Perşembe

Anne biz paket miyiz?

(agos, 4 ekim 2013)

“Paket” denince AKP hayranı olmayıp, ulusalcı ya da milliyetçi kampa da yakın durmayan cephede şöyle bir hal oluyor. Önce bir sessizlik, sonra “yani” diye söze başlama ve paketin önce olumlu yanlarının hakkını verip sonra da eksiklikleri sıralama.. Bu durum halihazırda siyasal alanda yaşanan sıkışmayı, siyasal alanın ve muhalefetin nasıl da aslında –büyük oranda- parlamento dışına kaydığını  gayet net özetliyor. Paketle ilgili eleştirileri ya da övgüleri zaten yeterince okumuş olmalısınız, dolayısıyla ben biraz bu alanda iki çift laf etmeye çalışayım.
Öncelikle şu var: Atılan neredeyse tüm adımlar BDP’yi hariç tutarsak parlamentoda muhalefet adı altında faaliyet gösteren partilerin talepleri değildir. Evet MHP’den bu alanda talep zaten beklenmiyor ancak  sosyal-demokrat olma iddiasındaki CHP, bölük pörçük bazı çıkışlar yaptıysa bile bilhassa Kürt meselesi, anadilde eğitim, andımız, kamuda başörtüsü bahsinde ileri sayılabilecek adımlar talep etmedi. “Biz zaten bunları söylüyorduk” dedikleri, dağınık bir bağlamda dile getirilen, partinin milliyetçi kadrolarınca sürekli altı oyulan ve kamuoyunda, hak telep eden kesimler arasında hiç de heyecan yaratmayan taleplerdi. AKP’nin son olarak bir kısmını vermeye tenezzül ettiği talepler ise, daha çok insan hakları savunucularının, sivil toplum kuruluşlarının, etnik ve dinsel grupların sözcülerinin dile getirdiği, büyükçe bir bölümü de siyasal Kürt hareketi ve BDP tarafından gündeme getirilen ve aslına bakılırsa tatmin  edici bir yanıt verilmeyen taleplerdir. Bilhassa anadilde eğitimin özel okullarda verilebilecek olması ve seçim sisteminde BDP’yi kritik bir tercihe  zorlayan seçenekler sunulması, siyasal Kürt hareketinin taleplerinin de bir hayli budandığını gösteriyor. Keza Aleviler’le ilgili adım atılmaması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması da ciddi bir eksiklik. Azınlık haline düşürülenlerin gündelik hayatını kolaylaştıracak adımlar görmek de zor.
Evet dikkat edildiği gibi paketin ruhuna sinen bir durum var. Aynı Tanzimat Fermanı gibi, devletin demode ve aşırı otoriter/merkeziyetçi yapısını, toplumun yapısına uyarlama çabasını görebiliyoruz. Aynı o fermandaki gibi arkaik ve merkeziyetçi bir otoritenin, toplumun ritmine, daha doğrusu yapısına yetişmek için gösterdiği –biraz da dramatik- bir çabadan bahsediyoruz. Ve hal böyle olunca bu paketlerin yetersiz ve geç bulunması doğal. Çünkü merkezi otoritenin önce kendini ikna etmesi gerekiyor fakat refleksler hala aslında devralınan yapıya ait. Peki o yapı nedir?
Tanzimat Fermanı örneğini boş yere vermedim. O yapı kendini toplumun ve devletin sahibi olarak gören ve hak bahşeden yapıdır. Bu yapı toplumu bir teba, kendisini yani iktidarı/otoriteyi ise tabi olunan, metbu olarak görür. Ve bu yapı, dinsel, etnik cemaatler etrafında örgütlenmeye meyillidir. Hak taleplerini etnik ya da dinsel cemaatlerden geldiğinde dikkate alır, kaydadeğer bulduğu bunlardır (çünkü kendini de böyle görmektedir) ve dünyanın geri kalanıyla benzer bir ritmde olma gerekliliğini de hesaba katarak bazı haklar bahşeder. Yani bir anlamda toplumu dikey bloklar halinde görür. Pakette gördüğümüz de, yine toplumu dikine gören bir anlayış. Kürtler, Müslümanlar, kısmen azınlıklar, Romanlar (belki başka bir pakette Aleviler)  var. Onların –otorite makul bulursa- verilecek hakları var. Bu matriks içinde dolanıyoruz yani. Bunlar tabii ki önemli talepler,  mevcut idarı yapının çok gerisinde kaldığı ve hala yetişemediği talepler. Dolayısıyla bu hakların ve daha fazlasının tanınması elbette ki şarttır.

Ancak meselemiz bunların yanısıra yatay taleplere, daha doğrusu bu taleplerin/hakların daha fazlasını da içerecek yatay bir perspektife yer verilmemesi. Terörle Mücadele Kanunu, ifade özgürlüğü, hapisteki gazeteciler/siyasetçiler, kadınların yaşadığı eşitsizlik, eşcinsel hakları, inançsızların durumu gibi konulara pakette hiç değinilmemesi, hatta bu sön bölümlerin hayal bile edilememesi, bize bunu gösteriyor. Toplumu enine kesen gerçek bir demokratikleşme paketi, toplumun tümünü kapsardı. Bilhassa bu alanlarda atılacak adımlar, seçim barajının herhangi bir şarta bağlanmadan indirilmesi, hangi mezhep ya da etnik gruptan olursanız olun bir ferahlama yaratabilirdi. Çünkü ifade ve toplanma/gösteri hakkı üzerindeki baskılar ve kısıtlamalar toplumun tümünü boğan, toplumun tümünde bir sıkışma hissi yaratan kısıtlamalardır. (Yeri gelmişken Gezi ile rutinleşen “polis/vali devleti” uygulamalarını, toplanma hakkı üzerinde hala süren sert kısıtlamları da hatırlayalım) Daha açık konuşacak olursak bilhassa son yıllarda devlet kurumlarının daha az hesap verdiği, şeffaflığın gitgide kaybolduğu, Sayıştay’ın neredeyse hiçbir devlet kurumunu denetleyemediği, ihalelerin tepedeki bir kliğin tercihleri doğrultusunda dağıtıldığı, medyanın kah doğrudan kah sermaye üzerinden denetlendiği bir sistem, evet bazı etnik ve dinsel gruplara, bunların arasına  Müslümanları da koyarak hak bahşedebilir ancak bunun adı demokratikleşme paketi olmaz.
AKP ve onun medyasını bir yana koyacak olursak, başörtülüler de dahil olmak üzere toplumun bir kesiminde (ki bu kesimin başına siyasal  Kürt hareketini ve Alevileri koymalıyız) oluşan ekşimtrak tat, büyük oranda işte bu bakış açısıyla ilgilidir. Ve son olarak da şunu söyleyeyim: Bu yukarıda bahsettiğim “dikey algılanan bir toplumda hak bahşedilmesi”nin sonuçlarından biri de azınlıkların, Alevilerin ve Kürtler’in, hatta Müslümanların (başörtülülerin) –olumlu adımlar atılsa bile- “öteki/dışarlıklı” sayıldıklarının altının bir kez daha çizilmesi oluyor. Kaderiniz, kamusal alandaki varoluşunuz, bir “paket”in sınırları içinde çiziliyor, özetle.. Dolayısıyla İstanbul Bienali’nin bu yılki temasından ilham alarak sormak meşrudur sanırım: Anne, biz paket miyiz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder