Cuma

Hükümet’e soralım: İnternet andıcından ne farkı var?


(agos, 29 haziran 2011)

Önce hemen şu notu düşeyim. İnternet andıcı olarak bilinen davada yargılanan eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve diğer isimler sanık aşamasındadırlar, şu aşamada suçlu değillerdir, elimizde henüz  sadece bir iddia var. Ancak gerek Başbuğ’un gerekse diğer sanıkların ifadelerinden Genelkurmay içinde;  seçilmiş Hükümetlerin ve resmi ideolojinin hoşuna gitmeyen  kişi ve grupların (Kürtler, Ermeniler, liberaller) itibarsızlaştırılması için –devlet kararıyla- internet siteleri kurulduğunu ve bu sitelerin çoğu zaman “mamul” haberler yaptıklarını biliyoruz. Bu uygulama nedeneniyle devlet/Genelkurmay hiç şüphesiz hesap vermelidir.
Fakat şöyle de bir durum var. AKP ve ona yakın medya, internet andıcı nedeniyle bu sanıkları ve bu zihniyeti hedef tahtasına koyarken, kendisine “Müslüman” diyen cephede, daha doğrusu o cephelerden birinde, acaba neler olmakta? Önümüzde böyle bir sorun var çünkü dindar gibi görünen ama uzun yıllardır koyu faşist çizgisiyle geniş bir çevreyi irkilten Akit gazetesi yeni bir –tüm Türkiye’yi utandırması gereken- kampanyaya imza attı.  Akit gazetesinin internet sitesi olarak bilinen habervaktim.com’da bir yazı yayınlandı. Meselenin ayrıntılarını biliyor olmalısınız. Güya Ali Bayramoğlu Ermeni imiş. Ama kimliğini gizliyormuş. “Türkiye'nin Ermenistan politikası ve terörle mücadele yöntemini yerden yere vururken, Ermenilere soykırım tezini savunan ve sürekli açılım öğütleyen yazılarıyla bilinen Yazar Ali Bayramoğlu'nun gerçek kimliğini gizlemeye çalışan bir kripto olduğu ileri sürülüyor..”muş.
Üstelik bu, Yeni Şafak gazetesinde rahatsızlık yaratıyormuş. “Habervaktim'in edindiği bilgilere göre, Yeni Şafak çalışanları, Bayramoğlu'nun Ermeni kökenli olmasına değil, Ermenicilik yapması’na tepki gösteriyor..”muş..
Yerseniz. Çok açık ki Ali Bayramoğlu’nun Hükümet’in kimi uygulamalarını eleştirmesi, Kürt ve Ermeni meselelerinde Hükümet’le aynı çizgide durmaması üstelik bunu Yeni Şafak gibi Müslüman kimliğiyle ve AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir gazetede yazması, Akit “çizgisi”ni rahatsız etmiş.  Rahatsız olunca da tek bildikleri yola başvurmuşlar: nefret söylemi, nefret suçu, ırkçılık, hedef gösterme. Neyse ki Yeni Şafak gazetesi “Hayır yazarımız Ermeni değildir” basitliğine düşmeden dengeli bir biçimde yazarını savundu. Ama mesele hala kapanmış değil.
Öncelikle bu tip ırkçı söylemlerin artık hukuken bir karşılığı olması gerekiyor. Çünkü bu tip ırkçı hedef göstermeler, hele basın aracılığıyla yapılıyorsa dünyanın her yerinde suçtur. (Bu arada yeri gelmişken bir detaya dikkat çekeyim: akıllarınca olası bir davadan kaçmak için –sorun Ermeni olması değil Ermenicilik yapması- gibi bir ifade koymuşlar, ama boşuna dertlenmişler, konuyu hiçbir savcının umursadığı yok.) Ancak memleketimizde bu suç sayılmadığı gibi bu gazetenin Ankara temsilcileri, genel yayın yönetmenleri zaman zaman Başbakan’ın uçağında ağırlanabiliyor. Bilemiyorum AKP bu konuyu (hem nefret suçu hem de ağırlanma meselesi) gündemine almak için hala ne bekliyor? Ve gündemine almıyorsa mantıken şöyle bir soru doğuyor: yoksa AKP bu yayınlardan memnun mu? Ya Başbakan?

Pazartesi

Devlet cezaevinde test edilir..


(agos, 22 haziran 2012)

Cumartesi gecesi Şanlıurfa cezaevinde huzursuzluk çıktı. Kimine göre isyandı yaşananlar, kimine göre tutuklu ve hükümlülerin kendi aralarındaki kavgası. Yangın çıktı koğuşlarda. 13 kişi yanarak can verdi. Herkes iktidara baktı. Ne diyeceklerdi? Yangın neden çıkmıştı? İsyan varsa bu, neye isyandı? Tamam ilgili herkes el yordamıyla bazı bilgiler alıyordu, anlaşıldı ki cezaevindeki koşullar çok kötüydü, tutuklu ve hükümlüler cehennem sıcağında koğuşlarda üstüsüte yatmaktaydı, buna karşı bir isyan çıkmış olabilirdi. Ama yine de iktidar ne diyecekti bakalım?
Şunu dedi iktidar, sıcağı sıcağına: Kendi aralarında kavga etmişler, yatakları ateşe vermişler, o yüzden ölmüşler. Bu kadar basitti yani. Ertesi gün birçok gazete de benzer bir bakış açısıyla haberi yayınladı. Vantitalör için kavga etmişlerdi. 13 kişi yanmıştı. Tabloda bir tuhaflık vardı ama. 13 kişi bu yüzden kömürleşerek ölmüş olabilir miydi? Neyse ki iktidarın açıklamasıyla yetinmeyen siyasetçiler, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları olay yerine gittiler. O açıklamaları özetliyorum:
-Ölen mahkumlardan Mehmet Arslantay’ın annesi Ayşe Arslantay: “Oğlum ‘Anne bize sigara aldırıyorlar, bizden para istiyorlar, gardiyanlar mahkûmlara öğretiyor bize baskı yapıyorlar’ diyordu. ‘Uzak dur, çıkmana az kaldı’ dedim. Ama oğlum yanarak öldü”
-Ölen mahkûmlardan Hüseyin Kıskaç’ın babası Mehmet Kıskaç: “5-6 kişilik koğuşta 20 kişi kalıyor. Oturacak, yatacak yer yok. Koğuş yandığında kapıyı açmamışlar. Burada yaşanan tamamen ihmal yüzünden oldu. Kapı açılmadığı için içerde pişmişler, tanınmaz haldeler şimdi. Oğlumun daha cezasının da kesinleşmemişti, mahkemesi görülseydi serbest bırakılabilirdi.”
-TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu /Cezaevleri Alt Komisyonu üyesi Malik Ejder Özdemir: “Orada insani koşullar yok. Suyun günde 1-2 kez 1 saatliğine aktığı cezaevleri var. Şu anda cezaevlerinde 138 bin kişi var, yarısından çoğu tutuklu. Yığılmanın 2 temel nedeni var, adaletin geç yerini bulması, davaların uzun sürmesi, ikincisi de tutuklamanın çok kolay olması. Sadece Ergenekon davası için söylemiyorum. Özel yetkili mahkemeler çete davalarına da bakıyorlar. Şimdi gencecik bir çocuğun arkadaşı gasp yapmış, telefon çalmış, bu çocuk o arkadaşı ile telefonda konuştuğu için tutuklanmış. Diyarbakır Cezaevi’nde gördük, 70 yaşındaki bir adam, oğlu eroinden yakalanmış, ilk babasını aramış, ‘Polis beni yakaladı, haberin olsun’ diye. Polis ise ‘suçlu ilk, suç ortağını arar’ diye babayı tutuklamış. 2-3 yıldır cezaevindeydi, hâlâ da da muhtemelen yatıyordur.” (Cumhuriyet, 19.06.2012)

Cuma

AKP ve CHP’nin yeni Kürt siyasetinden ne anlamalıyız?


(agos, 14 haziran 2012)

CHP’nin geçtiğimiz hafta “terör sorunu” kod adı altında Kürt Sorunu’nun çözümü için diyalog kurmak amacıyla AKP’yi, daha doğrusu Başbakan Erdoğan’ı  ziyaret etmesi ve bu görüşmenin en azından şimdilik hüsranla sonuçlanmaması, son derece ihtiyatlı bir iyimserlik yaratmış görünüyor. Bu ziyaretin hemen sonrasında Başbakan Erdoğan tarafından Kürtçe’nin seçmeli ders olarak ilan edilmesiyle de görünürde iklim eh, biraz  yumuşamış durumda. Bu iyimser, umutlu havayı elbette ki paylaşmak isterim. Yine de aklıma takılan bazı sorulara hala yanıt aradığımı itiraf etmeliyim. Paylaşıyorum..Sonuçta bizim de işimiz, soru sormak..
-Konuya giriş olarak: Başbakan Erdoğan bilhassa son 1 yıldır her fırsatta “Kürt sorunu diye bir sorun kalmamıştır” demekte.  Son olarak mesela 27 Mayıs’ta aynen şöyle demişti: “PKK sorunu başka, Kürt sorunu başka olay. Artık Kürt sorunu bitmiştir, Kürt vatandaşlarımızın sorunları vardır.” Konuya bakışını bu sözlerle  ilan eden bir siyasi otoritenin atacağı adımları “Kürt Sorunu’nun çözümü” için atılmış adımlar olarak mı kabul etmeliyiz, yoksa Sünni/Türk egemen otoritenin artık soruna sadece başka biçimde bakmaya başladığının göstergesi  olarak mı?
-“Kürt vatandaşların sorunları”ndan kasıt, anlaşıldığı kadarıyla bireysel bazı hakların verilmesi. Kürtçe seçmeli ders de bunların başında geliyor. Anladığımız kadarıyla Kürtçe birçok seçmeli desten biri olarak ikinci 4’ten itibaren okutulacak ve yeterli sayıda  öğrenci sağlanırsa (yaşayan dil ve lehçeler başlığı altında) ders açılacak. Önemli bir adım olduğu ortadadır, küçümsemek doğru olmaz ancak “anadil” gibi çok hayati bir meseleden; ve egemen etnik gruptan/devletten hak  talep eden, geniş bir coğrafyaya yayılmış, ülkedeki ikinci büyük etnik gruptan bahsediyorsak, eğitim konusunda hayli yetersiz bir adımla karşı karşıya olduğumuz ortada değil mi? Bu denklemde bence atılacak doğru adım azınlık okullarındaki uygulamanın benzeri hatta –niçin olmasın?- tıpatıp aynısı  olmalıdır. Anaokuldan itibaren tüm sınıflarda  (ağırlık anadilde olmak üzere) anadil ve Türkçe’nin birlikte okutulması ve bu sistemin isteyenler için lise sona kadar sürmesinden bahsediyorum. Sadece ülkedeki en büyük ikinci etnik grup değil, Çerkesler ve Lazlar da dahil olmak üzere ülkedeki her azınlık/etnik grup bu haktan faydalanabilmeli, devletin eğitimdeki sıkı ve –aşırı- kapsayıcı kontrolü serbest bırakılıp bu tür okullar, bu kapsamdaki azınlıkların kurduğu vakıflara devredilmelidir. Bu önerimi bu sütunlarda daha önce de defalarca ve etraflıca dile getirdiğim için bu parantezi burada kapatıp sorularımıza geri dönelim derim..

“Milli irade” ile Diyanet arasında..


(agos, 8 haziran 2012)


Kürtaj meselesine devam etmekte fayda var, çünkü konu ciddidir. Son bir haftada önemli gelişmelere tanık olduk. AKP kürtajı fiilen yasaklayacak bir yasa için hazırlıklarını sürdürürken AKP ile gayet uyumlu bir profil çizen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet  Görmez kurumun kanaatini açıkladı ve “Ceninin kendine ait bir hayat hakkı vardır. Gebe anne ‘beden benim değil mi?’ diyemez. Bebeğin gerçek anlamda sahibi değildir. Ne annesinin ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatını üzerinde sonlandırma yetkisi de yoktur” dedi.
Diyanet işleri kestirip atmış, “kürtaj cinayettir” diye.. Bunu ne zaman yapmış? Siyasi iktidar, durduk yere –mevcut durumda tüm Batı dünyası  ile uyumlu bir şekilde 10 haftaya kadar izin verilen- kürtajı yasaklama girişimi başlattığında. İlk önce şunu bilelim: Diyanet bu tavrıyla yasama faaliyetine bir katkıda, hatta öneride, hatta ve hatta müdahalede bulunmuştur. Konu her ne olursa olsun. Bu bir kere devletin din karşısındaki nötr –olması gereken- konumuyla en baştan çelişmekte ve büyük bir problem yaratmaktadır.  İkinci olarak her ne hikmetse siyasi iktidarla gayet uyumlu bir öneride bulunmuştur. Diyanet İşleri burada siyasi iktidarın bir “parçası” gibi davranmaktadır.  En azından algı budur. Oysa biz biliyoruz ki –bu haliyle bile problemli olmakla birlikte-  Diyanet İşleri’nin  fonksiyonu din görevlisi kadrolarını düzenlemek ve vatandaşın din kültürü hakkındaki ihtiyaçlarına cevap vermektir. Yasama faaliyetine karışamaz, karışmamalıdır. Üçüncü olarak –hele ki- dini olmayan bir konuda kesin, tartışılmaz, fetva gibi algılanacak hükümler  vermemelidir.  Zaten Diyanet işleri kendi sitesinde kendisini şöyle tarif etmiştir:
“Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini'nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1).” (abç)
Meselemiz bununla  da bitmedi.  Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, aynı gün, İl Müftüleri Semineri’nde yaptığı konuşmada Diyanet’in mevcut halinin de  problem yarattığını söyledi. Şöyle dedi Bozdağ:
“ (mevcut Anayasa’da)  görevini yaparken 'laiklik ilkesi doğrultusunda görev yapar' diye bir görev tanımı  yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren yapı var.. Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir. Kurum görevini laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre yapmalıdır..”  
Bozdağ bu sözlerinin yankı uyandırması üzerine ertesi gün şunları söyledi:  “Anayasanın 136. maddesine baktığımızda orada bir müdahaleci laiklik anlayışını görüyoruz. O fevkalade yanlış. Biz onu ifade ettik. Söylediğimiz şey bundan ibarettir. Laikliğe aykırı bir hükmün laikliğe uygun hale getirilmesi esastır.”
Bozdağ bu sözleriyle mevcut çarpık hali gidermek istediklerini ima ediyor olsa da ilk demeci pek de bu yönde değil. Zira mevcut çarpıklığı gidermenin en iyi yolu Diyanet’i ya sadece idari bir kurum haline getirmek ya da Alevileri ve diğer dinleri de kapsayacak şekilde revize etmek.  O sözlerde bunlar yok.

