Pazartesi

Yeni müesses nizamın BDP sorunu

(radikal2, 20 ekim 2013)

Geride bıraktığımız bayram haftasının herhalde en dikkat çekici gelişmesi Kürt siyasetinin müesses nizamda yarattığı tepkiler, aksiyonlardı. Bilhassa iki gelişme öne çıkmış vaziyette. Abdullah Öcalan’da gelen açıklamalar ve AKP’nin bu ortamda BDP’yi tekrar hedef tahtasına koyması. CHP’nin yaşadığı sıkıntılar gibi yan unsurlar da var yine BDP ile ilgili, onlara da bakacağız, ama önce AKP..
İlk işaret fişeği bir anlamda Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’dan geldi. Atalay bayram öncesi Kanal 7 televizyonuna verdiği röportajda MİT’in görüştüğü kesimlerin BDP’den daha makul davrandığını söyleyiverdi. Kastedilen elbette ki Kandil yani PKK idi. Durduk yere bu çıkış nereden icap etti diye düşünenler, BDP kanadından gelen gerek süreç gerekse paket hakkındaki eleştirilere yordular durumu. Zira BDP yöneticileri bilhassa  süreç konusunda AKP’nin ciddi davranmadığını söylemekteydiler. Zaten eşbaşkan Selahattin Demirtaş’a da muhtemelen bu sözleri yüzünden İmralı’ya gidiş için ambargo konduğunu anlaşıldı. Ancak Hükümet kanadından gelen eleştiriler Atalay’la sınırlı kalmadı. Başbakan Erdoğan bayramın birinci günü daha sert bir çıkış yaptı ve “BDP, verdiği mesajlarla Adalet Bakanlığımızla arasını açmamaya gayret etsin. Eğer verdiği mesajlar, bu dozda gidecek olursa, bu sefer Adalet Bakanlığı ile arasını açar, böyle bir görüşmenin ipleri kopar. Bunu bir defa çok açık, net söylemek zorundayım çünkü böyle sınırı aşan ve tahrik kokan mesajlara hükümet olarak biz de 'evet' diyemeyiz.” dedi.
İki düzeyde tartışabiliriz bu sözleri. Öncelikle “sürecin ruhu” açısından. Çözüm süreci başladığından beri buna bir “müzakere” demenin hayli güç olduğunu, şartların bir “müzakere” açısından hiç de uygun olmadığını, Kürt tarafının, bilhassa da Öcalan’ın çok kısıtlı şartlarda hareket ettiğini hatta hareket edemediğini söyleyip durdu bir kesim. Ki aralarında ben de varım. Ancak bu hayli eşitsiz denklem, akan kanın durması ve Kürt cephesinin –haklı olarak- barışta, çözümde ısrarcı olmasıyla bir anlamda dengelendi. Ancak bu dengelenmenin ilanihaye süremeyeceği de belli. Fakat AKP cephesi bu dengelenme halini bitmek tükenmek bitmeyen bir kredi imiş gibi kullanmaya ve tepeden bakan kibirli, otoriter tavrını hiç terketmemeye meyilli. Ve bilhassa BDP cephesinden gelen eleştiriler karşısında birdenbire öfke patlamaları yaşamayı da sürecin bir parçası olarak görüyor belli ki. Bütün bu tabloda reel politik düzeyde düşenecek olduğumuzda belki evet, taraflar taktik hamleler yapıyorlar denebilir ancak çözmeye çalıştığımız eğer memleketteki Tük-Kürt eşitsizliği ise, bilhassa AKP’nin tavrı buna pek de yardımcı olmuyor, bunu söylemek lazım.
Erdoğan’ın bu azarlayan, had bildiren tavrı belki gündelik siyasette kendi cephesi açısından işe yarıyordur, bunu bilemem ancak AKP’nin toplumsal, etnik bir eşitsizliği nasıl gördüğü ve nasıl çözmeye çalıştığı konusunda çok şey söylüyor, bu açık. Gördüğümüz, AKP’nin ve Erdoğan’ın hala bir “müzakere” zihniyetinden hayli uzak, birilerine bir şey bağışlama havasında oldukları. Ve “istenmeyen” hareketler karşısında bir “cezalandırma” sistemi kurmayı kendilerine hak görmeleri...Diplomatik bir tabirle söyleyecek olursam, üzücü..
Aynı gün AKP’nin önemli isimlerinden –başdanışman- Yalçın Akdoğan’ın yazdıkları ise tablonun daha da geniş olduğunu ve hesabın bu kadarla sınırlı olmayabileceğini gösterdi. BDP içinde yaşandığı söylenen ancak eşbaşkan Demirtaş’ın reddettiği görüş ayrılıkları haberlerine –artık ne lüzumu varsa- odaklanan Akdoğan “BDP çatlar mı?” başlıklı yazısında bu söylentileri bir kez daha dolaşıma soktuktan  sonra bir anlamda dilinin altındaki baklayı çıkardı ve BDP’nin Batı’da seçimlere gireceği parti olan HDP hakkında şunları söyledi:
“Öcalan’ın da zorlamasıyla kurulan HDP sol-sosyalist grup ve kişileri bünyesinde toplayarak BDP’ye örtülü kimlik üretmeyi ve ‘Türkiyelileşme’ görüntüsü vermeyi amaçlıyor.
Bu açılım, iki tür sıkıntı üretiyor. Öncelikle BDP içinde yıllardır mücadele eden, büyük bedeller ödediğini düşünen Kürtler bir sosyalistin veya Türk’ün el üstünde tutulmasını, öne çıkarılmasını ve hareketin başına geçirilmesini kabullenemiyorlar.
Kongre spekülasyonları, BDP’nin kendi içinde siyasi inisiyatif mücadelesine ve çekişmeye başladığı gösteriyor. Kandil’deki örgüt ağababaları BDP’li yöneticileri nasıl görüyorsa, BDP’li kimi yöneticiler de HDP’lileri öyle görüyorlar.” (15 Ekim, Star gazetesi)
Yazının kalan kısmı BDP’nin bir türlü güç kazanamadığı, Kandil’in altında ezildiği, dağ diliyle konuştuğu gibi klasik sağ-devlet söylemlerinden oluşuyor ve zaten kendi içinde gayet çelişiyor. Keza “Çözüm sürecini ve İmralı ile diyaloğu başlatan AK Parti iktidarı BDP’yi de bir aktör olarak öne çıkarmış oldu. İmralı’ya gidecek isimler konusunda farklı tartışmalar olsa da BDP ilk kez bu derece öne çıktı ve farklı bir rol oynama fırsatı buldu. BDP daha önce sadece hükümetle kavga ederek siyaset yapabiliyordu. Düşman olarak konumlandırdığı bir partiye karşıtlık üretmek daha kolaydı. Şimdi ise AK Parti iktidarıyla farklı bir ilişki ve iletişim içinde olmak durumunda..” sözlerini de merkezi otoritenin  “madem süreç var, ses çıkarmayın, sizi kostere biz bindirdik” kibri olarak okumak gayet mümkün.
Ben açıkçası yazıdaki temel meselenin HDP bölümünde olduğunu düşünüyorum. Gezi’den beri Kürt siyaseti ile sol-sosyalist hareket arasında kurulabilecek –muhtemel- bir ilişkiyi/rezonansı kesmeye çalışan AKP ve sağ liberal cephe, muhtemelen HDP hamlesi ile bunun kurumlaşmaya doğru gittiğini gördü ve –bir kısım- enerjisini bunu kesmek için kullanmaya karar verdi. Yukarıdaki sözlerin, hele ki “Türk’ün el üstünde tutulması” gibi hinlik kokan bahisler açmanın başka bir izahati olamaz. Meşhur “beyaz adamın dili” örneğini hatırlatacak çıkışlar bunlar..

Diğer yandan Öcalan’ın süreçte hala yeni bir gelişme olmadığına bir kez daha dikkat çekmesi de önemli. Bu durum evet Kürt hareketinin çözüm ve barışta ısrarlı olduğunu gösteriyor ancak AKP’nin şu aşamadan sonrası için bir perspektif geliştirmediğini (muhtemelen zaten olmadığını) ve sürecin epeydir durakladığını da gösteriyor. Ve eğer bu duraklama sürecekse daha önce de olduğu gibi AKP’nin BDP’ye yönelik saldırılarının artmasına kuvvetli bir ihtimal olarak bakılabilir. AKP’nin duraklama dönemlerinde bildiği tek siyaset budur zira.
Gelelim müesses nizamın diğer kalesine, CHP’ye. Yerel seçimler yaklaşırken BDP’nin İstanbul’da kuvvetli bir aday gösterme ihtimalinin CHP’nin canını sıktığı biliniyor. Hatta bir süredir dolaylı olarak “güçlü bir aday göstermeniz AKP’nin işine yarar” mesajları göndererek BDP’yi bir nevi baskı altına aldığı da konuşuluyor. Bayramda bu dolaylı mesajların biraz daha aleniyet kazandığını gördük. Cumhuriyet gazetesinin haberine göre CHP’liler BDP’ye “Sırrı Süreyya Önder’i aday göstermek seçimi AKP’ye hediye etmek olur” mesajı göndermişler. (16 Ekim, Cumhuriyet, Utku Çakırözer)
Nihayetinde bu bir kulis haber, ortada resmi bir temas yok ancak son haftalarda konuşulanlarla parallelik taşıdığı için doğru olma ihtimalini yüksek olarak görebiliriz. Dolayısıyla BDP’nin farklı bir açıdan CHP’yi de huzursuz ettiği ortada. Ve CHP’nin tek silahı ta 70’lerden beri kullandığı ve sol cephenin bir kesiminde soru işareti yaratmayı başardığı silah: “Oyları bölmeyin..”
Bu yaklaşıma BDP’nin yanıtı ne olur bilemem. Ancak tarihin bu konuda bitmek bilmez biçimde tekerrür ettiği de artık ortada. Ve elbette 70’lerdeki ve 80’lerdeki bu taktiğin/argümanın tekrar dolayıma sokulması, siyasal Kürt hareketinin, CHP dışında kalan solun etkinliğini ve kapsayıcılığını artık devraldığının da bir göstergesi. Velhasıl, Kürt siyasetinin müesses nizamın hem halihazırdaki ve hem de tarihi iki temsilcisini yeni politikalar üretmeye zorladığını söyleyebiliriz, sanırım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder