Cuma

Çürüyen bir şeyler var..

(agos, 20 aralık 2013)

Salı sabahı ihale yolsuzluğu operasyonuna ilişkin haberler internete düşmeden hemen önce içinde bulunduğumuz tablo şuydu. Geçtiğimiz yıllarda emniyet ve yargının hangi çürük delillerle operasyon yaptığı gerek AKP, gerekse cemaat medyasından saçılan bilgilerle bir bir ortaya çıkıyor, gazeteci olarak geçinen isimlerin bu operasyonlarda nasıl da karanlık roller üstlendikleri gün geçtikçe anlaşılıyor, taraflar birbirlerini suçlarken kendilerini de zorda bırakacak yakası açılmadık bilgileri açığa vurmaktan çekinmiyorlardı. Bu, yaşanan iktidar mücadelesinin ne kadar şiddetli olduğunu gösterdiği kadar, şunu da gösteriyordu: 2007 sonrasında AKP ve cemaatin birlikte kurdukları “rejim”,  sanki yavaş yavaş çökmekteydi.
Tabii çökme derken AKP ‘nin iktidardan düşmesini kastetmiyorum. Asli olarak kastettiğim “vesayet rejimi” yerine kurulan ve “normalleşme”, “ileri demokrasi” olarak sunulan bir rejimin çatırdamasıdır. Dolayısıyla AKP bütün bu olup bitenlerden sonra/yanısıra hayatına belki devam edebilir, seçimlerden galibiyetle çıkabilir. Ama şu çok açık ki artık eski iddiasında olamayacak, olsa bile inandırıcılığı hayli sınırlı kalacaktır.
Sadece şu geçtiğimiz hafta –17 Aralık öncesi- ortaya dökülen bilgiler bile perde önünde  Ergenekon ve benzeri kritik operasyonlar yapılırken bir yandan da nasıl bir polis rejimi içinde yaşadığımızı ispatlamakta. Kimi gazetecilerin ve yazarların tutuklanacağı yönünde tezvirat yayılması, bazı “gazetecilerin” bu tezviratlar üzerine Hükümet çevreleri ile temasa geçmesi ve “vardı ama halledildi” cevabının gelmesi, devlet-medya-emniyet üçgeninde ne tür bir atmosfer içinde yaşadığımızı ortaya koyuyor. Üstelik aradan hayli zaman geçmesine rağmen, böyle bir “hazırlık” olduğundan hala kimse emin değil. Yani bu bir “yanıltma” operasyonu da olabilir. Açıkçası totaliter ülkelere özgü bir manzara bu, kabul etmek gerekir ki. Tabii olup bitenler bununla da sınırlı değil. Yine aynı dönemde kimi “gazeteciler”, başka gazetecilerin gözaltına alınmak üzere olduğunu açık açık yazabildiler. Keza kimi gazeteler de gözaltına alınan –başka- gazeteciler için gayet suçlayıcı manşetler atmaktan çekinmediler. Şimdi, AKP –cemaat kavgası sayesinde bütün bu bilgiler yeniden ortalığa saçılınca ve bir zamanlar “ortak” hareket eden “resmi gazeteciler” belaltı iddialarla birbirine girince, nasıl bir dönemden geçtiğimizi daha net görebiliyoruz. Bir nevi AKP’nin Susurluk kazasıdır bu.
Benzetme abartılı gelebilir. Ama o dönemi  hatırlayacak olursak, yaşanan, devlet içinde aşırı güç kazanan bir kesiminin artık tasfiye edilmesi idi. Tasfiye edenlerin de tasfiye edilenlerin de aslında aynı “devlet” olduğunu, yani aynı devlet felsefesinden/ resmi görüşünden meşruiyet aldıklarını geçtiğimiz hafta bu sütunlarda yazmıştım. Dolayısıyla bu tip operasyonlarda “sonuna kadar” gidilmesini beklememek gerekir. Çünkü sonuna kadar gidildiğinde basitçe devlete gidilir. Ama paradoks şudur: gidilmedikçe de devlet çürür ve çöker.
AKP işte bu sonuna kadar gidilmediği için çürüyen ve çökmeye yüz tutan bir devleti devralmıştı. Tam da bu yüzden eski rejimi tasfiye etmesi evet çetin koşullarda geçti ama aslına bakılırsa bir yandan da kolay olmuştu. Çünkü eski rejimin aktörleri sonuna kadar gidilmeyeceğini bildikleri için etrafta çok fazla iz bırakmışlardı. Bu rahatlık içinde davranmaları yüzünden yeni rejim gereken hamleleri -kimi zaman hukuk oyunlarına da başvurarak, bazen kurunun yanında yaşı da yakarak- yapabildi. Bu kapsamlı operasyondan sonra gördüğümüz manzara şuydu. Eski devleti çürüyen ve çökmekte olan bir bina gibi düşünecek olursak, AKP bu binayı devralmış ve restore etmişti. Çok temel çizgilerden sapmayacaktı, ama binayı da fazla çürümekten kurtaracaktı. Hatta eskisinden de sağlam hale getirecekti. AKP tüm meşruiyetini buradan almıştır açıkçası.
Almıştı ancak şu yukarıda tarif etmeye çalıştığım tablonun tüm emareleri ta o zamanlar da biliniyor, farkediliyordu. Ve bu tip itirazlar AKP’ye yakın kesimler tarafından “Cemaat” hesabına yazılıyor, ancak bu durumdan gizli bir memnuniyet duydukları da farkediliyordu. Hava, “işte bunlar da bizim yaramaz çocuklar, takılmayın, halledilir” şeklindeydi daha çok. Dolayısıyla geçen hafta da dikkat çektiğimiz gibi yeni rejim AKP ve cemaatin ortaklığında, birlikte kuruldu, iki taraf da meşruiyetini ve gücünü birbirinden aldı diyebiliriz herhalde. Çürüyen, çatırdayan, işte bu rejimdir.

Derin devlette devamlılık esas mıdır?

(agos, 13 aralık 2013)

AKP-Cemaat kopuşu (artık kopuş demek daha doğru sanırım) muhtemelen bilmediğimiz ya da  tahmin ettiğimiz ama kanıtlayamadığımız birçok gelişmenin belgelerle önümüze gelmesini sağlayacak. Öyle görünüyor. Bilhassa cemaat cephesindeki tavır, restleşmede vites düşse de bu konunun kolay kapanmayacağı yönünde. Manzara, siyasi bir gücü olmayan cemaatin, eğer AKP bunu hesaplayarak kendisini  küçümsüyorsa, başka güçleri olduğunu göstererek AKP’yi zorlamaya çalışacağı yönünde.
AKP cephesi de boş durmuyor elbette. Dersaneleri kapatmak, MGK belgesini yayınlayan Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu hakkında üç koldan suç duyurusunda bulunmak gibi zecri tedbirlerin yanında, son dönemde yapageldiği üzere cemaati devlet içinde devlet, milli irade karşıtı bir güç, derin bir odak olarak sunmaya, böyle imalarda bulunmaya gayret ediyor. Bu teori belli açılardan doğrudur.  Ancak hikayemiz bu kadar basit değil. Geleceğiz o konuya.
Tüm bu tablo içinde Yüksekova’da olanları, taraflar pozisyonlarını çek etmek için kullandılar desek herhalde abartmış olmayız.Hatırlanacağı üzre  PKK’lılara ait mezarların tahrip edilmesi üzerine Yüksekova’da başlayan protesto gösterileri iki kişinin polis tarafından öldürülmesi ile sonuçlanmış, güvenlik güçleri büyük çaplı bir operasyona hazırlanırken 4 asker kaçırılmış, bu askerler hemen ertesi gün serbest bırakılmış ve kaçırma işinin bölgedeki yerel insiyatiflerce gerçekleştiği ortaya çıkmıştı. Bilhassa PKK’lı olmadıkları ortaya çıkan iki esnafın polis tarafından yargısız infaz denebilecek bir operasyonla öldürülmesi, (ki bu sayı sonradan 3’e yükselmiştir) kimi göstericilerin silah kullandığı yönündeki iddialar, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymuştu. Tüm bu olanlarda çözüm sürecini, ruhunu zorlayan bir durum gözlendi.
Bu tablo üzerine gerek AKP, gerekse Öcalan, “birileri”nden bahsettiler. AKP, “provokasyon” açıklamasıyla PKK, Öcalan ve AKP iradesi dışında bir gücü kastederken, Öcalan da “paralel devlet” diyerek yine devlet içindeki –AKP olmayan- bir gücü  ima ediyordu. Öcalan ve PKK’nın daha önceki açıklamalarından bu “paralel devlet”  ile büyük ölçüde “cemaat” ile çakışan bir gücün ima edildiğini biliyoruz. Dolayısıyla gerek Hükümet çevreleri, gerekse Öcalan kanadı bütün bu olup bitenlenlerden cemaati ve kim olduğunu bilmediğimiz ama çözüm sürecine karşı bazı başka güçleri sorumlu tutmaktadırlar dersek, yanılmayız sanırım.
Tablo bununla sınırlı değil. Yukarıda da değindiğim gibi savaş kızıştıkça AKP kanadı bilhassa son 5-6 yıldır yargı-emniyet ayağında olup biten tüm olumsuzluklardan cemaati sorumlu tutmaya başlamış, hatta Fehmi Koru gibi isimler Ergenekon vb  davalarda sahte delil üretilmiş olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Burada da cemaatin kastetildiği ortadadır.
Sunulan manzara bize kabaca şunu gösteriyor. Cemaat, yargı ve emniyet ve devletin kritik makamlarına yerleşerek siyasi iktidardan ayrı ve bağımsız bir güç gibi davranmaya başlamış, siyasi iktidarı sık sık zor durumda bırakmış ve kontrolsüz bir güç haline gelmiştir. Hatta MİT hamlesi ile iktidarı teslim almaya yeltenmiştir. Seçilmiş iktidar da buna karşı koymaktadır. Dolayısıyla yeni bir derin devletimiz daha olmuştur.
Dediğim gibi, bu tablo yanlış sayılmaz. Ama madem bize yeni bir derin devlet ile karşı karşıya olduğumuz söyleniyor, o zaman meseleyi de derin devlet dinamikleri içinde ele almakta fayda var. Böyle yaptığımızda ise yeni ve çok daha geniş bir çerçeve ile karşı karşıya kalacağımız ortadadır. Çünkü esasen derin devlet dediğimiz, devletin bizatihi kendisidir. Derin devlet, kendisine öğretilmiş reflekslerle, ona kazandırılan “gen”lerle harekete geçen bir mekanizmadan başka bir şey değildir.
Bunu demişken ister istemez eski derin devlet hakkında birkaç cümle etmek gerekiyor. Bilhassa 90’lar ve sonrası derin devlet marifetleri ve bu marifetlerin faş edilmesiyle geçti. Hepimiz bu konuda artık bir fikir edinmiş olmalıyız. Bu dönemde bence en dikkat çekici tema, derin devletin sanki ülke dışı, bu topraklara yabancı, uzaydan gelmiş ve bir türlü def edilemez bir varlık gibi sunulmasıydı. Böylece deniyordu ki “Derin devlet kendi kendine zuhur eder, kendine alan açar. Biz bilemeyiz..”

Yargı reformu, Büyük Abi, uyuyan savcımız..

(agos, 6 aralık 2013)

12 Eylül 2010 referandumu öncesinde hatırlanacağı gibi en sert ve hayati tartışmalar HSYK (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçim şeklinin değiştirilmesi etrafında cereyan etmekteydi. Diğer maddeler üzerinde partiler zaten mutabakata varmışlardı ve aslına bakılırsa referandumda bize sunulan paketin neredeyse 9/10’unu oylamamıza gerek yoktu, o maddeler üzerinde TBMM’de zaten anlamlı bir çoğunluk sağlanmıştı, bütün kıyamet bahsettiğim iki maddede kopuyordu. Ama önümüze koca bir paket geldi.
İktidar kanadı diyordu ki HSYK ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçim şeklini değiştirmek gerekmektedir zira mevcut (yani o zamanki) sistemle “vesayet sistemi”nin savcı ve hakimleri kadroları doldurmakta, bunlar da halk iradesini hiçe saymaktadır. Keza Anayasa Mahkemesi üyelerinin seçiminde Cumhurbaşkanı ve TBMM ağırlığını artırmaktaki hedef de buydu. Zira Anayasa Mahkemesi de mevcut (yine o zamanki) yapısıyla vesayet sisteminin, klasik devlet otoritesinin emrinden çıkmamakta, dönemsel olarak zararlı görülen partileri gözünün yaşına bakmadan kapatmaktaydı.
El hak, haksız değillerdi. Ancak yapılacak değişiklikle yargıda bir devrim yaşanacağı iddiası biraz şüpheliydi. Çünkü, -AKP ve medyasının şimdilerde feveran ettiği- yargıdaki cemaat etkisi o vakitler de bilinmekte, yeni sistemle yargı içinde hem cemaatin hem de AKP’ye yanaşmayı seçen klasik devlet bakışına sahip hakim ve savcıların ağırlık kazanacağı anlaşılmaktaydı. Dolayısıyla getirilecek yeni sistem sadece AKP’nin dertlerine derman olacak, (ki orada bile mesele çıktığı artık apaçık görülüyor) ülkede yargı karşısında her daim adam yerine konmayan sol, Kürt muhalefeti, muhalif gruplar, resmi görüş dışında kalanlar yine okka altına gidecekti. Bu tablo karşısında kimi ulusalcılar, milliyetçiler, CHP MHP gibi çevreler vesayet sisteminde bir gedik açılmasından rahatsız oldukları için ya da az önce saydığım sebeplerle hayır demeyi seçmişken, yargının sillesini az ya da çok yemiş kimi  sol ve muhalif çevreler ise yine biraz önce kabaca çizmeye tabloyu dikkate alarak “boykot” yoluna gitmeyi tercih etmişlerdi. Siyasal Kürt hareketinin de bu ve başka saiklerle boykot yoluna gittiğini hatırlayalım.
Meselemiz ya da niyetimiz alınan tutumların muhasebesini yapmak değil. Bu konuda tek bir doğru olmayabilir. Asıl meselemiz 12 Eylül referandumuna toplum yüksek oranda onay vermişken, dolayısıyla AKP’nin elini bağlayacak hiçbir şey yokken yargı reformunun geldiği haldir. Yani AKP’nin iddiasını yerine getirip getirmediğidir. Bakalım.
Referandum sonrasında şunlar oldu, kabaca. Siyasal Kürt hareketine yönelik 2009 yılında  başlatılan yoğun tutuklama  kampanyası hızlanarak sürdü. KCK operasyonları adı verilen ve genel kanıya göre cemaatçe de desteklenen bu kampanya ile çok sayıda Kürt siyasetçi, avukat ve gazeteci cezaevine atıldı. Bu siyasetçiler, avukatlar ve gazetecilerin büyük çoğunluğu hiç de ikna edici olmayan delillerle hala cezaevlerinde tutulmaktadır. Hatta geçtiğimiz günlerde AKP’nin önemli isimlerinden biri bu siyasetçilerin bir tür rehine olarak içeride tutulduğu manasına gelecek sözler söyledi. Keza yine bu davalarla bağlantılı olarak çok sayıda hasta tutuklunun cezaevinde tutulduğunu ve bunların bir kısmının ölüm sınırında olduğunu hatırlatalım.
Keza biraz önce saydığım sol ve muhalif hareketlerle ilgili davalar ve duruşmalarda vesayet sisteminden bildiğimiz manzaraların benzerini yaşamaktayız. Gezi direnişi sırasında öldürülenlerle ilgili yargı süreçlerinin neredeyse tamamı skandallara sahne olmakta.. Yargı burada açık bir biçimde iktidarın emrinde bir görüntü vermekte, deliller savsaklanmakta, mağdurların taleplerine kulak verilmemektedir. Bu tabloyu sağlayan en önemli gelişmenin AKP’nin Gezi direnişine bakışı olduğunu herhalde kuşku yoktur.

Perşembe

Yeni rejimin “sivil” aktörleri

(agos, 29 kasım 2013)

Şu gayet açık: AKP ve Gülen cemaati arasında patlak veren savaş şimdilerde “dersaneler” zemini üzerinde sürüyorsa da konunun ne dersane, ne de eğitim sistemiyle ilgisi vardır.  Meselemiz bunlarla pek de ilgili değildir ve bu çerçevede söylenen çoğu şey (aman efendim çocuklarımız, eğitim sistemimiz vs) alenen yalandır ya da çok azı doğrudur. Başbakan Erdoğan’ın Gülen cemaatini devletin ve sistemin etkili yerlerinden tasfiye etmeye karar vermesiyle başlayan bir savaşın yeni aşamasıdır, yaşanan.
Nasıl başladı? Net olarak bilmemiz ve bildiğimizi iddia etmemiz elbette mümkün değil ama bir ihtiyat payıyla şunları söyleyebiliyoruz: Gülen cemaatinin MİT’e bir türlü nüfuz edememesi ve Genelkurmay’a ait dinleme cihaz ve ekipmanlarının da MİT’e devriyle, müsteşarlık ve müsteşar bir anda kritik bir makam haline geldi. Bunu izleyen ikinci adım MİT yetkililerinin, Oslo görüşmeleri ve KCK operasyonları nedeniyle (cemaate yakın olduğu düşünülen) yargı  tarafından ifadeye çağrılmasıydı. Erdoğan ve AKP bunu cemaatin açık tehdidi ve MİT’i ele geçirme hamlesi olarak gördü ve savaş hızlandı. Akabinde Emniyet ve yargıda AKP eliyle orta ve küçük çaplı tasfiye hareketleri yaşandı. Sonrasında yavaşlayan savaş karşılıklı hamleler, deklarasyonlar ve MİT’in hedef alındığı haberlerle mevzi biçimde sürdü. Son olarak cemaatin insan ve sermaye kaynağında önemli bir yer tutan dersanelerin kapatılması kararı bu çarpışmaları meydan muharebesine taşıdı.
Mevcut durumda taraflar pek de geri adım atacak gibi durmuyorlar. Gerçi AKP, daha doğrusu Erdoğan’ın oyun planında genelde perdeyi  epey yukarıdan açıp sonrasında anlaşmak ve karşı tarafı elindeki çözüme razı etmek vardır ama gördüğümüz, tarafların gayet kararlı olduğu ve cemaatin de kolay kolay geri adım atmayacağı. Zaten tam da bu tabloya bakılarak  “cemaatin oyu ne kadardır?” gibi yorumlar yapılıyor. Ancak şu var ki cemaat zaten hiçbir zaman oy gücüyle etkili olmadı. Onu etkili kılan, İslam’ın içinden konuşması (ki AKP’nin zayıf karnıdır), devlet ve iş dünyasındaki sermaye, kadro ve network gücü ve elinde tuttuğu bilgi deposuydu. Büyük ihtimalle ve kanımca MİT içinde etkin olmayı da bu yüzden istediler. Çünkü “sistem”in devamı için MİT kritik önemdeydi.
Beri yandan AKP’nin de -Erdoğan’ın ifadesiyle- devlet içinde devlet gibi davranan bu gücü en azından MİT’e bulaştırmamaya, giderek de devletteki etkinliği azaltmaya tam da yukarıda saydığım nedenle karar verdiği anlaşılıyor. Dolayısıyla elimizde şöyle bir tablo oluştu. TSK etkinliğini, Ergenekon’u birlikte devredışı bırakan güçler, şimdi amansız bir savaşa tutuşmuş vaziyetteler. Tablonun kimi AKP muhaliflerini heyecanlandırdığı ve “Cemaat AKP’yi devirmese bile hiç olmazsa sarsalar mı?” hesapları yapıldığı da ortada. “Düşmanımın düşmanı” taktiğinin hiçbir zaman hayırlı bir siyaset olmadığını hatırlatıyor ve manzaraya yakından bakalım diyorum.
Savaş ve tarafların savaşı nasıl yürüttükleri öncelikle her iki tarafın da nasıl bir toplum tasarımı barındırdığı açısından önemli olacak. Şimdiye kadar ortaya dökülenler doğrusu hayli öğretici oldu. Mesela Erdoğan’ın “Şimdiye kadar ne getirdiler de geri gönderdik?” açıklaması bir ilişki biçimini anlatıyor. Evet  cemaat-AKP işbirliği bir sır değildi ancak şöyle bir tabloyu nasıl değerlendirmeliyiz? Ellerinde bir takım dosyalalarla AKP’ye giden ve Erdoğan’ın demesine bakılırsa her istediği yapılan bir.. bir.. bir ne?

Sözün şiddeti, Erdoğan ve Ahmet Kaya

(agos, 22 kasım 2013)

Başbakan Erdoğan’in siyasi mugalata için feda etmeyeceği kavram ve kişi olmadığını biliyoruz artık herhalde. Yaşadığı sürece peşini bırakmayacak olan “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözlerini, hem kürtaj hem de Roboski katliamı ile ilgili eleştirilerden kurtulmak için bir çırpıda söyleyivermişti. Bu sözün siyasi açıdan sakıncaları, yanlışlığı üzerinde bol bol duruldu. Ama aslına bakarsanız şu açıdan pek durulmadı: bu sözün içerdiği şiddet ve hoyratlık. Evet sözle de şiddet yaratabilirsiniz. Hemen aklınız ceza yasasındaki o meşhur  “terörü, şiddet eylemlerini övmek” fiiline gitmesin. Sözün fiziki bir şiddete yol açmadan, kendi başına, kendi haliyle içerdiği şiddetten, gaddarlıktan bahsediyorum. Siyasi münazarada pozisyon almak için –bu örnekte de görüldüğü gibi- mağdurların ve madunların nasıl da bir kalemde harcandığından, hiçleştirildiğinden bahsediyorum. O sözün en irkiltici yanı şuydu: Erdoğan için aslında kürtaj yapan kadınlar da, Roboski’de ölenler de birer hiçtiler. Kolaylıkla bir münazara için harcanabilirlerdi. Harcandılar da. Ki zaten Roboski’de ölenlerin ailelerinden hala bir özür dilenmemiştir.
İçinde bulunduğumuz hafta buna benzer bir sözlü şiddet eylemine tanık olduk. Duymamış olamazsınız. Irak Kürdistanı Başkanı Barzani ve şarkıcı Şivan Perwer’in katıldığı Diyarbakır gezisi ile ilgili eleştirileri yanıtlayan Erdoğan sözü Ahmet Kaya’ya getirdi. Ki bilindiği gibi Diyarbakır’daki kürsü konuşmalarında Kaya da anılmıştı. 1999 yılında Kürtçe şarkı söyleyeceği ve klip çekeceğini açıkladığı için neredeyse bir linç girişimine maruz kalan Ahmet Kaya’nın yaşadığı o geceye gitti Erdoğan. Ve dedi ki “Gezi’de bize saldıranlar kimse o gece Ahmet Kaya’ya saldıranlar da onlardı..” Hızını  alamadı ve devam etti. “Şimdi diyorlar ki ben o sırada  tuvaletteydim, dışarıdaydım. Ulan hepiniz oradaydınız. Kamera kayıtlarında görüyoruz. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Hepinizi mumu söndü..”
Erdoğan kimlerin mumunu söndürdü bilinmez ama her ne biliyorsa yanlış bildiği açık. İki ihtimal var burada önümüzde. Kamera kayıtlarını filan izlememişti. Gezi’ye hangi sanatçıların katıldığını biliyordu belki ama bu iki grup arasında epeyce bir mesafe olduğundan haberi bile yoktu. Böyle bir algısı da yoktu. Danışmanları yanıltmış olabilirdi Erdoğan’ı. Bu bir ihtimal. Ya da daha güçlü ihtimal olarak şu söylenebilir. Ne olduğunu baştan beri biliyordu. Ama yalan söyleme yolunu tercih etmişti. Bilinçli olarak. Çünkü şu söylediği ile –yine- birkaç şeyi birden yapmış oluyordu.

Yurttan tek parti manzaraları..

(agos, 15 kasım 2013)

 AKP’nin yıllar içinde, mücadele ettiği şeye dönüştüğünü ne zamandır söylüyorum, söylüyoruz. Bunu derken en azından benim kastettiğim şudur: Evet AKP’nin kabaca 1925-1945 arası olarak alabileceğimiz CHP’nin tek parti iktidarına yönelik çoğu zaman haklı eleştirileri vardır. Gerçekten de o dönem sadece dindar muhafazakar kesime karşı değil, Kürtler, Dersimliler, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar, Süryaniler, solcular ve komünistlere yönelik de büyük hatta kimi zaman daha büyük bir baskının yaşandığı, hissedildiği dönemdir. (Bu saydıklarım üzerindeki baskıların tek parti iktidarı olmadığında ortadan kalktığını söylemek mümkün değil elbette) Yine bu dönem geçtiğimiz günlerde kaldırılan “andımız”da örneğini gördüğümüz gibi otoritenin tüm ülkeyi tek bir kimlik ve tek bir varoluş tarzına hapsettiği dönemdir.
Fakat bu döneme ne zaman biraz daha yakından baksak gördüğümüz detaylar, temalar vardır ki, şu yaşadığımız günlerde daha sık hatırlamaktayız. Şunlardır: kurucu, kader birliği yapmış ekibin zamanla dağılması, ekip içinden bir kişinin iktidarını sağlamlaştırması  gitgide otoriter eğilimler göstermesi, toplumun totaliter bir havayla  değiştirilmek, yeniden biçimlendirilmek istenmesi, kurucu ekipten birileri yavaş yavaş uzaklaş(tırıl)ırken, tek kişi figürünün artık yavaş yavaş netleşmesi, kişi tapıncının hatta güç tapıncının görünür hale gelmesi, bu tek adam sistemini benimseyenlerin basamakları hızla tırmanması, tek adamın etrafında yeni bir iktidar kliğinin şekillenmesi, bu iktidar kliğinin üyelerinin de en küçük bir hata ile birinci halkadan düşmesi, onun yerine tek adamı daha hırçınca ve daha sadık biçimde savunanların aniden birinci halkaya girmesi vs.. Ve elbette ülkedeki her idari tasarrufa  o tek adamın karar vermesi. Bunlar bilhassa tek parti döneminde  gördüğümüz, sık sık rastladığımız temalar, hikayelerdir.  Ve Türkiye’ye de özgü değillerdir. Tek adam sisteminin, hayranlığının bir “rejim”  haline geldiği ya da gelme emareleri gösterdiği tüm ülkelerde bu eğilimlere, bu gidişata rastlanır.
Mevcut durum, elbette ki bu tabloya tam olarak uymuyor. Öncelikle serbest bir seçim ortamından bahsediyoruz. Demokrasinin asgari şartlarına uyulduğu bir dönemdeyiz. Dolayısıyla birebir benzerlik kurmak elbette mümkün değil. Ancak bu tip “tek parti-tek adam” rejimlerinin meşruiyetini tartışılmaz, sorgulanmaz kavramlara dayandırdığını da aklımızdan çıkarmamalıyız.
Dolayısıyla mevcut durumda AKP’nin birçok uygulamasını “millet değerleri” gibi son derece muğlak ve isteyenin istediği biçimde eğip bükebileceğini bir meşruiyet kaynağına  dayandırması, önemlidir. Buna gerekçe olarak gösterilen seçim zaferleri, hayat daraltıcı politikalar için bir zemin sağlamaz aslına bakılırsa. Seçim zaferi, seçim zaferidir. Elbette ki kimi politikalar için partinin elini güçlendirir, ancak toplumun tümünün ahlaki değerlerini yeniden belirleme hakkını vermez. Hele ki bu yeniden belirlenecek ahlaki değerler için bir başka “tartışılmaz” kavrama, dine başvuruluyorsa, orada da büyük problemler var demektir.
Dolayısıyla topluma temel hakları zedeleyici bir politika ya da bir uygulama dayatırken “millet böyle istiyor” gibi muğlak bir kavrama ve gerekçeye başvurmak, seçimle işbaşına gelseniz bile baskıcı ve totaliter bir politikadır, seçim zaferi bu politikanın gerekçesi değildir ve olamaz.
Ve şunu da ilave etmek gerekir ki “millet böyle istiyor” “millet ne derse o olur” “istikametimizi millet belirler” gibi argümanlar, totalitarizme meyleden siyasetlerin ve siyasi figürlerin çok sık başvurduğu kavramlardır. Toplumu bütünüyle dönüştürmek isteyen tüm politik aktörler, muğlak, her şeyin ve herkesin içine sığabileceği büyük argümanlar ileri sürmekten geri durmazlar. “Millet” diye tek bir kişiden bahsetmek, işlerine gelir. Çünkü bu tek kişi, farklılıkların törpülendiği, yokolduğu bir kişidir.

Pazartesi

Kalpsiz bir dünyada kalp aramak..

(agos, 8 kasım 20013)

 1915 öncesinde ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin zorla Müslümanlaştırıldığı ya da Müslümanlaşmak gereği duyduğu tahmin ediliyor. Hemen kısaca tarif edecek olursak, bu Müslümanlaştırma ya da Müslümanlaşma kavramı, anne-babaları öldürülüp el konan çocukların Müslüman ailelere dağıtılmasını, bu çocuklara bölge beyleri ya da ağaları tarafından el konmasını, bu çocukların devlet gözetimindeki yetimhanelerde  asimile edilmelerini, “sahipsiz” olarak görülen kadın ve kızlara yine bey ya da ağalarca el konmasını, kimi bölgelerde Ermenilerin gruplar halinde canlarını kurtarmak için toplu halde İslam dinine geçmelerini (ki bunların tümü kabul görmemiştir, buraya geleceğiz) kimi bölgelerde yine bireysel olarak kimi Ermenilerin canlarını, mallarını kurtarmak ya da topraklarından kopmamak için kendi talepleriyle İslam dinine geçmelerini kapsıyor. Tam da bu nedenle aslında en azından yazarken Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler demek, daha doğru.
Evet ne diyorduk, 1915 öncesi, sırası ve sonrasında toplam 200 bin Ermeni’nin Müslümanlaştırıldığı tahmin ediliyor. Konuyla ilgilenen uzmanlar daha iyimser bir tahmin yapıp bunu 100 bin olarak hesapladıklarında bile şöyle bir manzara ile karşılaşıyorlar: Günümüzde birkaç milyon kişinin ailesinde (anneanne, babaanne, büyük hala, büyük dayı, kayınvalide vs) Müslümanlaşmış Ermeni bulunmakta. Bu, çarpıcı ve çok önemli bir rakam. Ki bunu aslında hepimiz bir miktar tahmin ediyorduk.
Evet bu ülkede böyle konular aslında bir yandan da, bilinir. Ve bir sır gibi, fısıltıyla konuşulur. Hrant Dink Vakfı’nın Boğaziçi Üniversitesi ve Malatya Hay-Der ile birlikte düzenlediği Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler Konferansı 3 gün boyunca işte bu fısıltıyla konuşulan, çoğu zaman konuşulmayan, çocuklardan, bilhassa da torunlardan saklanan bu büyük “sır”rı konu etti. Yurtiçinden, yurtdışından, Ermenistan’dan gelen uzmanlar 3 gün boyunca bulguları, tanıklıkları, iğne ile kuyu kazar gibi elde ettikleri bilgileri dinleyicilerle paylaştılar. Ayrıntıları bizim gazetede okuyacaksınız zaten. Belki burada bu konunun neden “fısıltı” ile konuşulduğunu, resmi/milliyetçi görüşün konuya nasıl baktığını ve en önemlisi toplumun, yani “çoğunluğun” bununla nasıl yaşadığını konu edinebiliriz.
Toplantı boyunca bunun neden bir sır olarak görüldüğü ve neden fısıltı ile konuşulduğu üzerinde de duruldu elbette. Çeşitli açıklamalar getirildi. Elbette ki tek bir açıklama yok. Her şeyden önce, soykırımdan kurtulmuş bir nesilden bahsediyoruz. Kimi zaman çocukken kimi  zaman bir genç kızken Müslümanlaştırılan, bir aileye gelin ya da evlatlık olarak giden birisi, hayatının kalan kısmını nasıl yaşayabilir? Bunu anlamak ebette mümkün değil. Ve hayatının geri kalan kısmında “çoğunluğun” Ermenilere hala düşmanca davrandığını, muhafazakarı-Kemalistiyle resmi görüşün bu konunun üzerini örttüğünü, hatta Ermenileri suçlu çıkardığını gördüğünde, bunu nasıl yaşayabilir? Ve İslamı seçmesine rağmen devletin aslında nüfus kayıtlarında kendisini ve soyunu Ermeni ya da dönme olarak gördüğünü bildiğinde, bu sırrın asıl devlet tarafından da –muhtemelen ileride aleyhinde kullanılmak amacıyla- korunduğunu/saklandığını  bildiğinde, çocuklarının sokakta oynarken “gavur” “dönme” diye dışlandığını bildiğinde, kendisi de o  yertsizlik yurtsuzluk hissinden kurtulamadığında, bunu nasıl yaşayabilir? Bunu anlamamız, tahmin etmemiz mümkün mü? Değil.
Ancak şunu tahmin etmemiz, daha doğrusu görmemiz mümkün. Devletin; dönem dönem sahibi değişse de bu konudaki tavrı hiç değişmeyen merkezi otoritenin, resmi görüşün nasıl davrandığını herhalde artık görebiliriz. Yapılan çalışmalar, 1915’te İttihat Terakki rejiminin Ermeniler’in yaşadığı bölgelerde yüzde 5 (ya da kimi zaman yüzde 10) oranında kalmasını hedeflediğini gösteriyor. Bu oranı tutturmak için dönem dönem Müslümanlaşma taleplerine nasıl izin verildiğini, ya da aynı nedenle kimi zaman da bu taleplerin nasıl geri çevrildiğini ve İslam dinine geçmek isteyen Ermenilerin sürüldüğünü görebiliriz. (Taner Akçam’ın bu konudaki sunuşu, önemliydi) El konan çocukları alan ailelerin, aynı zamanda çocuğun öldürülen anne-babasının mirasını, yani malını mülkünü de devraldığını görebiliriz. Sadece İttihat Terakki döneminde değil Cumhuriyet döneminde de devletin bu meseleyi bürokratik açıdan çok yakından takip ettiğini, soyları ve kodları titizlikle tuttuğunu görebiliriz. Tekil, bölgesel hikayelerin, 1915’te ya da öncesinde nasıl bir gaddarlık yaşandığını ortaya koyduğunu görüp, üstelik toplumun, yerel halkın da bu katliamları bildiği, büyüklerinden duyduğu halde nasıl da sustuğunu, devletin bu konudaki resmi görüşünü onaylayıp, nasıl da fısıltıyla konuştuğunu görüp, dehşete kapılabiliriz. Bütün bu haltları yiyen bu devletin, resmi görüşün sözcülerinin, utanmadan bir de  kalkıp “bu ülkede kripto Ermeniler” var diyerek, sanki Ermeniler İslam dinine casusluk yapmak için geçmişler gibi bir hava yaratmalarını görüp, bu cüret karşısında dehşete kapılabiliriz. Yani kapılabilirdik. “Bilirdik” diyorum çünkü konferansı yine sadece  bildiğimiz basın organları izledi. Büyük medyanın, muhafazakar medyanın, hatta ve hatta kimi sol olma iddiasındaki gazetelerin, medyanın bile bu konferansa ilgisi, sınırlıydı. Üzücü, diyorum kibarca..

HDP: Umutlar, beklentiler…

(agos, 1 kasım 2013)

Geçen haftasonu HDK (Halkların Demokratik Kongresi) genel kurulu ve HDP’nin (Halkların Demokratik Partisi) birinci kongresi vesilesiyle Ankara’daydık. İki toplantı da kritik önemdeydi, zira yerel seçimlere Doğu’da BDP, Batı’da HDP olarak iki partiyle girilmesine karar verildiğinden bu yana HDP’nin nasıl, ne şekilde, hangi felsefe ile kurulacağı, nasıl bir performans göstereceği tartışılmaktaydı. Beri yandan, solda, demokratik platformda faaliyet gösteren çok sayıda siyasi geleneğin, akımın, sivil toplum kuruluşunun, kadınların, LGBT örgütlerinin bileşiminden oluşan ve HDP’nin dayandığı zemini teşkil eden HDK da, bilhassa Gezi Direnişi’nden bu yana ilk kez kendini gözden geçirecekti. Zira HDK baştan beri Gezi’de ortaya çıkan manzaraya “Evet, biz de zaten böyle bir şey kurmuştuk, Gezi bizdeki yapının sokağa yansımasıdır” diye bakıyordu ama bakalım HDK delegeleri ne diyordu?
Cumartesi günkü genel kurula damgasını vuran, Gezi Direnişive HDP’nin kuruluşu oldu. Salona gelenleri dev bir ‘umuda yolculuk’ pankartı karşılamaktaydı ve söz alan herkes, hemHDP’nin yeni bir umut olacağından, hem de Gezi’de temsil edilenle HDK ve HDP’nin aynı zeminde buluştuğundan söz etmekteydi. Bu vurgular büyük coşkuyla karşılandı.Ancak söz alan delegelerin bir kısmı,HDK’nın Gezi’de pek de hızlı bir refleks geliştiremediğinden yakındı. Bu eleştirilerin bazılarının ‘bölge’den gelen delege ve katılımcılardan geldiğini not düşelim.
Beri yandan, Alevi toplulukların da HDK’ya neredeyse siyasal Kürt hareketi kadar ilgi gösterdiği de not düşülmeli. Kongrenin diğer başlıca konusu, AKP’nin Alevilerle ilgili politikalarıydı ve bu konuda söz alan herkes ilgiyle dinlendi, eleştirileri alkış buldu. Gerek kongrenin, gerekHDP’nin Ermenilerin temsiline de önem verdiğinin altını çizmek gerek. Dolayısıyla, bir adım geriye çekilip bakıldığında, Cumhuriyet ideolojisinin, AKP’nin, ‘çoğunluğun’ ittiği, ezdiği toplulukların ve siyasetlerin sanki kendiliğinden gittiği, hani ayakların kendi kendine götürdüğü bir zemin olmaya aday, HDK.
Belli ki HDP’nin de böyle bir felsefe ile kurulması, böyle bir adres olması amaçlanmış. Ertesi günkü HDP kongresi de coşkulu ve kalabalıktı. Oradaki konuşmalarda da mutlaka üzerinde durulan nokta Gezi Direnişi’ydi ve aynı şekilde, HDP’nin, Gezi Direnişi’nin vücut bulduğu parti olduğuna, olacağına dikkat çekildi her fırsatta, bu yöndeki her söz büyük alkış aldı, sloganlarla karşılandı. Fakat doğrusunu isterseniz, bu kadar fazla vurgu biraz da şüphe doğuruyor, iki açıdan. Böyle doğal bir simbiyoz olsa, bunu bu kadar vurgulamaya muhtemelen gerek kalmazdı. Öncelikle, biliyoruz ki Gezi Direnişi’nde kıvılcımı çakanlardan biri Sırrı Süreyya Önder’di fakat direniş, 30 gün boyunca halden hale girdi, kendi içinde dönüşümler geçirdi ama olamadığı tek şey, bir parti ya da klasik bir yapıda vücut bulmaktı.Birkaç gün içinde parka kuruluveren ulusalcı-faşizan güçleri bir kenara koyarak söylüyorum elbette bütün bunları.Böyleydi diye bunu bir veri olarak almak ve Gezi Direnişi ile irtibat kurmayı savsaklamak, benzer şeyler düşünen bir parti için uygun bir politika değildir elbette, ancak her seferinde “Adres biziz” demek ya da bunu ısrarla söylemek de uygun kaçmayabilir. Eğer öyleyse, o direniş zaten gelir, adresini bulur muhtemelen.
İki açıdan demiştik. İkinci olarak ise, bir gün önce HDK genel kurulunda dile getirilen eleştirileri hatırlamak mümkündü. Bilhassa BDP yöneticilerinin –ki, meşru ve anlaşılır bir siyasetti– Gezi’ye az biraz mesafe ile bakan sözleri hâlâ hatırlardaydı ve belli ki burada da bir netleşmeye ihtiyaç var.

Cuma

AKP modernleşmesi

(agos, 25 ekim 2013)

Şimdi başlığı böyle koyunca olumlu bir durumdan bahsediyorum zannedilebilir. Ama pek öyle değil.  Dolayısıyla önce modernleşmeden, daha doğrusu modernleşmenin karanlık yüzünden ne kastettiğimi anlatmak iyi olur. Şöyle diyelim: takriben geçtiğimiz yüzyıl başlarında başlayan ve bilhassa son 30 yıldır etkinlik kazanan eleştirel bir bakışa göre “modernleşme” dediğimiz hareket, evet, tüm dünyada teknolojik/sınai bir atılım yaratmış, görece bir refah sağlamıştır ancak zamanla “sorgulanamaz” bir kavram haline gelerek, kentleri, insanları, insan ilişkilerini parçalayan ezen bir devasa bir güç vasfı da kazanmıştır. Ve bu haliyle bilhassa doğa üzerinde de büyük bir tahribat yaratmıştır. Yani, çok kabaca tarif edecek olursak bilhassa Batı’nın öncülük ettiği ve neredeyse “tek gerçek” haline getirdiği/gelen modernleşme hareketi, beraberinde getirdiği kentleşme, kapitalistleşme, yeni medya aygıtları, tek taraflı ve buyurgan bir ses haline gelen televizyon, siyasetin şirketleşmesi/yapaylaşması, gündelik hayatın gitgide bireyi tahrip eden temposu sayesinde aslında başlıbaşına insanı hem fiziki hem de ruhsal anlamda parçalayan, onu mutsuz eden bir hareket olmuştur. Üstelik o sorgulanamaz “kalkınma”, büyüme, zenginleşme halesi içinde etkinlik gösterdiği için bireyler ve gruplar bu “ezici” hükümranlığa karşı koyamaz hale gelmişlerdir. Modernizm karşıtı ya da modernizme mesafeli hareketlerin, fikirlerin temel kalkış noktası budur ve bana sorarsanız haksız  oldukları da söylenemez. 1970’ler ve 80’lerin Batı dünyasında Yeşiller Partisi ve benzeri hareketlere etkinlik, yaygınlık ve “sözüne kulak verilirlik” sağlayan gelişmeleri de bu çerçeve içinde okuyabiliriz.
Türkiye’ye gelirsek. Biz genel olarak bu modernleşme fikrini aslen kültürel/siyasi manada mesele ettik. Değil mi ki Kemalist cumhuriyet ve kurucu otorite, cenderesine aldığı toplumu 1923’ten itibaren arzusu hilafına muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak (“adam etmek”) istemiş ama bu arada toplumun ne düşündüğünü zerre kadar umursamamıştı? Ve değil mi ki Cumhuriyet kadroları yüzyıllardır süren kültürel kodları, gelenekleri, etnik zenginliği çağdaşlaşma modernleşme adına bıçak gibi kesmişlerdi ve toplumdaki bu köksüzlük, yersizlik, yurtsuzluk duygusunun altında biraz da Cumhuriyetin bu haşin hamleleri vardı? Evet ülkede modernleşme eleştirisi büyük oranda bu tezler üzerinden yürüdü. Bu tezleri dile getirenler de büyük oranda muhafazakar çevreler ve küçük bir ölçüde de sol-sosyalist ya da liberal çevrelerdi.
AKP, ideolojisini büyük ölçüde bu modernlik eleştirisi üzerine oturttu. Hala da AKP’ye gücünü, enerjisini veren; Erdoğan’ın tekrarlamayı çok sevdiği tabirle bu “Cehape zihniyeti”dir. Her konuşmada en az bir kere zikredilen bu Cehape zihniyeti ile Erdoğan’ın ve AKP’lilerin kasettiği yukarıda çok kabaca tarif etmeye çalıştığım Cumhuriyet’in –negatif manadaki- modernleştirici yönü, hamlesidir. Fakat bu analiz aslına bakılırsa eksik bir analizdir. Çünkü dünyada olduğu gibi Türkiye’de de “modernleşme” dediğimiz, kültürel bir hegemonyadan, kültürel/siyasi hamlelerden, “otorite”nin bu konudaki eziciliğinden ibaret değildir. Bunun bir de “ekonomik” veçhesi vardır ve en az kültürel-siyasi veçhe kadar önemlidir. Zaten bunları birbirinden ayırmak da pek mümkün değildir.
Zira ekonomik/kalkınmacı modernizm için de benzer bir tarif yapmak mümkündür. Aynı oranda sorgulanamazdır, aynı oranda ezici/baskılayıcıdır ve aynı oranda hegemonyacıdır. “Mutlak” biçimde doğru bir kalkınma hamlesini baştacı yapar, bu hamle ile istihdam, büyüme ve rant yaratır. Ve elbette aynı oranda toplumları parçalayıcı, ezici, baskılayıcı bir özelliği vardır. Çok basitçe “ekmek parası” diyerek katlandığımız o hırpalayıcı hayatın asıl müsebbibi modernizmin kanatları altında gelişen kalkınmacı/büyümeci kapitalizmdir. Tam da  burada Türkiye yakın tarihinin ilginç bir özelliğini görüyoruz dolayısıyla. Şöyle tarif etmek mümkün belki de: modernleşmenin siyasi/kültürel cephesinde asıl motor cumhuriyet kadroları ve ideolojisi iken, ekonomik/kalkınmacı alanda asıl yürütücü güç DP-AP-ANAP-AKP çizgisinde somutlaşan dindar-muhafazakar akımdır.
Dolayısıyla ODTÜ’deki, 3. köprü inşaatındaki ağaç kıyımında, 3. havalimanı inşaatında yaşanması muhtemelen doğa tahribatında, Gezi direnişini başlatan park kıyımı girişiminde ve en önemlisi Kanal İstanbul adı altında doğaya hükmetme/aynı zamanda doğal hayatı düzelmeyecek biçimde tahrip etme projesinde karşımıza çıkan işte bu modernleşmeci/kalkınmacı zihniyettir.
Bu zihniyet de kendi projesini sorgulanamaz/eleştirilemez bir ambalaj içinde sunar.

Onlar, bunlar derken?

(agos, 11 ekim 2013)

Geçen hafta ‘paket’ ile ilgili yazımda, açıklanan adımları bir nevi Tanzimat Fermanı’na benzetmiş, AKP’nin toplumdaki hak taleplerini bilhassa etnik ve dini gruplardan geldiğinde dikkate aldığını, zira kendisini de –egemenlik biçimi olarak– öyle gördüğünü ve hak taleplerini –otorite olarak– uygun gördüğü oranda kabul ettiğini, bunun da paketin tüm olumlu yanlarına rağmen, özünde problemli bir bakış açısı olduğunu söylemiştim.
Bu hafta da paket tartışmaları ile geçti. Bilhassa paketin siyasal Kürt hareketinde yarattığı hayal kırıklığı, Aleviler konusunda adım atılmaması ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması ile ilgili eleştiriler gündemdeydi. Bunların haklı eleştiriler; geçen hafta da zaten bunları konuştuk.
Bu haftanın bence en ilginç vakası, Başbakan Erdoğan’ın bilhassa Ruhban Okulu ile ilgili eleştirilere yanıt verirken kullandığı dil ve seçtiği azarlama tonuydu. Bunun üzerinde biraz durmak gerekir. Birkaç cümle paylaşacağım konuşmasından:
“Kim ne derse desin, kusura bakmayın. Ruhban Okulu bizim için anlık bir meseledir. Ama biz bir şeyin iadesini yaparken bir şeylerin de iadesini bekleme hakkına sahibiz. Nedir o?”
Erdoğan’ın açıklamalarına devam etmeden önce araya girmek isterim. Erdoğan bunları söylerken, çocuklarına bahşiş dağıtan ama istediği takdiri göremeyen sert ve otoriter bir aile babası tonuyla konuşmaktaydı. Rum cemaatinin elinden alınan bu hakkı geri vermek için neredeyse uyanık bir tüccar gibi davranması, açık bir biçimde sırıtmaktaydı.
Devam edelim. Erdoğan, daha sonra, Atina’daki iki camiyi devralmak istediklerini ama buna olumlu yanıt alamadıklarını söyledi. Öncelikle bunu bir şart olarak öne sürdü. Araya sıkıştırdığı, Büyükada Yetimhanesi ile ilgili sözleri de hayli ilginçti: “Onların bir yetimhanesi vardı, Büyükada’da. Muhteşem bir yer. Biz, hemen, dava görüldü, kendilerine teslim ettik. O günden bugüne de hâlâ inşaata başlayamadılar.”
“Onlar” dediği, bu ülkenin Rum vatandaşları tabii. Bunu akılda tutalım. “Muhteşem bir yer” derkenki tavrı da dikkatlerden kaçmadı. “Verdiğimiz malın kıymetini bilin, içimiz gitti resmen” havasındaydı. Buradaki aşağılayıcı ton, gözden kaçacak gibi değildi. Bunların üzerine bir de “hâlâ inşaata başlayamadılar” demesi ise tuz biber ekti. Dünyanın sayılı ahşap –ve harap olmuş– binalarından birinden söz ediyoruz, ve böyle bir restorasyonun nasıl da dikkat, uzmanlık ve büyük bütçe gerektirdiğinden. Bunlar elbette, Erdoğan için ilginç detaylar değil. Dava dediği de, zaten AİHM’nin 2010’da aldığı, el konmuş mülkün iadesi kararı.

Pazartesi

Yeni müesses nizamın BDP sorunu

(radikal2, 20 ekim 2013)

Geride bıraktığımız bayram haftasının herhalde en dikkat çekici gelişmesi Kürt siyasetinin müesses nizamda yarattığı tepkiler, aksiyonlardı. Bilhassa iki gelişme öne çıkmış vaziyette. Abdullah Öcalan’da gelen açıklamalar ve AKP’nin bu ortamda BDP’yi tekrar hedef tahtasına koyması. CHP’nin yaşadığı sıkıntılar gibi yan unsurlar da var yine BDP ile ilgili, onlara da bakacağız, ama önce AKP..
İlk işaret fişeği bir anlamda Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay’dan geldi. Atalay bayram öncesi Kanal 7 televizyonuna verdiği röportajda MİT’in görüştüğü kesimlerin BDP’den daha makul davrandığını söyleyiverdi. Kastedilen elbette ki Kandil yani PKK idi. Durduk yere bu çıkış nereden icap etti diye düşünenler, BDP kanadından gelen gerek süreç gerekse paket hakkındaki eleştirilere yordular durumu. Zira BDP yöneticileri bilhassa  süreç konusunda AKP’nin ciddi davranmadığını söylemekteydiler. Zaten eşbaşkan Selahattin Demirtaş’a da muhtemelen bu sözleri yüzünden İmralı’ya gidiş için ambargo konduğunu anlaşıldı. Ancak Hükümet kanadından gelen eleştiriler Atalay’la sınırlı kalmadı. Başbakan Erdoğan bayramın birinci günü daha sert bir çıkış yaptı ve “BDP, verdiği mesajlarla Adalet Bakanlığımızla arasını açmamaya gayret etsin. Eğer verdiği mesajlar, bu dozda gidecek olursa, bu sefer Adalet Bakanlığı ile arasını açar, böyle bir görüşmenin ipleri kopar. Bunu bir defa çok açık, net söylemek zorundayım çünkü böyle sınırı aşan ve tahrik kokan mesajlara hükümet olarak biz de 'evet' diyemeyiz.” dedi.
İki düzeyde tartışabiliriz bu sözleri. Öncelikle “sürecin ruhu” açısından. Çözüm süreci başladığından beri buna bir “müzakere” demenin hayli güç olduğunu, şartların bir “müzakere” açısından hiç de uygun olmadığını, Kürt tarafının, bilhassa da Öcalan’ın çok kısıtlı şartlarda hareket ettiğini hatta hareket edemediğini söyleyip durdu bir kesim. Ki aralarında ben de varım. Ancak bu hayli eşitsiz denklem, akan kanın durması ve Kürt cephesinin –haklı olarak- barışta, çözümde ısrarcı olmasıyla bir anlamda dengelendi. Ancak bu dengelenmenin ilanihaye süremeyeceği de belli. Fakat AKP cephesi bu dengelenme halini bitmek tükenmek bitmeyen bir kredi imiş gibi kullanmaya ve tepeden bakan kibirli, otoriter tavrını hiç terketmemeye meyilli. Ve bilhassa BDP cephesinden gelen eleştiriler karşısında birdenbire öfke patlamaları yaşamayı da sürecin bir parçası olarak görüyor belli ki. Bütün bu tabloda reel politik düzeyde düşenecek olduğumuzda belki evet, taraflar taktik hamleler yapıyorlar denebilir ancak çözmeye çalıştığımız eğer memleketteki Tük-Kürt eşitsizliği ise, bilhassa AKP’nin tavrı buna pek de yardımcı olmuyor, bunu söylemek lazım.
Erdoğan’ın bu azarlayan, had bildiren tavrı belki gündelik siyasette kendi cephesi açısından işe yarıyordur, bunu bilemem ancak AKP’nin toplumsal, etnik bir eşitsizliği nasıl gördüğü ve nasıl çözmeye çalıştığı konusunda çok şey söylüyor, bu açık. Gördüğümüz, AKP’nin ve Erdoğan’ın hala bir “müzakere” zihniyetinden hayli uzak, birilerine bir şey bağışlama havasında oldukları. Ve “istenmeyen” hareketler karşısında bir “cezalandırma” sistemi kurmayı kendilerine hak görmeleri...Diplomatik bir tabirle söyleyecek olursam, üzücü..
Aynı gün AKP’nin önemli isimlerinden –başdanışman- Yalçın Akdoğan’ın yazdıkları ise tablonun daha da geniş olduğunu ve hesabın bu kadarla sınırlı olmayabileceğini gösterdi. BDP içinde yaşandığı söylenen ancak eşbaşkan Demirtaş’ın reddettiği görüş ayrılıkları haberlerine –artık ne lüzumu varsa- odaklanan Akdoğan “BDP çatlar mı?” başlıklı yazısında bu söylentileri bir kez daha dolaşıma soktuktan  sonra bir anlamda dilinin altındaki baklayı çıkardı ve BDP’nin Batı’da seçimlere gireceği parti olan HDP hakkında şunları söyledi:
“Öcalan’ın da zorlamasıyla kurulan HDP sol-sosyalist grup ve kişileri bünyesinde toplayarak BDP’ye örtülü kimlik üretmeyi ve ‘Türkiyelileşme’ görüntüsü vermeyi amaçlıyor.
Bu açılım, iki tür sıkıntı üretiyor. Öncelikle BDP içinde yıllardır mücadele eden, büyük bedeller ödediğini düşünen Kürtler bir sosyalistin veya Türk’ün el üstünde tutulmasını, öne çıkarılmasını ve hareketin başına geçirilmesini kabullenemiyorlar.
Kongre spekülasyonları, BDP’nin kendi içinde siyasi inisiyatif mücadelesine ve çekişmeye başladığı gösteriyor. Kandil’deki örgüt ağababaları BDP’li yöneticileri nasıl görüyorsa, BDP’li kimi yöneticiler de HDP’lileri öyle görüyorlar.” (15 Ekim, Star gazetesi)
Yazının kalan kısmı BDP’nin bir türlü güç kazanamadığı, Kandil’in altında ezildiği, dağ diliyle konuştuğu gibi klasik sağ-devlet söylemlerinden oluşuyor ve zaten kendi içinde gayet çelişiyor. Keza “Çözüm sürecini ve İmralı ile diyaloğu başlatan AK Parti iktidarı BDP’yi de bir aktör olarak öne çıkarmış oldu. İmralı’ya gidecek isimler konusunda farklı tartışmalar olsa da BDP ilk kez bu derece öne çıktı ve farklı bir rol oynama fırsatı buldu. BDP daha önce sadece hükümetle kavga ederek siyaset yapabiliyordu. Düşman olarak konumlandırdığı bir partiye karşıtlık üretmek daha kolaydı. Şimdi ise AK Parti iktidarıyla farklı bir ilişki ve iletişim içinde olmak durumunda..” sözlerini de merkezi otoritenin  “madem süreç var, ses çıkarmayın, sizi kostere biz bindirdik” kibri olarak okumak gayet mümkün.
Ben açıkçası yazıdaki temel meselenin HDP bölümünde olduğunu düşünüyorum. Gezi’den beri Kürt siyaseti ile sol-sosyalist hareket arasında kurulabilecek –muhtemel- bir ilişkiyi/rezonansı kesmeye çalışan AKP ve sağ liberal cephe, muhtemelen HDP hamlesi ile bunun kurumlaşmaya doğru gittiğini gördü ve –bir kısım- enerjisini bunu kesmek için kullanmaya karar verdi. Yukarıdaki sözlerin, hele ki “Türk’ün el üstünde tutulması” gibi hinlik kokan bahisler açmanın başka bir izahati olamaz. Meşhur “beyaz adamın dili” örneğini hatırlatacak çıkışlar bunlar..

Perşembe

Anne biz paket miyiz?

(agos, 4 ekim 2013)

“Paket” denince AKP hayranı olmayıp, ulusalcı ya da milliyetçi kampa da yakın durmayan cephede şöyle bir hal oluyor. Önce bir sessizlik, sonra “yani” diye söze başlama ve paketin önce olumlu yanlarının hakkını verip sonra da eksiklikleri sıralama.. Bu durum halihazırda siyasal alanda yaşanan sıkışmayı, siyasal alanın ve muhalefetin nasıl da aslında –büyük oranda- parlamento dışına kaydığını  gayet net özetliyor. Paketle ilgili eleştirileri ya da övgüleri zaten yeterince okumuş olmalısınız, dolayısıyla ben biraz bu alanda iki çift laf etmeye çalışayım.
Öncelikle şu var: Atılan neredeyse tüm adımlar BDP’yi hariç tutarsak parlamentoda muhalefet adı altında faaliyet gösteren partilerin talepleri değildir. Evet MHP’den bu alanda talep zaten beklenmiyor ancak  sosyal-demokrat olma iddiasındaki CHP, bölük pörçük bazı çıkışlar yaptıysa bile bilhassa Kürt meselesi, anadilde eğitim, andımız, kamuda başörtüsü bahsinde ileri sayılabilecek adımlar talep etmedi. “Biz zaten bunları söylüyorduk” dedikleri, dağınık bir bağlamda dile getirilen, partinin milliyetçi kadrolarınca sürekli altı oyulan ve kamuoyunda, hak telep eden kesimler arasında hiç de heyecan yaratmayan taleplerdi. AKP’nin son olarak bir kısmını vermeye tenezzül ettiği talepler ise, daha çok insan hakları savunucularının, sivil toplum kuruluşlarının, etnik ve dinsel grupların sözcülerinin dile getirdiği, büyükçe bir bölümü de siyasal Kürt hareketi ve BDP tarafından gündeme getirilen ve aslına bakılırsa tatmin  edici bir yanıt verilmeyen taleplerdir. Bilhassa anadilde eğitimin özel okullarda verilebilecek olması ve seçim sisteminde BDP’yi kritik bir tercihe  zorlayan seçenekler sunulması, siyasal Kürt hareketinin taleplerinin de bir hayli budandığını gösteriyor. Keza Aleviler’le ilgili adım atılmaması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılmaması da ciddi bir eksiklik. Azınlık haline düşürülenlerin gündelik hayatını kolaylaştıracak adımlar görmek de zor.
Evet dikkat edildiği gibi paketin ruhuna sinen bir durum var. Aynı Tanzimat Fermanı gibi, devletin demode ve aşırı otoriter/merkeziyetçi yapısını, toplumun yapısına uyarlama çabasını görebiliyoruz. Aynı o fermandaki gibi arkaik ve merkeziyetçi bir otoritenin, toplumun ritmine, daha doğrusu yapısına yetişmek için gösterdiği –biraz da dramatik- bir çabadan bahsediyoruz. Ve hal böyle olunca bu paketlerin yetersiz ve geç bulunması doğal. Çünkü merkezi otoritenin önce kendini ikna etmesi gerekiyor fakat refleksler hala aslında devralınan yapıya ait. Peki o yapı nedir?
Tanzimat Fermanı örneğini boş yere vermedim. O yapı kendini toplumun ve devletin sahibi olarak gören ve hak bahşeden yapıdır. Bu yapı toplumu bir teba, kendisini yani iktidarı/otoriteyi ise tabi olunan, metbu olarak görür. Ve bu yapı, dinsel, etnik cemaatler etrafında örgütlenmeye meyillidir. Hak taleplerini etnik ya da dinsel cemaatlerden geldiğinde dikkate alır, kaydadeğer bulduğu bunlardır (çünkü kendini de böyle görmektedir) ve dünyanın geri kalanıyla benzer bir ritmde olma gerekliliğini de hesaba katarak bazı haklar bahşeder. Yani bir anlamda toplumu dikey bloklar halinde görür. Pakette gördüğümüz de, yine toplumu dikine gören bir anlayış. Kürtler, Müslümanlar, kısmen azınlıklar, Romanlar (belki başka bir pakette Aleviler)  var. Onların –otorite makul bulursa- verilecek hakları var. Bu matriks içinde dolanıyoruz yani. Bunlar tabii ki önemli talepler,  mevcut idarı yapının çok gerisinde kaldığı ve hala yetişemediği talepler. Dolayısıyla bu hakların ve daha fazlasının tanınması elbette ki şarttır.

Çarşamba

Futbol, iktidar, muhalefet, medya...

(agos, 27 eylül 2013)

Pazar günkü olaylı derbi maçının yankıları hala sürmekte. Mesele ciddi. Zira olup bitenlerin hem futbol hem de siyaset açısından sonuçları var  ve daha da olması muhtemel. Futbol açısından yaratabileceği sonuçları detaylı okudunuz. Burada odaklanacağımız konu doğal olarak siyasi ve toplumsal alanda yarattığı ve yaratabileceği etkiler, günlerdir yaratılan/oluşan “algı” ve bütün bu olup bitenlerden çıkarabileceğimiz sonuçlar.
Öncelikle: “Olay” ve sonrasında yaşananlar, son dönemlerde edindiğimiz bilgilenme, hüküm verme alışkanlıklarımız açısından hayli öğretici olduğu gibi, Gezi sonrasında iktidar çevrelerinin, sabıkalı bellediklerinin nasıl da ilk fırsatta üzerine çullanacağını göstermesi açısından da öğreticiydi. Tüm bu karambolde medya da gerektiği gibi davrandı: Bir şey öğrenmek mümkün değildi.
Sırayla gidelim ve önce meselenin nasıl anlaşıldığı ile başlayalım. Olay olur olmaz sosyal medyada AKP yanlısı bazı vekil ve gazetecilerin derhal Çarşı grubuna saldırması ile meselenin altında bir bit yeniği olduğu anlaşıldı. Ve hemen bunun bir AKP provokasyonu olabileceği ihtimali akla geldi, dile getirildi. Kısa bir araştırmayla AKP’ye yakın 1453 Kartalları denen grubun maçtan önce iddialı tweetler attığı ortaya çıktı. Böylece her iki cephe de kendi argümanlarından emin bir halde sosyal medyada faaliyet gösterdiler. Ancak televizyondan izlenen görüntüler ve ilk aşamada duyduklarımız ise iki teoriye de uymuyordu. Sahaya giren Çarşı değildi, orası kesin ancak diğer grubun oturduğu tribünden de sahaya girilmemişti. Gerçek galiba başka bir yerdeydi. Tekbir getirilerek sahaya inilmesi de bir şey ispatlamıyordu çünkü bilhassa son on yıldır İnönü’de maç seyreden herkes bunun tribünün bazı bölümleri açısından rutin bir faaliyet olduğunu bilirdi. “Sahaya girmek üzereyiz, ona göre” demekti bu. Ancak yine da sahaya girenler pek de ne yaptıklarını biliyor gibi değillerdi. Poz verip resim çektirenler bile vardı. Daha 4. haftadan Beşiktaş’ı hükmen mağlup ettirecek bir hamle gelmezdi İnönü “sakin”lerinden.
Ertesi gün gelen tanıklıklarla manzara biraz daha netleşmeye başladı. Bilet sayısının çok üzerinde bir seyirci vardı. Belli ki hem Beşiktaş yönetimi hem de il güvenlik makamlarının boşvermişliği (?) sayesinde kapılar laçka olmuş, neredeyse stada kadar gitmeyi göze alan herkes içeri girmişti. Üstelik doğru dürüst bir üst araması da yapılmamıştı. İkinci yarı Doğu tribünü denen protokolün tam karşısındaki tribünde –söylenenlere göre- “Deplasman Kartalları” denen grubun da içinde olduğu uzun süren bir kavga yaşanmış, ön taraftakiler kavgadan uzaklaşmak için sahaya neredeyse girmeye başlamışlardı. Galatasaraylı Melo’nun gördüğü kırmızı kart  ile birlikte de olanlar olmuş gibi görünüyor. 1453 Kartalları’nın da sahaya girmediği anlaşılmış vaziyette. Bir ihtimal şu oldu: son ayların Çarşı efsununa kapılan ve uzun yıllara dayanan bir  maç izleme alışkanlığı pek olmayan gruplar stada girmiş, son dakikalardaki karambolle birlikte hem “otorite” ile karşılaşma imkanı bulmuş, hem de hiç beklemedikleri (ve yok yere beklentilerin epey yükseltildiği) mağlubiyetin hıncını almaya çalışmışlardı. Bu yazılanlar ve görgü tanıklarının anlattıklarına dayandırdığım bir tahmin elbette. Ama altını çiziyorum, bir tahmin. Ve bunu derken iktidarın yada “birileri”nin, olay çıkmasının önünü açarak Çarşı’yı hedef tahtasına koyma hesapları olabileceği teorisini de es geçmiyorum.
Yazı yazıldığı gün itibariyle tablo hala netleşmiş değildi. Ancak saflar çoktan netleşmişti. Burada AKP yanlısı çevrelerin nasıl davrandığı elbette önemli ancak suret-i hak yanında duran çevrelerin  bu kadar kolay hüküm vermesini doğrusu anlamak zor. Pazar gecesi itibariyle “durun bir dakika, olaylar başka türlü de cereyan etmiş olabilir” demek pek zordu mesela. Bu elbette iktidar çevrelerinin, bilhassa Gezi sonrası sayısız manipülasyon hamlesine imza atmış olmasıyla ilgili, dolayısıyla bir kez daha böyle bir operasyonla karşı karşıya kalındığını düşünmek ve buna göre hızla hamle yapmak belki anlaşılır. Ancak bu tavır, olaylarla pek  ilgisi olmayan oluşumları, grupları bir anda yok yere denklemin içine sokmak, aktör haline getirmek  anlamına geliyor öncelikle. Bu anlaşılmaz. Ve en önemlisi iktidar çevreleri ne yaparsa yapsın doğru ve tarafsız bilgide ısrarcı olunmalıydı. (Tam da burada, bir görgü tanığının, Bener Demirtop’un,  “müezzin dürüstlüğüyle” Bianet’e yazdığı yazıyı  hatırlamalı: “Derbi maçının galibi iktidar” http://bianet.org/bianet/spor/150127-derbi-macin-galibi-iktidar )

Pazartesi

O milli ve tarihsel yapı..

(agos, 20 eylül 2013)

Normal bir devletin, normal bir “müesses nizam”ın, normal bir toplumun, Dink Ailesi’nin o mektubundan sonra utancından yerin dibine geçmesi gerekirdi. Geçmedi. Geçmez. Hiçbir şey olmamış gibi havaya bakıp ıslık çalar bu devlet ve Hükümet.. Hatta “Yargımıza güvenelim” der . “Varsa bir bozukluk, yanlışlık, eninde sonunda ortaya çıkar, sabırlı olun” der. Devletin, hükümetlerin böyle konulardaki pişkinliğidir bu. Gerçek faillerin perde arkasında kalmasının daha iyi olduğuna karar verilen her cinayetten sonra, bunlar söylenir.
Söylenir fakat bu kez durum başka. Bu cinayetin failleri evet perde arkasında, ama aslına bakarsanız, gayet perde önünde.  6 yıldır ortaya dökülen saçılan bilgiler sayesinde, nerelerde  bu operasyondan bahsedildiğini, kimin bu cinayetin işlenmesinden “sevinç” duyacağını, kimin bu cinayetle ilgili ihbarları yok ettiğini, kimin cinayet işleneceğini bildiği halde başını öbür yana çevirdiğini, kimin ya da devlet içindeki hangi kanadın bu cinayetin işlenmesiyle diğer kanadın zor duruma düşeceğini hesaplayarak ellerini oğuşturduğunu; keza o yerel örgütteki muhbirleri/azmettiricileri kimin istihdam ettiğini, bu muhbir ve azmettiricilerin daha önceki suçlarını kimin, hangi resmi görevlilerin hasıraltı ettiğini çok iyi biliyoruz.
Kimin Hrant Dink’in  yazısında suç bulmak için hukuku eğip büktüğünü, kimin o yazıda suç bulunmayacakken devreye girip mahkemelerde boy gösterdiğini, bu boy gösterenlerin kiminle işbirliği içinde olduğunu, duruşmalarda Hrant’a kimin hakaret ettiğini, kimin Agos’un önünde hedef gösterme eylemi yaptığını da çok iyi biliyoruz.
Ve bu bildiklerimizi siyasi iradenin bildiğini de gayet iyi biliyoruz. Siyasi iradenin eğer isterse, bu gerçek failleri yargı önüne çıkarmak için tüm yolları temizleyeceğini de biliyoruz. Yine aynı siyasi iradenin bu yola gitmeyip, herkesin gözü önündeki parçaların birleştirilmesi için gerçek (tek elden yürütülecek) bir yargılanmanın yolunu açmayıp, tam tersine soruşturulması istenen kamu görevlilerini –evet, hala ve hala- terfi ettirdiğini de biliyoruz. Özetle bu davanın ilerlemesinin önündeki asıl tıkacın siyasi irade olduğunu, iyi biliyoruz.
İşin daha tatsız, insanın içine taş gibi oturan,  insanı bir kez daha karamsarlığa, umutsuzluğa sürükleyen yanı ise şu: siyasi iradenin neden böyle davrandığını da biliyoruz. Hrant’ın Arkadaşları’nın salı günkü basın bildirisinde değindikleri  “milli ve tarihsel” yapıdır, siyasi iradeyi bu davanın üstünü örtmeye, gerçek örgütü korumaya, kollamaya sevkeden. Bir reflekstir. İttihat ve Terakki’den beri süregelen o malum reflekstir.
Nedir o milli ve tarihsel yapı? Şöyle tarif edebiliriz belki. Cumhuriyet’in kuruluşundan önce harekete geçen, ülkeyi “Türk/Sünni” hakimiyetinde boğucu bir ulus devlet haline sokan, bütün ideolojiyi buna gören kuran, bu uğurda bir halkı yaşadığı topraklardan kazımaktan, katletmekten, sürmekten çekinmeyen, bunun üzerine bir de mallarına el koyan ve dönüp mallarını alamasınlar diye –cumhuriyetin kuruluşuyla da devam eden - türlü hukuki kombinezonlar ören, kurucu otoritesinin geride kalan Türk çoğunluğa “Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur, bu memleket sizindir” dediği,  ve nihayet cumhuriyetin kurumlaşmasıyla bütün hukuki, kamusal, kurumsal yapısını “Türk” kavramı üzerine kuran, her fırsatta “azınlık” olarak kalanları bu ülkeden kaçırmaya çalışan, bunun için fırsat yoksa bile fırsat yaratan, mallarının bir kez daha transfer edilmesi için yasalar çıkaran, bir kıvılcımla pogrom tertipleyen, geride kalan Ermeniler, Rumlar, Yahudiler’in başı üzerinde her daim bir “kılıç” gezdiren, resmi görüşe muhalif her azınlık mensubunun öldürülmesini soğukkanlılıkla, normal karşılayan, devletin her hücresinin bu refleksle hareket ettiği, velhasıl kökeni İttihat Terakki yıllarına giden yapıdır.
Hükümetler değişir, İttihat Terakki fikriyatına muhalif olduğunu öne süren Hükümetler başa gelir. Ama  –bilhassa da-  “Ermeniler” konusundaki o milli ve tarihsel yapı değişmez. Ve zaten kimi zaman “milli” dendiğinde bunu anlarız. Ermenilikle, Rumlukla bu toprakların bir zamanlarki doğal haliyle ilgisi olmayan, onu boğan, ezen demektir bu. Bu yapıyı tahrip eden zihniyeti benimseyen, yaşatan demektir, milli.

Cuma

Suriye, Aleviler, Gezi..Yeni faylar, yeni direnişler..

(agos, 13 eylül 2013)

Gezi eylemleri nasıl ki harekete geçirdiği/harekete geçen dinamikler sayesinde Gezi Öncesi/Gezi Sonrası gibi bir dönemlendirme yarattıysa, AKP’nin Suriye ve Aleviler politikası da sanıyorum bir kırılma yaratıyor, yaratacak. Buna da Suriye öncesi ve sonrası diyebilir miyiz, henüz bilmiyorum ama galiba yakın bir gelecekte diyebileceğiz. Bu iki dinamiğin kesiştiği, ayrıştığı bölgeler üzerinden yeni fay hatları şekilleniyor, ona bakmaya çalışacağım.
Gezi için çok konuşuldu, önemli ve ona da geleceğiz, ama önce Suriye ve Aleviler meselesi ile başlayalım.
Suriye’de Esad karşıtı gösterilerin başlaması ve şiddetle bastırılması ile; AKP’nin Kuzey Irak’tan başlayan, Suriye’de Sünni bir iktidar, Filistin’de Hamas ve Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarını içeren mutasavver (ve hamiliğini kendisinin yapacağı) bir Sünni eksen kurma projesi, yaklaşık olarak aynı döneme denk geldi diyebiliriz. AKP’nin bu eksen çerçevesinde Suriye’deki Sünni güçlere silah ve lojistik yardım yapması, Suriye sınırındaki etnik/mezhepsel açıdan hassas kentleri –insani yardımın çok ötesine geçerek- radikal Sünni güçlerin kampları haline getirmesi, ilk kıvılcımı çaktı. AKP’nin yine bu politika çerçevesinde Esad’ın Aleviliğini, -Suriye politikasına muhalif- Kılıçdaroğlu’nun Aleviliği ile bitiştiren (ki aslında farklı mezheplerdir) bir argüman geliştirmesi ortaya yepyeni bir tablo çıkardı. AKP ile Aleviler, bilhassa da Güney Anadolu ve Suriye sınır boyundaki Arap Aleviler arasında kolay kolay kapanmayacak bir gerilim hattı oluştu. Tüm bu tabloya Gezi Direnişi sırasında polis şiddeti  sonucu ölenlerin tümünün Alevi olmasını ve sadece Hatay’dan –bu hafta Ahmet Atakan’ın ölümüyle birlikte- üç kişinin hayatını kaybetmesini de eklersek, tablo daha net ortaya çıkar. AKP’nin çıtayı bilerek mi buralara çıkardığını bilemiyoruz, ama durduk yere Aleviler’i huzursuz etme ve  sokağa dökme gibi bir planları var idiyse, bunu başardılar.
Dolayısıyla geçtiğimiz hafta sonu Gülen Cemaati’nin bir marifeti olarak Ankara’da yapımına başlanan “Cami-Cemevi yanyana” projesine karşı Ankara’lı Alevilerin gösterdiği direnişi ve güvenlik güçlerinin bu direniş karşısında takındığı tutumu da bu çerçevede değerlendirebiliriz. Burada küçük bir parantez açmakta fayda var. Hiç bu başta saydığım gelişmeler olmadığında bile artık sadece mezhepsel değil dünyevi olarak da iktidarda olan (Türkiye’de tabii) Sünniliğin, Aleviliği bu biçimde “aynılaştıran/kapsayan” projeler geliştirmesi, Alevilerin tepkisine neden olabilirdi. Dolayısıyla bu proje zaten başlıbaşına bir meseledir, iktidar/mezhepler denkleminde belli ki üzerinde çok düşünülmemiş, ya da gereğinden fazla düşünülmüş bir hamleyi simgelemektedir.
Konumuza dönelim. Evet mevcut durumda AKP,  bir şekilde bir Alevi meselesi yaratacak, daha doğrusu yaratmış gibi görünüyor. Ve bu meselenin bilhassa büyük kentlerdeki Alevi mahallelerinde, ya da sınır boylarındaki Alevi kentlerinde bir “direniş” kültürü oluşturması ihtimali var. Aslında buna ihtimal demek de fazla temkinlilik galiba, zira böyle. Ve gerek Suriye politikasındaki yukarıda bahsettiğim çizgi, gerekse her gösteriyi “bastırılması gereken bir darbe girişimi” olarak gören polis şiddeti sürdükçe bu direniş kültürünün kemikleşmesi muhtemel. Özetle burada yeni (aslında eski) bir fay hattı oluşuyor, ya da yeniden canlandırılıyor. Böyle diyoruz çünkü Alevilik meselesi, daha doğrusu “Alevilik’le mesele”, hiç de yeni değil ve bu konuda Alevilerin “açılımlar” gibi sözlerle ikna olması artık hayli zor görünüyor. Hatıralar hala canlıdır ve mevcut gidişat bu hatıraları tazeler, yeniler nitelikte.

Cumartesi

Çözüm süreci: frene mi basılıyor?

(agos, 5 eylül 2013)

Bir zamandır, bilhassa PKK, BDP ve Öcalan tarafından gelen sinyaller, sürecin pek de istendiği, planlandığı gibi gitmediği yönünde. Kürt siyaseti, son dönemde her fırsatta Hükümet’in bir nevi frene bastığını, PKK’nın ve Kürt siyasetininin üzerine düşeni yaptığını ancak Hükümet’in üzerine düşen adımları atmadığını söylüyor. Bunun için de hem Anayasa düzeyinde hem de parlamentodan çıkarılacak yasalar düzeyinde bir gelişme olmadığını kanıt olarak gösteriyorlar. Keza Başbakan Erdoğan’ın bilhassa anadilde eğitim konusunda takındığı  olumsuz tavır Kürt siyasetini umutsuzluğa sürüklüyor.
Kürt siyasetinden gelen tepkilerde haklılık payı var, hem de yüksek oranda. Her ne kadar PKK’dan gelen “adım atılmazsa, eskiye dönülür” sinyallerini makul görme taraftarı değilsem de Kürt siyasetinin “yine mi aldatılıyoruz?” kaygısı yerindedir ve meşrudur. Peki bu tablo içinde Hükümet ne yapmakta? Yukarıda da not düştüğümüz  gibi anadilde eğitim talebini reddetmekte, hapisteki siyasetçilerin serbest bırakılması için somut bir adım atmamakta, PKK’nın çekilme sürecini bir nevi “göz boyama” olarak sunmakta ve Öcalan’ın meşru bir müzakereci olması için gerekli şartları yerine getirmemekte. Bundan kasıt Öcalan’ın MİT ve devletin uygun gördüğü BDP’liler dışında çevrelerle de görüşebilmesi, konumunun –kendisinin de talep ettiği gibi- “stratejik” bir hale dönüştürülmesi; (bununla ne kastettiği net olarak bilinmese de muhtemelen AKP, BDP ve PKK kastedileni anlamıştır. Tahminimiz süreç başladığından beri dile getirilen, Öcalan’ın daha etkin bir müzakereci haline getirilmesidir) hatta belki de  bir grup gazeteci ile görüştürülmesidir. Kendi adıma bunun makul talepler olduğunu düşünmekteyim. Madem bir “müzakere” yürütülüyor, karşı tarafın elinin kolunun bağlı olması, müzakere mantığına ters olacaktır. Kulislere yansıyan Öcalan’ın “Kandil” ve “Akil İnsanlar” ile görüşme beklentisi de bu çerçevede değerlendirilmeli.
Kürt siyaseti cephesinde kalacak olursak. Son açıklamalarda sürekli bazı tarihlerin zikredildiğini görüyoruz. Bu tarihlerin zikredilmesi Hükümet cephesinde hoşnutsuzlukla karşılansa da BDP cephesi, “Bu tarihleri biz uydurmadık siz verdiniz” diyor, ki gerçekten de böyle olması muhtemel. Dolayısıyla, evet, “eh, madem  gecikme var eskiye dönüyoruz” argümanını her ne kadar kabul etmek istemesek de şu soru cevaplanmaya muhtaçtır: Hükümet’in ipe un sermesi, süreci tavsatması karşısında siyasal Kürt hareketinin ne tür bir güvencesi olacaktır? Ki, mevcut tablo böyle görünmese de, teorik olarak bunun tam tersi de geçerli.
Bu soruya iyi niyetle ve samimiyetle cevap aramalıyız. Süreç ilk başladığında burada ve radikal.com’da sürecin biraz fazla “içe dönük, bizbize” yani dışa kapalı yürüdüğüne dikkat çekmiştim. Akil İnsanlar çabasının değerli olduğunu ancak evrensel manada bir Akil İnsan grubu oluşturulacaksa böyle vakalarda rol almış, uluslararası deneyime sahip isimlerin de bu sürecin ortasında yer alması, muhtemel tıkanma noktalarında devreye girmesi gerektiğine, sadece ben değil birçok isim dikkat çekmişti. Ancak “süreç başladı, yürüyor” coşkusu içinde ve AKP’nin süreci o dönemde büyük bir PR kampanyası ile birlikte yürütmesi sayesinde bu tür sesler hiç önemsenmedi, biraz daha ısrarlı olanlarsa “süreci baltalamakla”, “çözüm istememekle” suçlandı.
Şöyle kritik bir tabloda “demiştik” sevimsizliği içinde davranmak istemiyorum, ancak burada bir meselemiz olduğu açıktır. Evet belki de bir ihtimal AKP yine bir son dakika manevrasıyla haftalardır konuşulan bir tür demokratikleşme paketini devreye sokacak ve yine süre kazanacaktır. Ancak genel tabloya baktığımızda AKP’nin tüm o “Çözüyoruz. Ses etmeyin” propagandasına rağmen hala somut bir adım atılmadığını görebiliyoruz. Keza Kürtlerin ve diğer “anasır”ın bu ülkenin ortak bileşenleri olduğunu kayda, zihinlere geçirecek bir iklim de hala yaratılmadı.
Peki, o yapılmadı, bu yapılmadı, bağımsız bir komisyon kurulmadı, sürecin –olabildiğince- sağlam bir  şekilde yürümesini garanti altına alacak mekanizmalar kurulmadı, aramıza “elleri” sokmadık. İş buraya geldi. Ne yapacağız?

Cuma

Neo-İslamcılık: sistemin hem içinde, hem dışında..

(agos, 30 ağustos 2013)

Güçlü İslami referansları olan siyasi bir akımın modern toplumlarda siyasi bir aktör olabileceğini, hatta yine bu modern toplumlarda iktidar/iktidar alternatifi olabileceğini savunmaya eğer İslamcılık diyebiliyorsak, ki herhalde diyebiliriz, AKP’nin öncüsü olduğu, global kapitalizm/neo liberalizm ile içiçe, yakın temas halinde yürütülecek bir siyasi projeye de Neo-İslamcılık diyebilir miyiz? Bilemiyorum konunun uzmanları belki de bu tarife itiraz edeceklerdir ama isterseniz gelin bu yazıda kolaylık olsun diye AKP’nin temsil ettiği, yürüttüğü projeye Neo-İslamcılık diyelim.
Nedir Neo-İslamcılık, ya da ne olabilir? Temel duruşu bence şu:  bugüne kadarki İslamcı akımların aksine asgari bir demokratik sistemle birlikte “azami” biçimde Batı kapitalizmi ile içiçe olmak. Denecektir ki Katar, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri vs, kapitalizm ile içiçe değiller mi? Evet öyleler ancak bu ülkelerde bir serbest piyasa ekonomisinden ve demokratik kurumlardan söz etmek zordur, sonuçta monarşilerden bahsediyoruz. Ve elbette Türkiye’yi benzersiz, biricik yapan, geçtiğimiz yıllara kadar bir “hikaye”si olması idi. Yani asgari demokratik değerlere sadık kalarak, parlamenter bir sistemde iktidar olma, iktidar olduktan sonra demokrasiyi askıya almama ve darbe yanlısı güçleri geriletme hikayesi idi bu. Bunun yanısıra Batı kapitalizmi ile de içiçe olmaktaydı.
Bunu da biraz açmak lazım elbette. İçiçe olmaktan kasıt şudur: ülkeyi yabancı sermaye ve sıcak paraya açmak, sıcak paranın önüne engel koymamak, içte de sınırsız bir serbest piyasadan yana olmak ve en önemlisi Wall Street, Londra gibi finans merkezleri ile aynı frekansta olmak, iyi geçinmek, aynı dilden konuşmak, bilhassa para piyasalarında benzer enstrümanlar kullanmak. Bu, hatırlanacağı gibi AKP’nin içinden çıktığı Milli Görüş hareketinin ısrarla dışında  hatta karşısında durduğu bir dünya idi. Bilemiyorum, tasfiyesini de hızlandıran bu oldu denebilir mi? Ya da AKP bunu gördüğü için Milli Görüş’ten koptu denebilir mi? Bence denebilir. Zira 28 Şubat sonrasında AKP’yi kuran ekibin belki de ilk (ya da ikinci) farkettiği, Türkiye’de bir darbe ya da müdahaleye maruz kalmamak için Batı’daki finans çevreleri ile iyi geçinmek ve AB ülkelerinde temsilini bulan demokratik prensiplere, özetle AB’ye yaklaşmak gereğiydi. Bunu yaptılar da. Hatta bunun için –o vakitler kulislere yansıyan bilgilere bakılırsa- AKP’deki alt kadroları da ikna etmeleri gerekti. Ve –yine büyük ihtimalle- 2004 ve devamındaki darbe girişimlerinden kurtulmalarında, TSK’daki komuta kademesinin ters görüşte olması ve uluslararası dengelerin bir darbeye izin vermemesi kadar, bu bahsettiğimiz “Batı ile yakınlık”da rol oynamıştı.
Buraya kadar tamam. Ancak şu da var. İslamcılık esas itibariyle –neredeyse- tüm gücünü ve enerjisini Batı tarafından itilmekten, iktidara layık görülmemekten, Batı tarafından adam yerine konmamaktan ve gün gelip Batı’dan siyasi, ekonomik ve entelektüel bir rövanş almaktan devşiren bir akım.. Daha doğrusu tüm enerjisini ve belki de fikriyatını sistem tarafından dışlanmak, sistemin dışına itilmek argümanından alan ve bu konudaki vakaları (ki hiç de az değildir) genelleştirmek ve teorileştirmek için özel bir çaba harcayan, çabasının çoğunu buna vakfeden bir akım. Dolayısıyla herhangi bir İslamcı akımın ABD, Batı ve buralardan yönetilen finans çevreleri ile bir meselesi olmaması kaçınılmazdır. Çünkü denklem bunun üzerine kuruludur, bu zemin alttan çekildiği anda, fikriyat da –neredeyse- çöker.
Türkiye ve AKP’nin içinde bulunduğu tabloyu bu denklem ışığında değerlendirebiliriz dolayısıyla.

Perşembe

Mısır'dan Gezi'ye uzatılan yol

(agos, 23 ağustos 2013)

Mısır’da Mursi - Müslüman Kardeşler yönetimini protesto için Tahrir Meydanı’nda yeniden miting düzenlenmesi ve Mısır ordusunun bu durumu fırsat bilip darbe yapmasından beri, gerek iktidarda, gerek AKP’yi bir karambole getirip devirme hayalleri kuran çevrelerde Mısır-Gezi bağlantısı kuruluyor, konu zevkle, çoğu durumda ikrah ettirici bir mantıkla didikleniyor, sayılan kesimler bu bağlantıdan kendilerine bir pay kapmaya çalışıyor, bilhassa Mısır’daki cesetlerin üzerinde tepiniliyor. İktidara yakın kimi kalemler bu meseleden muaf değil.
Bu fasıl üzerinde detaylı durmaya lüzum görmüyorum. Zira “Bakın, burada da darbe yapacaklardı” diyen bir kısım çevreye gün doğmuştur, beri yandan ulusalcı-faşist Aydınlık çevresi de, artık hangi hesapla bilinmez, bu algıyı diri tutmaya çalışmaktadır; dolayısıyla alan memnun, satan memnun, bu tuhaf ilişkinin içine girmeye gerek yok. Ve, hâlâ ve hâlâ Gezi’de olan biteni tarif etmeye çalışmak, orada şekillenen toplumsal dinamiğe bir ‘dinamik’ olarak nasıl bakmak gerektiğini anlatmaya çalışmak artık usandırıcı. Ve şu var: Bir yandan da usul usul bir tarih yazıldığına tanık oluyoruz. Hep deriz ya, tarihi galipler yazar diye, işte gözümüzün önünde Gezi direnişini dış/iç bağlantılı bir darbe girişimi olarak kayda geçirme çalışmaları pervasızca, rahatlıkla ve sebatla ilerliyor. Bunda, Nasyonal Sosyalistlerin bir fikri milyonlarca kez tekrarlayarak gerçekmiş gibi algılatma tekniği de belli ki işe yarıyor.* Yarar, çünkü medya ve müesses nizam galiplerin yanında ve emrindedir. En önemlisi, bir propagandayı milyonlarca kez, obsesifçe tekrar etme azmi galiplerde vardır. Direnişçiler ya da muhalifler, özetle mağluplar, karamsarlığa, bıkkınlığa hep daha yakındır, mütemayildir. Gezi’ye özgü bir durum değil bu, dünyanın her yerinde, hep böyle olmuştur.
Bu denklem içinde geçen hafta bazı köşe yazarlarınca bir fikir geliştirildi ve devreye sokuldu. Gezi ruhu, Mısır için de ayağa kalkabilirdi, kalkmalıydı. (Gezi’ye düşmanca bakanların da bu öneriyi dile getirdiğini biliyorum, konumuz onlar değil) Makul bir öneri bu. Dile getirenlerin de iyi niyetli olduğu düşünülebilir. Böylece hem Gezi, üzerindeki suçlamalardan arınmış olacak (ki bu öneri yerine getirilse bile bunu mümkün görmüyorum; öyle olduğundan değil elbette, iktidarın bu ‘darbe’ argümanına ihtiyacı olduğundan), hem de Mısır’daki darbe ve katliam hakkında, Türkiye’den daha güçlü bir ses çıkacak.
Kâğıt üstünde her şey güzel ama burada bence birkaç pürüz var. Öncelikle, ‘Gezi ruhu’ denen (ki ben olsam buna ‘ruh’ demezdim, basitçe ‘direniş’ demek daha doğru, zira orada olup bitenin tek ve benzersiz bir ‘ruh’la açıklanacağını düşünmüyorum) bir itirazdı. Bir direnişti. İçinde herkes bir şey buldu, o kısmına tekrar girmiyorum ama hikâyeye baktığımızda bunun sistem/statüko karşıtı bir itiraz, sesi müesses nizamca boğulanların, yok sayılanların ses çıkarma, konuşma kalkışması olduğunu görürüz. Özetle, Gezi’dekiler söylenmeyeni, söylenemeyeni söylemekteydiler. Siyaset esnafıyla, medyasıyla, yargısıyla, polisiyle boğulan, bastırılan, kıstırılanın kamusal alana çıkışı ve konuşmasıydı olup biten. Klasik sol-sosyalist örgütlerin bile bir kenara çekildiği, sahneyi herkesin bir ad bulmaya çalıştığı o dinamiğe bıraktığı bir dönemden söz ediyoruz. Bu yönüyle sistem-dışıdır, müesses nizam dışıdır. Ve hiç de öneriyle, taleple sokağa çıkacakmış gibi de görünmüyor.

Bir zihniyet olarak Ergenekon

(agos, 16 ağustos 2013)

Geçen hafta açıklanan, Ergenekon davası ile ilgili hükümler haklı olarak hâlâ tartışılıyor. Gayet normal, çünkü bu dava için oluşan beklenti yüksekti. Derin devletin en azından bir kısmı gün yüzüne çıkacak, devlet karanlık odaklardan temizlenecekti. Bu beklentilerin tam olarak karşılanmadığını ve mahkemenin bir dizi çelişkili karar ve cezaya imza attığını görüyoruz. Daha detaylı tabloyu belli ki gerekçeli kararla birlikte göreceğiz. Beri yandan şu da ortada: Bu, AKP’ye yönelik kalkışmalarla ilgili bir davaydı ve AKP açısından belli ki tam da hedeflendiği, tasarlandığı şekilde sonuçlandı. Bu bir siyasi hesaplaşmaydı, o çerçevede başladı, o çerçevede bitti. AKP’nin faili meçhuller ya da derin devleti bitirmek gibi ‘asli’ bir derdi baştan beri yoktu. Ağa takılanlar yargılandı, o kadar. Bu çerçevede AKP’yi eleştirmek meşru ve gerekli, ama sonuçta karşımızda klasik AKP pragmatizmi var.
Davanın geneli hakkındaki notlarla devam edersek... İkinci iddianameyi okuduktan sonra kafamda oluşan görüşleri ve bakış açımı hâlâ koruyorum. Dört yıl önce Birikim dergisinde yayımlanan yazımda şöyle demiştim:
“[B]elki bir emir komuta mantığı var ama bütün bu faaliyetler, yani faili meçhul cinayetler, Danıştay ve Cumhuriyet saldırıları, AKP’ye kapatma davası açılması, cumhuriyet mitingleri düzenlenmesi, ordu göreve pankartları açılması, üniversitelerde birtakım faaliyetler yürütülmesi vs. göz önüne alındığında, aslında bir değil birçok örgütten bahsetmek de mümkün. Manzara ne kadar tek bir örgütü gösteriyorsa, aynı derecede birbirine paralel birçok örgütü de gösteriyor. Bu bir parça, bu soruşturmayla ilgili ‘birbiriyle alakasız isimler gözaltına alınıyor’ eleştirisinin de karşılığı aslında. Zira 2. iddianame okunduğunda ortaya çıkan manzara şu: Darbe yapmaya (...), Türkiye’nin gidişatını değiştirmeye (...), beğenmediği bir kurumu ya da hareketi zorla ya da tehditle değiştirmeye çalışan birçok örgüt ya da hareket var. (...) Birbiriyle çoğu yerde kesişen, birleşip bir süre beraber akan, daha sonra bir vesileyle ayrılıp yine ayrı kanallarda akan, kimi zaman çarpışıp geri püsküren, kimi zaman ise usul usul randevulaşmış gibi bir köşede yeniden buluşup çoğalarak, artarak akıveren su arklarından bahsedebiliriz. Sanık durumundakilerin, çoğu zaman birbiriyle ilgisiz olmasını ama çoğu yerde de aynı yerde buluşabiliyor olmasını ve iddianameler okunduğunda da görüldüğü gibi çoğu zaman da birbirlerinin kuyusunu kazmalarını böyle de açıklamak mümkün. Kendini devletin (ya da cumhuriyetin) sahibi gören/zanneden her kesim, iktidarını kaybettiğini gördüğü için, faaliyette. Dolayısıyla soruşturmanın ‘tek ve her şeye kadir büyük ve gizli bir örgütü deşifre etmek’ kadar, hatta bundan daha da fazla, bu çok sayıda, irili ufaklı karanlık örgütü de kendi dinamikleri içinde aydınlatması hayati önem taşımakta.” (‘Ergenekon’da Yeni Aşama: Kırılma Noktası mı?’, sayı 241, Mayıs 2009)
Bu yapılmadı ve maalesef önemli bir fırsat iyi değerlendirilmedi. Ama üzerinde asıl durmak istediğim şu: Ergenekon aslında bir örgütten çok, bir zihniyet. Kendini cumhuriyetin/devletin sahibi gibi gören ve en önemlisi, bu sahiplikten kaynaklanan, kerameti kendinden menkul bir meşruiyetle hükümetleri, insanları, partileri, ülkenin bileşen gruplarını ‘gayrimeşru’ görebilen bir zihniyet. Bütün bu harekete ve zihniyete enerjisini/pervasızlığını veren, kendilerini bu derece haklı görmelerini sağlayan, bu.
Bu zihniyet, bir nevi zehirdir. ‘Milletin bekası’ için kendini her şeyi yapmaya muktedir ve ‘yetkili’ gören bir zihniyettir. Yeri geldiğinde perde arkasından katliam örgütler, yeri geldiğinde suikast, yeri geldiğinde darbe yapar, yeri geldiğinde hükümet düşürür, insanları hapse atar. Meselemiz şu: Bunları bir örgüt olarak, örgüt olduğu için ve devletten habersiz yapmaz. Bunları bir ‘refleks’ olarak yapar. Genlerinden, kodlarından gelen bir reflekstir bu. Sadece yoldan fazla çıkanlar deşifre edilir ve devre dışı kalırlar. Ama zihniyet devam eder.
Dolayısıyla, aslında başı sonu belli, lideri olan, bir emir komuta zinciri içinde hareket eden bir örgütten bahsedemeyişimizin sebebi budur. Böyle bir yargılama metoduyla tatmin edici bir sonuca varılamayışının sebebi de budur. AKP, devleti yargılayamazdı. Kendine karşı hamle yapanları, %50 oyun verdiği bir destek ve kararlılıkla yargıladı, hükmünü verdi, o kadar.
Ana meselemiz şu: Bu zihniyet maalesef yargılanmadı. Asıl olarak bu zihniyetin yargılanması ve mahkûm edilmesi gerekiyordu. Bunda elbette toplumun ve siyaset yapanların bir kesiminin gösterdiği direnç de etkili oldu, bu bir gerçek. Ama şu da gerçek: AKP’nin elinde hiçbir partiye nasip olmayacak bir destek ve imkân vardı. “Yaptırmadılar” mazeretinin arkasına sığınmak bence gerçekçi değil.

Taksim Meydanı'nda iftar

(agos, 2 ağustos 2013)

Biraz netameli bir konuya gireceğim galiba. Ne zamandır bu sorular aklımda ama yazıya dökmek için biraz beklemek gerekti. Son olarak geçen Salı akşamı Taksim Meydanı’nda cereyan eden, Valili, Belediye Başkan’lı, işadamlı iftarın görüntülerini televizyonlarda izleyince aklıma takılan bazı soruları sorma ihtiyacı hissetim.
Öncelikle olayın kendisi, ya da gelişimi, zaten üzerinde düşünmeye değer. Beyoğlu Belediyesi’nin Taksim Meydanı’nda ya da herhangi bir büyük meydanda iftar düzenleme gibi bir geleneği yoktu. Gezi Direnişi’nin sönümlenmeye başlamasıyla Ramazan ayının başlangıcı aynı günlere denk gelince, Belediye tarafından meydanda iftar düzenleme ‘uygulaması’ çıktı. Belediye, daha doğrusu belli ki AKP, neden böyle bir şeye ihtiyaç duymuştu? Aklımıza gelen ilk yanıt, elbette, meydanı kaptırmamak olabilir. Ama ben biraz şöyle düşünüyorum: AKP, hazırlattığı proje ile Taksim Meydanı’nı, ‘yayalaştırma’ adı altında bir anlamda insandan arındırmak, daha steril hale getirmek istiyordu. Bu sadece benim görüşüm değil (ki bu konuda erken bir tarihte yazanlardan biriyim; bkz. ‘Muhafazakâr Kapitalizmin Taksim Hamlesi’, Agos, 23 Kasım 2012). Bilhassa 1 Mayıs sonrasında çok sayıda insan bu görüşü paylaşıyordu. Evet, ama Gezi Direnişi bütün o maceranın ardından, birçok şeyin yanı sıra şunu da sağladı: Meydanı yeniden insanileştirmek, hayata katmak, onu insanla, kentle birlikte düşünmek, birbirinden ayırmamak, meydanı kendi iradesiyle yaşar, yaşanır bir hale getirmek.
Direniş bence meydanın bütün o insani ve en önemlisi ‘kamusal’ halini, aslında böyle olabileceğini, böyle olması gerektiğini, doğrusunun böyle olduğunu AKP’ye gösterdi. Otoritenin yaptığı, esasen bu kopyayı hemen kapmaktır. Ancak bence bu kadar basit değil. Bu kopyayı almakla kalmadı; aklında hâlâ, meydanı o hale getirenlerin elinden tamamen almak var. Çünkü hesaplaşma bitmiş değil. Muhafazakâr sağ, daha doğrusu kapitalizm, nasıl ki yaşayan, soluk alan her şeyin kopyaları yaratır ve aslını yok eder, böyle ilerler, AKP’nin de yaptığı bir anlamda bu oldu.

Türkiye'nin 'Rojava' sorunu

(agos, 26 temuzz 2013)

Yaygın görüşe ben de katılacağım: Bir filmi yeniden izler gibiyiz. Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güneyinden bahsediyorum. Fakat tabii, bu yön bildirmeler de mana ve ‘merkezcilik’ içerir. O vakit şöyle diyelim: Batı Kürdistan’dan, Rojava’dan bahsediyorum. (Şu tarif bile bölgede neyi nasıl gördüğümüzü ele veriyor aslında,)
Yaklaşık bir yıldır iniş ve çıkışlarla Türkiye’nin gündeminde bu mesele. Geçen yıl bu zamanlar bölgedeki Kürt güçler bir tür özerklik elde ettiklerinde, yeni ‘merkez’ yani AKP ve eski merkez (malum çevreler), birlikte kaygılanmışlardı. AKP’nin öncelikli kaygısı, hesap dışı bir gelişme yaşanmasından kaynaklanıyordu. Hükümetin desteklediği, hatta silah ve lojistik yardım yaptığı Sünni güçler (ki bazıları El Kaide’ye yakındır), düşünüldüğü gibi sağlam bir tampon bölge oluşturamamış, kritik bölgelerde Kürtler etkin olmuştu. Buna, bölgedeki en faal Kürt grubun PKK ile yakınlığı da eklenince, eski ‘hassasiyetler’ su yüzüne çıkmış ve özetle, Ankara, son yıllarda sık sık duyduğumuz gibi, bölgedeki gelişmelerden ‘rahatsızlık’ duyduğunu bildirmişti.
Bir yıl sonra, olup bitenler tekrarlandı. PYD’nin başrolde olduğu Kürt güçler, El Kaide’ye yakın savaşçılarla girdikleri mücadele sonunda önemli bölgelerde (yani, yaşadıkları bölgelerde) kontrolü ele aldılar, özerkliklerini ilan edecek noktaya geldiler, fakat bunun geçici bir durum olduğunun altını çizmekten de geri durmadılar. Suriye’nin nihai statüsü belirlenene dek geçici bir pozisyon aldıklarını söylediler, ısrarla. Şu gün itibariyle, hâlâ Kürt grupların mücadelesi sürmekte.
Mevcut durumda bu gelişmeler de yine Ankara’yı telaşlandırmış görünüyor. Ayrıca, yine eski merkez de telaşlanmıştır. Acaba PKK Türkiye’nin güney sınırını da saracak mıdır? Barzani yönetimi ve PKK’nın Güneydoğu’daki etkinliği de hesaba katıldığında, bazı Kürt siyasetçilerin dediği gibi, Türkiye üç tarafı Kürtlerle çevrili hale mi gelecektir? Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’nin merkezini telaşlandıran ve yıllar önce Kuzey Irak’ta olup bitenler karşısında takındığı pozisyonu tekrarlamaya iten, bu kaygıdır.
Eskisiyle, yenisiyle Türkiye’deki tüm ‘merkez’lerin bu pozisyonu alması, aynı filmi izliyormuşuz hissi yaratsa da, aynı ırmakta iki kere yıkanılmıyor. Bu sefer gelişmelere daha soğukkanlı, ve ‘Türkmerkezli’ olmayan şekilde bakanlar az değil ve eskisi gibi sesleri de cılız değil. Zaten bana sorarsanız, en büyük meselemiz Türkiye’de çok sayıda gazeteci ve akademisyenin gelişmelere Türkmerkezli bakması; daha doğrusu, tavrını, böyle davranan ‘merkez’e göre belirlemesi.
Denecektir ki “Bundan daha normal ne var? Türkiye’de yaşıyoruz. Gazetecilerin meseleye Türk daha doğrusu Türkiyemerkezli bakması neden problem olsun?” İlk bakışta haklı bir itiraz gibi görünse de, mesele tam olarak böyle değil. Çünkü Türk (daha doğrusu, resmi görüş) merkezlilik ile Türkiyemerkezlilik çoğu zaman aynı pozisyona denk düşmüyor. Bunda, AKP’nin de kana kana içtiği klasik resmi görüş pınarının şekillendirici bir rolü var. En büyük mesele, ‘Türk’ (ya da resmi görüş) ile ‘Türkiye’yi aynı sanmaktan kaynaklanıyor.

Cuma

Hiçbir şey olmamış gibi mi yapalım?

(19 temmuz 2013, agos)

Evet elbette. Bütün bu eylemler boyunca 5 kişi öldürülmüşken, onlarca (tam olarak 103) kişi kafa travması geçirmişken, yüzlerce kişi başından, gözünden yaralanmışken, kolu bacağı kırılmışken, binlerce kişi biber gazına maruz kalmışken, polisin aşırı şiddet uyguladığı ortada iken, olur tabii, niye olmasın, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, tam ortada bir yerde durmaya çalışalım.
Neden olmasın? Polis bütün bu olanlardan sonra hala Taksim civarında gösteriye izin vermezken, her gösteriye orantısızca müdahale ederken, sokak aralarına, işyerlerine, kapalı mekanlara tazyikli su, gaz sıkarken, bölgeyi terörize ederken, buna mukabil müdahale etmediğinde vaka yaşanmadığı ortada iken, olur, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, polisi anlamaya çalışalım.
Evet elbette, gözaltına alınan kadınlar sözlü ve fiili tacize uğrarken, çıplak aranırken, cinsel taciz, tecavüz tehdidi ve aşağılama hala ve hala muhalif kesimlere karşı siyasi bir silah gibi kullanılıyorken, devletin bu konudaki tavrı hiç değişmemişken  yüzlerce insan sırf gözdağı olsun diye gözaltına alınırken, bütün bunlar normalmiş gibi yapalım.
Olur tabii, Hükümet’in tüm hukuksuzluklarına karşı çıkan, parkı inşaat “lobi”sinin elinden kurtaran Taksim Dayanışması’nın durduk yere gözaltına alınmasını normal bulalım, itibarsızlaştırılmasını anlayışla karşılayalım, bir gözdağı vasfı  taşıdığı ayan beyan ortada olan bu operasyonu mesele etmeyelim, dayanışma üyeleri gözaltındayken evlere kapıların kırılarak girilmesini, aranmasını, dergilere el konmasını hiç sorun etmeyelim, bu arama kararlarının daha sonra mahkeme tarafından iptal edilmesini de sorun etmeyelim, bütün bu hikayedeki  faşizan uygulamaları, polis devletini görmezden gelelim, hiçbir şey olmamış gibi yapalım, ortada bir yerde duralım, olaylara kuşbakışı bakalım, büyük resmi görelim.
Haftalardır sık sık toplu operasyonlarla güne başlamayı da normal sayalım, her şafak operasyonunda onlarca insanın gözaltına alınmasını anlamaya çalışalım, daha geçtiğimiz salı sabahı öğrencilere yönelik operasyonda 100 adresin basılmasını onlarca öğrencinin gözaltına alınmasını yadırgamayalım, devletin hakkıdır diyelim, bütün bu operasyonlar sonrasında kimin hangi suçlamayla tutuklandığını bilemeyelim, toplam kaç kişinin gözaltına alındığını, kaç kişinin tutuklandığını da bilemeyelim, başlatılan bu devasa cadı avı  yokmuş gibi yapalım.
Evet tabii, nasıl isterseniz, palalı, eli sopalı, silahlı grupların ortalığa dökülmesini normal karşılayalım, bu grupların polis tarafından teşvik edilip edilmediğini sorgulamayalım, gözaltına alınan palalıların sopalıların serbest bırakılmasını normal karşılayalım, evet çünkü bu ülkede asıl normal olan budur diyelim, o kadar gösteri yaparsan bunlar olur diyelim, ters giden bir şey yokmuş gibi yapalım.
Başbakan Erdoğan’ın ve bazı AKP’lilerin bu kitleyi sokağa  dökmek için haftalardır yalan söylediğini, toplumu kışkırttığını da bilmiyormuş gibi yapalım, bunu hiç gündeme getirmeyelim, evet elbette, bunlar da olabilirmiş gibi yapalım.
Tabii, neden olamasın AKP yanlısı basının kışkırtıcı rolünü hiç mesele etmeyelim. Bunu da normal karşılayalım, olur elbette böyle şeyler, adamlar zor durumda canım, kendilerini korumaya çalışıyorlar diyelim, sokağa çıkan herkesi hedef göstermelerinde, insanları kışkırtmalarında garipsenecek bir şey yok, asıl eylemciler ne yapıyor ona bakalım diyelim. Değil mi?
Hiç mesele değil, bu hikayede de Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin hedef gösterilmesini pas geçelim, ülkenin normali budur diyelim, olacak bunlar diyelim, Ermenileri hedef gösteren bir sporcunun Akdeniz Oyunlar açılış töreninde kafile bayrağı taşımasını normal bulalım, Hükümet’te gayet önemli bir şahsın “Yahudi Diasporası”nı hedef göstermesini de anlayışla karşılayalım. Ne yapsın canım adamlar, diyelim.
Evet doğru şu kadar insan öldürülmüş, çoğunda devlet ve polis rol oynamış ama tutuklu kimse yok, görüntüler ortadan kayboluyor, bu tabloyu da normal karşılayalım, bunda bir acayiplik görmeyelim. Tam tersine göstericilerin niyetlerini sorgulayalım.

Cumartesi

“Kutsal” AKP devleti

(12 temmuz 2013, agos)


Kapalı kapılar ardında neler konuşulduğunu elbette bilmiyoruz ama eldeki tüm ipuçları bize şunu gösteriyor. AKP,  ya da daha çok Erdoğan ve çevresi bu Gezi Parkı Direnişi’ni tamamen değilse de büyük  ölçüde Hükümet’e karşı bir darbe girişimi olarak görmekteler.  Şunu kestirebiliyoruz, AKP içinde bunun böyle olmadığını söyleyen çevreler muhtemelen vardır. Ancak Erdoğan ve çevresinde biriken kliğin anlayış ve eyleyiş tarzı “masum çevreci gençler”i ayırıp geri kalan herkesi darbeci/isyancı/dış güçlerin maşası olarak görmek şeklinde. Burada belki durup şu ihtimali de hesaba katmak gerekebilirdi. Efendim aslında ne olduğunu gayet iyi biliyorlar ancak bunu bir darbeci kalkışma olarak sunmak işlerine geliyor da olabilir. Evet bu da bir ihtimal ve hala da geçerli ancak son iki haftada olup bitenlere baktığımda maalesef ve gerçekten kendi  çizdikleri tabloya inanmaya başladıklarını düşünmeye başladım.
Böyle bir algı Ergenekon ve 27 Nisan muhtıraları ile, kapatma davası sonrasında oluşmuştu zaten. Bu hiç de yeni değil. Bu dönemde ulusalcı olarak görebileceğimiz  kesimlerin her fırsatta türlü oyunlara kalkışması AKP’nin dikkatle baktığı ve bir kenara yazdığı gelişmelerdi, bunu tahmin etmek hiç de zor değil ve büyük ölçüde haklıydı burada AKP. Ancak daha önce de yazdığım gibi: hayat devam etti ve nehir bizi artık başka bir yere getirdi. Getirdi getirmesine ama bütün bu süreç içinde AKP devlete, yargıya, bürokrasiye, orduya, istihbarata, polise, iş dünyasına, medyaya hakim oldu. Bunları büyük ölçüde şunun için yapmaktaydı: bir daha darbe girişime, ayak oyunlarına maruz kalmamak ve sürdürülebilir bir ekonomik kalkınma (bunu çevre ve kentsel dokuyu tahrip edici olarak okuyun) modeli ile uzun, çok uzun, oy destekli bir AKP iktidarı yaratmak. Bu çapta bir totaliterleşme ve toplumu nefessiz bırakma operasyonunun gayet meşru olduğunu düşünüyorlardı dolayısıyla. Ancak sonuç devlet ve partinin içiçe geçmesi ve üzerine bir de “kutsallık” halesi gelmesi oldu. İki anlamda da: hem taraftarları açısından “dindar”, türlü belalar savuşturmuş, dolayısıyla kutsal bir devlet ve hükümet vardı artık; hem de dindar olmayan ama dışarıdan destek veren kimi kesimlerce “dokunulmaz”, “arada sırada hata yapsa da daha iyisi bulunamayacak, dolayısıyla eleştirilemeyecek” bir hükümet ve devlet.
Gezi  Parkı direnişine bu havada geldik. Ve direnişin yapısı gereği çok fazla sayıda çevreyi, dinamiği, kesimi biraraya getirmesi, AKP için alarm sensorlerinin çalışmasını getirdi. “Ulusalcılar” vardı! Acaba her şey bir 27 Mayıs 1960 senaryosuna uygun biçimde mi cereyan edecekti?  Gösterilerle Hükümet’in meşruiyeti sorgulanır hale gelecek, sonra da gelsin darbe vs. Böyle mi olacaktı? Bu düşünce biçimini ilk  başta Erdoğan mı izledi yoksa AKP içinde bir klik (Astılar, Zehirlediler, Yedirmeyiz diyen bir heyet mesela)  meselenin böyle görülmesini mi sağladı, bilmek zor. Ancak Gezi Parkı direnişinin bu hale gelmesinde kendi kabahatine, koplumsal dinamiklere zerre kadar dönüp bakmayan ve buradan bir darbe girişimi çıkarmaya çalışan “akıl” anlaşılıyor ki sonunda galip geldi. Böylece kutsal AKP devleti, biraz daha kutsal hale geldi.
Tam bu esnada işte bu “akıl”ın neredeyse arayıp da bulamadığı bir gelişme daha oldu: Mısır’da darbe. Üstelik tam da çok büyük meydan gösterileri sonrasında.  Ve  üstelik ABD ve Batı’nın göz yummasıyla. Bu meselenin detaylarına girmeyeceğiz, yazının konusu değil, ancak bütün bu olup bitenlerin AKP’ye yeni bir alan açtığını ve Hükümet’e biraz daha “kutsallık” kattığını tahmin etmek zor değil.  AKP içindeki bu akıl, Mursi’nin sokak gösterileri sonrasında bir darbe ile devrildiğini muhtemelen hem kullanmaya karar verdi ve –yine muhtemelen- bu “gösteriler” yolunu  artık net biçimde tehdit olarak gördü. Son bir haftadır Taksim Dayanışması’nın ve göstericilerin maruz kaldığı  devlet şiddetini, gözaltıları ve bu şiddetin AKP ve çevresince meşrulaştırılmasını herhalde böyle anlamalıyız.

Gezi direnişinin “diğerleri”

(5 temmuz 2013, agos)

Gezi Parkı direnişi ile ilgili bilhassa AKP çevrelerinden gelen analizler çığrından çıkarak devam etmekte. Bu direnişte bir tehdit hisseden AKP ve medyası artık iyice pespayeleşen bir dil ve teorilerle eylemlere katılanları itibarsızlaştırmaya çalışıyor.  Bir yandan da bu eylemcileri ne ile suçlayacaklarını şaşırmış vaziyetteler. Geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın eylemcileri Türkiye’yi işgale kalkan düşmanlar gibi sunduğuna dikkat çekmiştim. Bunlara baştan beri  AKP’li yöneticilerin ve Hükümet’e yakın çevrelerin “darbe yapmaya kalktılar”, “çözüm sürecini akamete uğratmak istediler” “dış güçlerin oyununa geldiler” analizleri de eşlik etmekteydi. Son olarak Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay –sonradan ne kadar gizlemeye çalışsa da- bu olayların içinde “Yahudi Diasporası”nın olduğunu  söyledi. Bu cephede durum artık zincirinden boşanmış vaziyette. Ve toplum içindeki nefreti körüklediği de ortada.
Bir alt viteste ise eylemlere “ana akım”da şöyle bakıldığına tanık olduk, oluyoruz. Bir, eylemi başlatan çevreci genç masum gruplar var. Bir de diğerleri. Yani kötüler. Bu diğerleri  darbeci oldular, ulusalcı oldular, çözüm süreci karşıtı oldular, marjinal gruplar oldular, sekter sol gruplar oldular, lumpenler oldular, şiddet yanlısı oldular. Bir sürü şey oldular. Ama hep “diğerleri” oldular. Sık sık şöyle analizler duyduk: tamam samimi çevreciler var onlara lafımız yok, bir de şu diğerleri...
Bu bahsettiğim analiz çeşidinin Gezi Parkı’na bir kez bile gitmemiş, eylemlerin yakınından dahi geçmemiş siyasetçilerden, köşe yazarlarından, analistlerden, stratejik düşünce kuruluşları temsilcilerinden geldiğini biliyoruz. Fakat bu “diğerleri”, orada ne olup bittiğinden bihaber ya da tam da ne olduğunu bildiği için özellikle böyle sunan çevreler tarafından öyle çok zikredildi ki artık meseleye bakışta da otomatik bir ikilik oluştu.  Galiba şöyle oldu: Hükümet çıtayı öyle bir yere koydu ki, “masumlar” dışında kalan herkes “vandal” ve daha önemlisi neden sokağa çıktığı, neden öfkeyle dolduğu üzerine kafa yorulmaya değmez güruhlar olarak görüldü. Ve bahisler de bir kez “darbe”den açılınca  meseleyi hakkaniyetle anlamaya çalışanlardan bazıları da bu kesimleri görmez oldu. Ve gitgide “masum gruplar”ın dışında kalan herkes de bu “şiddet yanlıları” torbasına tıkıştırılmaya, onlarla aynı  başlık altında görülmeye başlandı. Basit ve kolaycı bir “diğerleri” grubu oluşturuldu.  Fakat şu var: bu diğerleri tek, heterojen bir grup değil. Ve en önemlisi “diğerleri”nin neden sokağa çıktığı önemsiz, çöpe atılacak, derhal kriminalize edilecek bir konu değil.
İlk bakışta kimilerine yadırgatıcı gelebilir ama asıl diyeceğim şu: memlekette ne olup bittiğiyle ilgileniyor, anlamaya çalışıyorsak polise karşı saatlerce barikatlarda direnenlerin de kim olduğuna bakmalıyız. Heterojen değiller demiştik:  mesela, kendi  başlarına; darbe, çözüm karşıtlığı gibi dertleri olmadan, İstanbul’un çevre semtlerinden –evet, varoşlardan- kalkıp Taksim’e gelenleri neyin harekete geçirdiğine bakmalıyız. Evet mesela, Gazi Mahallesi’nden yola çıkıp gaz bombaları, müdahaleler arasından 10 saat yürüyerek Şişli’ye gelenleri neyin yürüttüğüne bakmalıyız. Ankara’da günler boyunca ne olup bittiğine bakmalıyız. Mersin’de, Eskişehir’de, Adana’da, Rize’de insanları neyin sokağa çıkardığına bakmalıyız. Siyasetçiler çeşitli  hesaplarla, kaygılarla bu grupları görmezden gelebilir, onları suçlayabilir, yaftalayabilir, tümü için darbeci, şucu bucu deyip işin içinden çıkabilir –son olarak BDP listesinden Meclis’e giren Altan Tan da katıldığı bir programda “evet çevreciler vardı ama kalan kesim çözüm sürecini hedef almıştı” deyiverdi- ama böylesine toplumsal dinamikler ihmale, kolaycılığa, olduğundan başka bir biçimde sunulmaya gelmez.

Cuma

Barış nasıl bozulur?

(28 haziran 2013, agos)

Başbakan Erdoğan ve AKP çevrelerinin yanısıra siyasal Kürt hareketinden kimi isimlerin de “Gezi parkı barış sürecini bozabilir” yorumları yaptığına tanık olduk geçtiğimiz hafta boyunca. AKP çevrelerini anlamak mümkün. Eylemlerin yapılış gerekçesine kimi sol-liberal çevrelerin de destek vermesinin önünü belki de böyle kesmek istiyorlar. Siyasal Kürt hareketinden bazı isimlerin (ki bunu tüm harekete teşmil etmek haksızlık olur, BDP ve sözcüleri pek de böyle düşünmüyor) neden böyle düşündüğünü anlamak da mümkün. Ama biraz aşırı şüphecilik gibi geliyor. Neyse. Madem böyle bir durum var, sadece PKK ile yürütülen barış sürecini değil, memleketteki genel durumu negatif yönde kim bozabilir, buna biraz yakından bakayım dedim. İster istemez aklıma ilk olarak Başbakan Erdoğan’ın bir aydır kulaklarımızdan silinmeyen o bağıran/hedef gösteren/kalabalıkları kışkırtan/had bildiren sesi geldi. Bilhassa “Milli İradeye Saygı” başlığı altında düzenlediği mitinglerde ve Meclis’teki grup toplantılarında yaptığı konuşmalarda,  Gezi Parkı protestocularını alenen Türkiye’yi işgale kalkmış düşmanlarla bir tuttu. Burada geçen hafta da bahsettiğim “Batı/yabancı düşmanı” zihniyetin izlerini görmemek mümkün değil.  Erdoğan bununla da kalmadı, Alevilerin’in eylemlere katıldığına dikkat çekti, bir nevi onları uyardı, Kürtlerin katılmadığını vurguladı, bir anlamda kutladı,  yani bir nevi etnik/mezhepsel sicil amirliği yaptı. Ki bunun ne kadar tehlikeli bir dil ve bakış açısı olduğunu söylememe herhalde gerek yok. En iyisi kendi sözlerinden okumak. Tatsız olacak biliyorum ama nasıl bir zihniyetle karşı karşıya olduğumuzun bilinmesi açısından gerekli.
“Dün Samsun'daydık. Bugün Erzurum'dayız. Bunun bir anlamı var. Buradan da Sivas'a gidebiliriz. Bundan yaklaşık 100 yıl önce, Erzurum düşman tarafından işgal edildiğinde, adeta İstanbul veya İzmir işgal edilmiş gibi tüm Türkiye gözyaşlarına boğulmuştu. O kara günlerde sadece Türkiye değil, sadece bu aziz millet değil tüm dünya Müslümanları gözyaşları dökmüş, dünyanın her köşesinde Müslümanlar ellerini semaya kaldırıp dualar etmişti.(...) İnanın bugün de aynı şekilde tüm dünya Müslümanlarının elleri semaya kalktı.”
“Gösterilere katılanlar en başından beri, Mustafa Kemal'in askerleriyiz diyor. Şimdi orada duracaksın, Kurtuluş Savaşı'nın kahramanlarına, yiğitlerine, şehitlerine, gazilerine biz bu hakareti ettirmeyiz.  Kurtuluş Savaşı'nın askerleri camiye ayakkabıyla girip içki içmiyordu. Bilakis, camiye ayakkabıyla girip içki içenleri denize döküyordu. Şimdi bunların hepsinin görüntülerini tek tek çıkarıyoruz, hesabını soracağız. Eğer biz o şehitlerin, o gazilerin torunuysak, bunun hesabını soracağız. Kurtuluş Savaşı'nın kahraman yiğitleri başörtülüye el uzatmıyor, tam tersine başörtüsüne uzanan elleri kırıyordu.(...) Kurtuluş Savaşı'nın askerleri kendi halkına savaş açmıyor, halkı için savaşıyordu.”
“Atatürk Kültür Merkezi'nde teröristlerin pankartlarıyla, illegal örgütlerin, legal örgütlerin ve Başbakana hakaret içeren o paçavralarla ne yazık ki onu yan yana koydular. Bitmedi, Cumhuriyet Anıtı, Atatürk Anıtı'na aynı şekilde, bölücülerle Atatürk'ün posterini ve Türk bayrağını yan yana koydular. Nerede ulusalcılar? Nerede bu CHP'liler? Niye bunları indirmediler?”
“Bayrak kampanyasının belli bir süre devam etmesi gerekir. Evlerimizin camlarına ve balkonlarına bayraklarımızı asıyoruz. Ama bizim bayrağımızın üzerinde herhangi bir işaret olmayacak. Bizim bayrağımız şehidimizin kanının rengi, hilal ve yıldız. Bunun dışında bayrağımızın üzerinde herhangi bir logo, işaret olmayacak. Bayrak Yasası'nın amir hükmü de budur. Sadece şu alandaki bayraklar. Ama 'üç hilali de açarız' derseniz o da Osmanlı’nındır, onunla da gurur duyarız..”

Çarşamba

Biraz kazıyınca, alttan “ulusalcılık” çıktı...

(21 haziran 2013, agos)

Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcından bu yana Başbakan Erdoğan ve AKP’nin konuya –olayı hiç anlamayan- bir şekilde yaklaştığını artık hepimiz anlamış olmalıyız. Son günlerde bu anlamama halinin artık bir bastırma halini aldığını ve her otoriter rejiimin bu tür eylemlerde yaptığı gibi, denklemden kendi iktidarını pekiştirecek adımlar atmak için faydalandığını da. Doğrusu “otoriter” vasfını kazanmış rejimlerin sicili böyledir. Artık boğulmaya başlayan kesimler sokağa çıkmaya başlarlar. Başlarda bu eylemler siyasi hedefsiz, örgütsüz, merkezsiz olur.  Rejim bu eylemleri kolaylıkla bastıracağını düşünür. Fiziken bastırdığı ancak zihnen bastıramadığı durumlarda ise eylemcileri kriminalize etme yoluna gider. Bu,  iki türlü işine yarayacaktır. Hem eylemlerin toplum gözünde meşruluğunu yitirmesini hedefler. Hem de bu yolla toplum üzerindeki  baskı aygıtlarını/imkanlarını artırmayı. Bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya karar verir yani. Dolayısıyla Erdoğan’ın “polisin müdahale gücünü artıracağız” açıklamalarını ve sosyal medyaya gelmesi düşünülen yeni düzenlemeleri bu çerçevede de okuyabiliriz. Yeni ve daha zor bir döneme girdiğimiz ortada. Yine de uzun vadede asıl dikkat edilmesi gereken dinamik bence şudur: böyle dönemlerde  o  eylemler belki fiziken bastırılabilir ama vazo da çatlamıştır bir kere. Kapatmak mümkün değildir.
Beri yandan da tüm bu sürecin AKP ve çevresinin akıl yürütme yöntemlerini görmek açısından hayli öğretici olduğunu söyleyebiliriz. Bu tip eylemlilik halleri böyledir zaten. Birçok otoriter kurum ve yapıyı ya hataya ya da gerçek yüzlerini göstermeye zorlar. Burada  da aynen bunu gördük. AKP bu eylemleri bir komplo, kendisine karşı kurulmuş bir “tuzak” olarak ilan edince, AKP basını ve çevresi de bu komplo/tuzak teorilerini çeşitlendirmekle, güçlendirmekle mükellef saydı kendini. Muhtemelen hem  Erdoğan’ın gözüne girmeye çalışmakta, hem de mazallah gerçekten de AKP iktidarını tehdit eden bir durum varsa önlem almaktaydılar. Zecri tedbirleri Hükümet zaten almaktaydı. Onlara da işin propagandasını yapmak, tabanı oyalamak düştü.
Tüm bu dönemde bilhassa AKP medyasının performansı dikkate değerdi. Medya derken sadece gazete başlıklarından bahsetmiyorum. Televizyonlara çıkan AKP savunucusu gazeteci ya da akademisyenleri de “AKP medyası” olarak düşünebiliriz. Ama yine de  bu süreçte Yeni Şafak ve Star gazeteleri ile AKP ile organik bağı olan televizyon kanallarını ve kanalların yöneticilerin ayrı bir yere koymak gerek.
Çok kabaca özetleyecek olursam bu çevrelere göre Gezi  Parkı eylemlerin arkasında elbette ki dış güçler vardı. Ve bu dış güçleri detaylandırmakta ısrarlıydılar. İşin içinde Soros mu yoktu, İran mı yoktu,  Sırbistan merkezli bir örgüt mü yoktu, CIA mi yoktu, Ergenekon-Silivri mi yoktu, ABD olmasa olur muydu, onlar zaten vardı, Amerikalı eski Neo-Con’lar mı yoktu, Avrupa mı yoktu, bazı Alevi örgütleri mi yoktu, Türkiye’nin bölgesinde bir güç olmasını istemeyenler mi yoktu, darbeciler mi yoktu,  ülkeyi 27 Mayıs ortamına götüren zihniyet mi yoktu., 28 Şubatçılar mı yoktu, CHP  zaten listenin en başındaydı, efendime söyleyeyim dış basın mı yoktu, hele CNN, BBC, Reuters..En başta onlar geliyordu. Bitmedi: faiz lobisi mi yoktu, bankacılar mı yoktu, bazı işadamları mı yoktu, bazı tiyatrocular, sanatçılar mı yoktu. İsrail olmasa olur mu? Evet tabii ki İsrail mi yoktu..Efendime söyleyeyim, Houston merkezli bir örgüt mü yoktu, bunlar Zello programıyla İP, CHP ve sol örgütlerden 200 bin kişiye mesaj mı göndermiyorlardı. Bitmedi . Seferberlik Tetkik Kurulu’na bağlı Beyaz Kuvvetler mi yoktu, (sonradan Erasmus öğrencisi olduğu ortaya çıkan) yabancı ajanlar mı yoktu..Uzatmayayım. Yok yoktu.