Salı

“Kadın” üzerinden görülen hesaplar



(agos, 1 haziran 2012)

Başbakan Erdoğan’ın Uludere’de özür dilememek adına ortaya attığı kürtaj konusu,  gayet ciddiye bindi. Konuyla ilgili bir yasa hazırlanıyor, mevcut durumda 10 haftaya kadar verilen kürtaj izni 4 haftaya indiriliyor. Ki bu zaten fiilen kürtajı yasaklamak demek, çünkü 4 haftada hamileliğin bile anlaşılması çok zor, nerede kaldı kürtaj işlemine geçmek. AKP zaten bu konuda hayli rahat olduğu için “gerekirse yasaklarız” aşamasına da hemen geçiverdi. Demeçlerden anladığımız, tecavüz gibi durumların yasa kapsamına girmeyeceği yönünde.
Basitçe, erkeklerin toplum tasarımının kadın üzerinden görüldüğü klasik bir vaka ile karşı karşıyayız. Hiç şüphe yok , bu yeni yasaklamaya destek verecek kadın sayısı az değildir. Ancak sonuçta kadın bedenini ilgilendiren bir durum ile karşı karşıya olduğumuz muhakkak. Ve bu, üzerinde ciddi biçimde durulması gereken büyük bir sorun.  Dolayısıyla  erkek/dünyevi otoritenin kadınla ilişkisine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
Burada iki yönelim var. İlki, dini gerekçeler. İkincisi ise dünyevi,  yani kalabalık bir nüfus olma gayreti, özlemi. Bunların ikisinin de “erkek/dünyevi otoriteler” tarafından tanımlandığını aklımızda tutalım. Denecektir ki, dini gerekçe nasıl dünyevi otoritenin işi oluyor? Biraz geriye gitmek gerekecek.  Kürtaj konusunu mesele eden Hıristiyan Katolik dünyanın tarihine bakmak gerekiyor yani. Çünkü bu kürtaj meselesinin telif sahibi esasen Hıristiyan Katolik dünyasıdır.  O dünya içinde oluşmuş, serpilmiş diğer dinleri de etkilemiştir. Oluşma aşaması ise kabaca Ortaçağ’a, yani Papalık otoritesi ile Avrupa’daki Hıristiyan siyasi otoritenin güç mücadelesine girdiği döneme denk gelir. Bu dönemde Katolik otoritenin, bilhassa cinsellik konusunda hayatın bütünü kapsayan son derece mutaasıp bir baskı kurduğunu biliyoruz. Hatta ve hatta Katolik otorite, cinsel ilişki pozisyonlarını bile kendisine mesele etmiş, sadece çocuk yapma amaçlı pozisyonu meşru görerek, diğer pozisyonları mahkum etmiştir.  Meşhur “misyoner” pozisyonunun ismi de buradan gelmektedir zaten. Dini otorite tarafından önerilen pozisyondur. Papalık kurumu  Ortaçağ’da meseleye bu kadar detaylı yaklaşıyordu yani. Konudan uzaklaşır gibi olduk ama bunlar aslına bakılırsa konumuzla hayli ilgilidir. Zira sadece kadın değil insan bedeni üzerinde de dini otoritenin ne derece tahakküm kurabildiğini gösterir.