Perşembe

Mısır'dan Gezi'ye uzatılan yol

(agos, 23 ağustos 2013)

Mısır’da Mursi - Müslüman Kardeşler yönetimini protesto için Tahrir Meydanı’nda yeniden miting düzenlenmesi ve Mısır ordusunun bu durumu fırsat bilip darbe yapmasından beri, gerek iktidarda, gerek AKP’yi bir karambole getirip devirme hayalleri kuran çevrelerde Mısır-Gezi bağlantısı kuruluyor, konu zevkle, çoğu durumda ikrah ettirici bir mantıkla didikleniyor, sayılan kesimler bu bağlantıdan kendilerine bir pay kapmaya çalışıyor, bilhassa Mısır’daki cesetlerin üzerinde tepiniliyor. İktidara yakın kimi kalemler bu meseleden muaf değil.
Bu fasıl üzerinde detaylı durmaya lüzum görmüyorum. Zira “Bakın, burada da darbe yapacaklardı” diyen bir kısım çevreye gün doğmuştur, beri yandan ulusalcı-faşist Aydınlık çevresi de, artık hangi hesapla bilinmez, bu algıyı diri tutmaya çalışmaktadır; dolayısıyla alan memnun, satan memnun, bu tuhaf ilişkinin içine girmeye gerek yok. Ve, hâlâ ve hâlâ Gezi’de olan biteni tarif etmeye çalışmak, orada şekillenen toplumsal dinamiğe bir ‘dinamik’ olarak nasıl bakmak gerektiğini anlatmaya çalışmak artık usandırıcı. Ve şu var: Bir yandan da usul usul bir tarih yazıldığına tanık oluyoruz. Hep deriz ya, tarihi galipler yazar diye, işte gözümüzün önünde Gezi direnişini dış/iç bağlantılı bir darbe girişimi olarak kayda geçirme çalışmaları pervasızca, rahatlıkla ve sebatla ilerliyor. Bunda, Nasyonal Sosyalistlerin bir fikri milyonlarca kez tekrarlayarak gerçekmiş gibi algılatma tekniği de belli ki işe yarıyor.* Yarar, çünkü medya ve müesses nizam galiplerin yanında ve emrindedir. En önemlisi, bir propagandayı milyonlarca kez, obsesifçe tekrar etme azmi galiplerde vardır. Direnişçiler ya da muhalifler, özetle mağluplar, karamsarlığa, bıkkınlığa hep daha yakındır, mütemayildir. Gezi’ye özgü bir durum değil bu, dünyanın her yerinde, hep böyle olmuştur.
Bu denklem içinde geçen hafta bazı köşe yazarlarınca bir fikir geliştirildi ve devreye sokuldu. Gezi ruhu, Mısır için de ayağa kalkabilirdi, kalkmalıydı. (Gezi’ye düşmanca bakanların da bu öneriyi dile getirdiğini biliyorum, konumuz onlar değil) Makul bir öneri bu. Dile getirenlerin de iyi niyetli olduğu düşünülebilir. Böylece hem Gezi, üzerindeki suçlamalardan arınmış olacak (ki bu öneri yerine getirilse bile bunu mümkün görmüyorum; öyle olduğundan değil elbette, iktidarın bu ‘darbe’ argümanına ihtiyacı olduğundan), hem de Mısır’daki darbe ve katliam hakkında, Türkiye’den daha güçlü bir ses çıkacak.
Kâğıt üstünde her şey güzel ama burada bence birkaç pürüz var. Öncelikle, ‘Gezi ruhu’ denen (ki ben olsam buna ‘ruh’ demezdim, basitçe ‘direniş’ demek daha doğru, zira orada olup bitenin tek ve benzersiz bir ‘ruh’la açıklanacağını düşünmüyorum) bir itirazdı. Bir direnişti. İçinde herkes bir şey buldu, o kısmına tekrar girmiyorum ama hikâyeye baktığımızda bunun sistem/statüko karşıtı bir itiraz, sesi müesses nizamca boğulanların, yok sayılanların ses çıkarma, konuşma kalkışması olduğunu görürüz. Özetle, Gezi’dekiler söylenmeyeni, söylenemeyeni söylemekteydiler. Siyaset esnafıyla, medyasıyla, yargısıyla, polisiyle boğulan, bastırılan, kıstırılanın kamusal alana çıkışı ve konuşmasıydı olup biten. Klasik sol-sosyalist örgütlerin bile bir kenara çekildiği, sahneyi herkesin bir ad bulmaya çalıştığı o dinamiğe bıraktığı bir dönemden söz ediyoruz. Bu yönüyle sistem-dışıdır, müesses nizam dışıdır. Ve hiç de öneriyle, taleple sokağa çıkacakmış gibi de görünmüyor.

Elbette ki, bu demek değil ki Gezi direnişinin itici gücünü oluşturan dinamikler Mısır’da olup bitenlerle ilgisizdir ya da Mısır’daki darbecileri, darbecilerin katliamlarını desteklemektedir. Gezi adına konuşacak değilim, ama büyük ölçüde darbe ile mesafeli olduklarını görüyor, duyuyorum. Fakat bu, sokağa çıkacakları, üstelik aynı heyecanla sokağa çıkacakları anlamına gelmeyebilir. Biraz önce kaldığımız yerden devam edebiliriz dolayısıyla.
Ne demiştik, söylenmeyeni söylemişlerdi. Mısır vakasında ise söylenmeyen bir şey yok. Üstelik, gayet yüksek sesle söyleniyor. Türkiye devlet olarak, hükümet olarak, iktidardaki parti olarak darbeye en gür karşı çıkışı dile getiren ülkedir. Ve bu performansıyla dünyada tek ülke olma özelliği kazanmıştır. Türkiye’nin bu konudaki diplomatik çizgisi bu yazının konusu değil, ancak Türkiye’de bir ‘ses’ eksikliği olmadığı ortada. Ve bu gür ‘ses’in Gezi direnişini kriminalleştiren, katılımcılarını hedef gösteren –ve ne tesadüf, aynı Gezi’de olduğu gibi yine Yahudi alerjisine meyleden– otorite tarafından çıkarıldığı da ortada. Bunun da ötesinde, ülkedeki iklim AKP’nin izlediği çizgiyi ana esaslarda mutabık olsanız bile detaylarda eleştirmeye de imkân vermiyor. En küçük eleştiri ‘darbeci’ olarak yaftalanmayla son buluyor.
Şuranın altını çizmek isterim: Mısır’da olanlar açık bir darbedir ve peşine gelen de açık bir katliamdır. Her vesileyle kınanmalıdır. Buradaki meselemiz ise, bu ülkedeki ‘söylenmeyeni/söylenemeyeni söyleme’ eksikliğimizdir. Ve bunu söyleyen birileri ortaya çıkar çıkmaz onları önce iyice bir pataklayıp, sonra da bir şekilde punduna getirip koroya katma, çoğunluğa katma eğilimi, refleksidir. Yani, bu meseleye niye bu kadar taktın derseniz; bu hissi iyi biliyoruz galiba, ondan.
* Böyle ölçüsüz benzetmeler yapmaktan yana değilim tabii, ama zihniyetler büyük oranda ‘dil’de kuruluyor. Bu konuda çok önemli bir çalışma geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından Tanıl Bora çevirisiyle yayımlandı: ‘LTI/ Nasyonal Sosyalizmin Dili’ (Victor Klemperer). Kitapta bir fikrin defalarca tekrarlandığında nasıl gerçekmiş gibi algılandığına dair önemli pasajlar da var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder