diyemeyiz.” dedi.
İki düzeyde tartışabiliriz bu sözleri. Öncelikle “sürecin ruhu” açısından. Çözüm süreci başladığından beri buna bir “müzakere” demenin hayli güç olduğunu, şartların bir “müzakere” açısından hiç de uygun olmadığını, Kürt tarafının, bilhassa da Öcalan’ın çok kısıtlı şartlarda hareket ettiğini hatta hareket edemediğini söyleyip durdu bir kesim. Ki aralarında ben de varım. Ancak bu hayli eşitsiz denklem, akan kanın durması ve Kürt cephesinin –haklı olarak- barışta, çözümde ısrarcı olmasıyla bir anlamda dengelendi. Ancak bu dengelenmenin ilanihaye süremeyeceği de belli. Fakat AKP cephesi bu dengelenme halini bitmek tükenmek bitmeyen bir kredi imiş gibi kullanmaya ve tepeden bakan kibirli, otoriter tavrını hiç terketmemeye meyilli. Ve bilhassa BDP cephesinden gelen eleştiriler karşısında birdenbire öfke patlamaları yaşamayı da sürecin bir parçası olarak görüyor belli ki. Bütün bu tabloda reel politik düzeyde düşenecek olduğumuzda belki evet, taraflar taktik hamleler yapıyorlar denebilir ancak çözmeye çalıştığımız eğer memleketteki Tük-Kürt eşitsizliği ise, bilhassa AKP’nin tavrı buna pek de yardımcı olmuyor, bunu söylemek lazım.
Erdoğan’ın bu azarlayan, had bildiren tavrı belki gündelik siyasette kendi cephesi açısından işe yarıyordur, bunu bilemem ancak AKP’nin toplumsal, etnik bir eşitsizliği nasıl gördüğü ve nasıl çözmeye çalıştığı konusunda çok şey söylüyor, bu açık. Gördüğümüz, AKP’nin ve Erdoğan’ın hala bir “müzakere” zihniyetinden hayli uzak, birilerine bir şey bağışlama havasında oldukları. Ve “istenmeyen” hareketler karşısında bir “cezalandırma” sistemi kurmayı kendilerine hak görmeleri...Diplomatik bir tabirle söyleyecek olursam, üzücü..
Aynı gün AKP’nin önemli isimlerinden –başdanışman- Yalçın Akdoğan’ın yazdıkları ise tablonun daha da geniş olduğunu ve hesabın bu kadarla sınırlı olmayabileceğini gösterdi. BDP içinde yaşandığı söylenen ancak eşbaşkan Demirtaş’ın reddettiği görüş ayrılıkları haberlerine –artık ne lüzumu varsa- odaklanan Akdoğan “BDP çatlar mı?” başlıklı yazısında bu söylentileri bir kez daha dolaşıma soktuktan  sonra bir anlamda dilinin altındaki baklayı çıkardı ve BDP’nin Batı’da seçimlere gireceği parti olan HDP hakkında şunları söyledi:
“Öcalan’ın da zorlamasıyla kurulan HDP sol-sosyalist grup ve kişileri bünyesinde toplayarak BDP’ye örtülü kimlik üretmeyi ve ‘Türkiyelileşme’ görüntüsü vermeyi amaçlıyor.
Bu açılım, iki tür sıkıntı üretiyor. Öncelikle BDP içinde yıllardır mücadele eden, büyük bedeller ödediğini düşünen Kürtler bir sosyalistin veya Türk’ün el üstünde tutulmasını, öne çıkarılmasını ve hareketin başına geçirilmesini kabullenemiyorlar.
Kongre spekülasyonları, BDP’nin kendi içinde siyasi inisiyatif mücadelesine ve çekişmeye başladığı gösteriyor. Kandil’deki örgüt ağababaları BDP’li yöneticileri nasıl görüyorsa, BDP’li kimi yöneticiler de HDP’lileri öyle görüyorlar.” (15 Ekim, Star gazetesi)
Yazının kalan kısmı BDP’nin bir türlü güç kazanamadığı, Kandil’in altında ezildiği, dağ diliyle konuştuğu gibi klasik sağ-devlet söylemlerinden oluşuyor ve zaten kendi içinde gayet çelişiyor. Keza “Çözüm sürecini ve İmralı ile diyaloğu başlatan AK Parti iktidarı BDP’yi de bir aktör olarak öne çıkarmış oldu. İmralı’ya gidecek isimler konusunda farklı tartışmalar olsa da BDP ilk kez bu derece öne çıktı ve farklı bir rol oynama fırsatı buldu. BDP daha önce sadece hükümetle kavga ederek siyaset yapabiliyordu. Düşman olarak konumlandırdığı bir partiye karşıtlık üretmek daha kolaydı. Şimdi ise AK Parti iktidarıyla farklı bir ilişki ve iletişim içinde olmak durumunda..” sözlerini de merkezi otoritenin  “madem süreç var, ses çıkarmayın, sizi kostere biz bindirdik” kibri olarak okumak gayet mümkün.
Ben açıkçası yazıdaki temel meselenin HDP bölümünde olduğunu düşünüyorum. Gezi’den beri Kürt siyaseti ile sol-sosyalist hareket arasında kurulabilecek –muhtemel- bir ilişkiyi/rezonansı kesmeye çalışan AKP ve sağ liberal cephe, muhtemelen HDP hamlesi ile bunun kurumlaşmaya doğru gittiğini gördü ve –bir kısım- enerjisini bunu kesmek için kullanmaya karar verdi. Yukarıdaki sözlerin, hele ki “Türk’ün el üstünde tutulması” gibi hinlik kokan bahisler açmanın başka bir izahati olamaz. Meşhur “beyaz adamın dili” örneğini hatırlatacak çıkışlar bunlar..

Perşembe

Anne biz paket miyiz?

(agos, 4 ekim 2013)

“Paket” denince AKP hayranı olmayıp, ulusalcı ya da milliyetçi kampa da yakın durmayan cephede şöyle bir hal oluyor. Önce bir sessizlik, sonra “yani” diye söze başlama ve paketin önce olumlu yanlarının hakkını verip sonra da eksiklikleri sıralama.. Bu durum halihazırda siyasal alanda yaşanan sıkışmayı, siyasal alanın ve muhalefetin nasıl da aslında –büyük oranda- parlamento dışına kaydığını  gayet net özetliyor. Paketle ilgili eleştirileri ya da övgüleri zaten yeterince okumuş olmalısınız, dolayısıyla ben biraz bu alanda iki çift laf etmeye çalışayım.
Öncelikle şu var: Atılan neredeyse tüm adımlar BDP’yi hariç tutarsak parlamentoda muhalefet adı altında faaliyet gösteren partilerin talepleri değildir. Evet MHP’den bu alanda talep zaten beklenmiyor ancak  sosyal-demokrat olma iddiasındaki CHP, bölük pörçük bazı çıkışlar yaptıysa bile bilhassa Kürt meselesi, anadilde eğitim, andımız, kamuda başörtüsü bahsinde ileri sayılabilecek adımlar talep etmedi. “Biz zaten bunları söylüyorduk” dedikleri, dağınık bir bağlamda dile getirilen, partinin milliyetçi kadrolarınca sürekli altı oyulan ve kamuoyunda, hak telep eden kesimler arasında hiç de heyecan yaratmayan taleplerdi. AKP’nin son olarak bir kısmını vermeye tenezzül ettiği talepler ise, daha çok insan hakları savunucularının, sivil toplum kuruluşlarının, etnik ve dinsel grupların sözcülerinin dile getirdiği, büyükçe bir bölümü de siyasal Kürt hareketi ve BDP tarafından gündeme getirilen ve aslına bakılırsa tatmin  edici bir yanıt verilmeyen taleplerdir. Bilhassa anadilde eğitimin özel okullarda verilebilecek olması ve seçim sisteminde BDP’yi kritik bir tercihe  zorlayan seçenekler sunulması, siyasal Kürt hareketinin taleplerinin de bir hayli budandığını gösteriyor. Keza Aleviler’le ilgili adım atılmaması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması da ciddi bir eksiklik. Azınlık haline düşürülenlerin gündelik hayatını kolaylaştıracak adımlar görmek de zor.
Evet dikkat edildiği gibi paketin ruhuna sinen bir durum var. Aynı Tanzimat Fermanı gibi, devletin demode ve aşırı otoriter/merkeziyetçi yapısını, toplumun yapısına uyarlama çabasını görebiliyoruz. Aynı o fermandaki gibi arkaik ve merkeziyetçi bir otoritenin, toplumun ritmine, daha doğrusu yapısına yetişmek için gösterdiği –biraz da dramatik- bir çabadan bahsediyoruz. Ve hal böyle olunca bu paketlerin yetersiz ve geç bulunması doğal. Çünkü merkezi otoritenin önce kendini ikna etmesi gerekiyor fakat refleksler hala aslında devralınan yapıya ait. Peki o yapı nedir?
Tanzimat Fermanı örneğini boş yere vermedim. O yapı kendini toplumun ve devletin sahibi olarak gören ve hak bahşeden yapıdır. Bu yapı toplumu bir teba, kendisini yani iktidarı/otoriteyi ise tabi olunan, metbu olarak görür. Ve bu yapı, dinsel, etnik cemaatler etrafında örgütlenmeye meyillidir. Hak taleplerini etnik ya da dinsel cemaatlerden geldiğinde dikkate alır, kaydadeğer bulduğu bunlardır (çünkü kendini de böyle görmektedir) ve dünyanın geri kalanıyla benzer bir ritmde olma gerekliliğini de hesaba katarak bazı haklar bahşeder. Yani bir anlamda toplumu dikey bloklar halinde görür. Pakette gördüğümüz de, yine toplumu dikine gören bir anlayış. Kürtler, Müslümanlar, kısmen azınlıklar, Romanlar (belki başka bir pakette Aleviler)  var. Onların –otorite makul bulursa- verilecek hakları var. Bu matriks içinde dolanıyoruz yani. Bunlar tabii ki önemli talepler,  mevcut idarı yapının çok gerisinde kaldığı ve hala yetişemediği talepler. Dolayısıyla bu hakların ve daha fazlasının tanınması elbette ki şarttır.

Çarşamba

Futbol, iktidar, muhalefet, medya...

(agos, 27 eylül 2013)

Pazar günkü olaylı derbi maçının yankıları hala sürmekte. Mesele ciddi. Zira olup bitenlerin hem futbol hem de siyaset açısından sonuçları var  ve daha da olması muhtemel. Futbol açısından yaratabileceği sonuçları detaylı okudunuz. Burada odaklanacağımız konu doğal olarak siyasi ve toplumsal alanda yarattığı ve yaratabileceği etkiler, günlerdir yaratılan/oluşan “algı” ve bütün bu olup bitenlerden çıkarabileceğimiz sonuçlar.
Öncelikle: “Olay” ve sonrasında yaşananlar, son dönemlerde edindiğimiz bilgilenme, hüküm verme alışkanlıklarımız açısından hayli öğretici olduğu gibi, Gezi sonrasında iktidar çevrelerinin, sabıkalı bellediklerinin nasıl da ilk fırsatta üzerine çullanacağını göstermesi açısından da öğreticiydi. Tüm bu karambolde medya da gerektiği gibi davrandı: Bir şey öğrenmek mümkün değildi.
Sırayla gidelim ve önce meselenin nasıl anlaşıldığı ile başlayalım. Olay olur olmaz sosyal medyada AKP yanlısı bazı vekil ve gazetecilerin derhal Çarşı grubuna saldırması ile meselenin altında bir bit yeniği olduğu anlaşıldı. Ve hemen bunun bir AKP provokasyonu olabileceği ihtimali akla geldi, dile getirildi. Kısa bir araştırmayla AKP’ye yakın 1453 Kartalları denen grubun maçtan önce iddialı tweetler attığı ortaya çıktı. Böylece her iki cephe de kendi argümanlarından emin bir halde sosyal medyada faaliyet gösterdiler. Ancak televizyondan izlenen görüntüler ve ilk aşamada duyduklarımız ise iki teoriye de uymuyordu. Sahaya giren Çarşı değildi, orası kesin ancak diğer grubun oturduğu tribünden de sahaya girilmemişti. Gerçek galiba başka bir yerdeydi. Tekbir getirilerek sahaya inilmesi de bir şey ispatlamıyordu çünkü bilhassa son on yıldır İnönü’de maç seyreden herkes bunun tribünün bazı bölümleri açısından rutin bir faaliyet olduğunu bilirdi. “Sahaya girmek üzereyiz, ona göre” demekti bu. Ancak yine da sahaya girenler pek de ne yaptıklarını biliyor gibi değillerdi. Poz verip resim çektirenler bile vardı. Daha 4. haftadan Beşiktaş’ı hükmen mağlup ettirecek bir hamle gelmezdi İnönü “sakin”lerinden.
Ertesi gün gelen tanıklıklarla manzara biraz daha netleşmeye başladı. Bilet sayısının çok üzerinde bir seyirci vardı. Belli ki hem Beşiktaş yönetimi hem de il güvenlik makamlarının boşvermişliği (?) sayesinde kapılar laçka olmuş, neredeyse stada kadar gitmeyi göze alan herkes içeri girmişti. Üstelik doğru dürüst bir üst araması da yapılmamıştı. İkinci yarı Doğu tribünü denen protokolün tam karşısındaki tribünde –söylenenlere göre- “Deplasman Kartalları” denen grubun da içinde olduğu uzun süren bir kavga yaşanmış, ön taraftakiler kavgadan uzaklaşmak için sahaya neredeyse girmeye başlamışlardı. Galatasaraylı Melo’nun gördüğü kırmızı kart  ile birlikte de olanlar olmuş gibi görünüyor. 1453 Kartalları’nın da sahaya girmediği anlaşılmış vaziyette. Bir ihtimal şu oldu: son ayların Çarşı efsununa kapılan ve uzun yıllara dayanan bir  maç izleme alışkanlığı pek olmayan gruplar stada girmiş, son dakikalardaki karambolle birlikte hem “otorite” ile karşılaşma imkanı bulmuş, hem de hiç beklemedikleri (ve yok yere beklentilerin epey yükseltildiği) mağlubiyetin hıncını almaya çalışmışlardı. Bu yazılanlar ve görgü tanıklarının anlattıklarına dayandırdığım bir tahmin elbette. Ama altını çiziyorum, bir tahmin. Ve bunu derken iktidarın yada “birileri”nin, olay çıkmasının önünü açarak Çarşı’yı hedef tahtasına koyma hesapları olabileceği teorisini de es geçmiyorum.
Yazı yazıldığı gün itibariyle tablo hala netleşmiş değildi. Ancak saflar çoktan netleşmişti. Burada AKP yanlısı çevrelerin nasıl davrandığı elbette önemli ancak suret-i hak yanında duran çevrelerin  bu kadar kolay hüküm vermesini doğrusu anlamak zor. Pazar gecesi itibariyle “durun bir dakika, olaylar başka türlü de cereyan etmiş olabilir” demek pek zordu mesela. Bu elbette iktidar çevrelerinin, bilhassa Gezi sonrası sayısız manipülasyon hamlesine imza atmış olmasıyla ilgili, dolayısıyla bir kez daha böyle bir operasyonla karşı karşıya kalındığını düşünmek ve buna göre hızla hamle yapmak belki anlaşılır. Ancak bu tavır, olaylarla pek  ilgisi olmayan oluşumları, grupları bir anda yok yere denklemin içine sokmak, aktör haline getirmek  anlamına geliyor öncelikle. Bu anlaşılmaz. Ve en önemlisi iktidar çevreleri ne yaparsa yapsın doğru ve tarafsız bilgide ısrarcı olunmalıydı. (Tam da burada, bir görgü tanığının, Bener Demirtop’un,  “müezzin dürüstlüğüyle” Bianet’e yazdığı yazıyı  hatırlamalı: “Derbi maçının galibi iktidar” http://bianet.org/bianet/spor/150127-derbi-macin-galibi-iktidar )