Pazartesi

Otoriter sistem, herkesi ikiyüzlü yapar..

(agos, 27 ocak 2012)

Herhalde Osmanlı imparatorluğu ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik kuracaksak, en kalın çizgiyi devletin, resmi söylemin her yere nüfuz eden gücü ve toplumun bu güçle  karşı karşı iken yana çekilip, o güç köşeyi dönüp uzaklaştığında gerçek fikrini söylemesi geleneği etrafında çizebiliriz. Tam da bu yüzden toplumda yaklaşık olarak her bireyin bir resmi görüşü, bir de gerçek görüşü olagelmiştir. Sağ ya da sol siyasete ya da fikriyata bulaşmış olanları hariç tutabiliriz  belki bundan. Ama bu tavır  sadece orta sınıfına özgü bir tutum değildir. Devlet tarafından baskıya, eziyete maruz kalan her türlü etnik grup da uzun yıllar boyunca böyle tavır almak zorunda hissetmiştir kendini, eğer o grubun bir siyasetçisi ya da hak arayıcısı değilse. Bu, genellikle saklanmak şeklinde olur. Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kendilerini çoğunlukla saklanmak zorunda hissederler. (Neden acaba?) Bunun bir adım sonrası ise kimliği gururla taşımak ama devlet politikaları söz konusu olunca biraz ağırdan almaktır. Yani bir resmi görüş bildirmek. Ve tabii şu nokta önemli.  Azınlıklara baskı uygulayan çoğunluğun en geniş bileşeni olan Sünniler de kendilerini zaman zaman bu durumda bulmuşlardır. Zira devlet otoritesi, baskısını kimseden esirgemez. Bu grubu diğerlerinden ayıran özellik, Sünni siyasi kanadın, gücü eline geçirdiğinde aynen “devlet” gibi davranabilmesidir.
Niye böyle bir giriş yaptım? İşin doğrusu bu konu üzerine hepimiz zaman zaman düşünmüş, benzer sonuçlara varmışızdır. Fakat Rauf Denktaş’ın ölümü ve sonrası, bu otoriter sistemin, bu kapsayıcı ve zorlayıcı resmi görüşçülüğün ayyuka çıktığı günler oldu. Oysa hatırlanacağı gibi, 2004 sonrasında kendi pozisyonu gereği AB ile arada pürüz kalmasını istemeyen AKP, uzlaşmaz tutumuyla bilinen Rauf Denktaş’ı görüşme masasından uzaklaştırmak için elinden geleni  yaptı. Bununla da kalmayıp 2004 referandumunda bariz biçimde Denktaş karşıtı çözümcü cepheye destek verip, bu blokun iktidara gelmesi için uğraştı. Bunlar işin ilginci, gayet doğru hamlelerdi. Türkiye’deki operasyonel/milliyetçi  devlet aklının Kıbrıs’taki ortağı olan Rauf Denktaş, bilhassa 1960’ların sonu ile 1970’lerin başındaki eylemleriyle tartışmalı bir maziye sahipti ama resmi görüş bunu hiçbir zaman mesele etmemiş,  Denktaş’ın İttihat-Terakkici hamlelerine hep onay/destek vermişti. Ancak bu politikaların 2000’lerde Türkiye’nin ayağına bir pranga haline geldiği ortadaydı. Resmi görüş, Türkiye’yi esir almıştı. AKP işte 2004’lerdeki atak ve pragmatist politikasıyla bu engeli aşmıştı. Fakat –özet geçiyorum- köprülerin altından çok sular geçti, artık AB’ye ihtiyacı olmayan AKP Denktaş’ın söylemini de sahiplenmiş durumda. Peki ama bu toplum, bu medya, AKP, AKP medyası   ve AKP seçmeni şu soruyu hiç kendine sormayacak mı? Neden  bir zamanlar bir kenara attığımız Denktaş’ı şimdi (bir ölünün arkasından gösterilecek saygının çok çok ötesine geçerek) yere göğe sığdıramıyoruz? Acaba bizde bir acayiplik olabilir mi? Bütün bu Denktaş ve Kıbrıs macerasında nasıl oldu da başladığımız yere döndük? Acaba yine gerçek görüşümüzü saklayıp, resmi görüşümüzü mü açıkladık? İyi ama eğer gerçekten böyleyse daha ne kadar bu dürüstlükten uzak tavırla yaşayacağız? Yok hakikaten böyle düşünüyor isek,  bir özeleştiri yapmak gerekmez mi, devlet, hükümet ve toplum olarak?

“Gittiği yer” bu kadarmış..

(agos, 20 ocak 2012)
Bu son karar duruşmasında değil de, önceki haftaki duruşmada “17 Ocak’ta karar verilecek” dendiği zaman, anlamıştık ne olacağını. Mahkeme dosyayı kapatıyordu.  Hrant’ın öldürüleceğini önceden bilenler, cinayete yol verenler, teşvik edenler, seyredenler, omuz silkip başka yere bakanlar, “rakip kanat” zorda kalsın diye gelen bilgileri sümen altına koyanlara, yani cinayetin devlet içindeki uzantılarına dokunulmayacaktı. Anlamıştık.
Ta o ilk başlarda hissetmiştik. Cinayet sırasındaki görüntülerin bir kısmı Emniyet’te nasıl oluyorsa kaybolduğunda, eldekiler de hakkınca değerlendirilmediğinde, “bu kişileri araştırın” talepleri geçiştirildiğind, bazın sanıkların telefon konuşması kayıtları silindiğinde, hissetmiştik. Duvara toslayacaktık.
Biliyorduk. Sanıkların devlet görevlileri ile son derece şüphe uyandırıcı ilişkilerinin enine boyuna sorgulanmamasından biliyorduk. Olay yerindeki sanıkların telefon konuşmaları dökümlerinin yıllarca saklanmasından, ısrarla mahkemeye gönderilmemesinden biliyorduk. İnatla bu işi peşini bırakmayan avukatların ısrarı sonucu gelen dökümlerin “burada bir şey yok” diye bir kenara fırlatılmasından biliyorduk. Bu tavra rağmen avukatların telefon dökümlerini iğne ile kuyu kazar gibi araştırıp aradaki şüpheli telefon konuşmalarının kayıtlarını bulmalarına rağmen mahkeme heyetinin bu bulguları dikkate almamasından biliyorduk. Bu kadardı. Anlamıştık.
Sonra, savcılığın mütalaasını okuyunca anlamıştık. Demişti ki savcı, “Bir örgüt var,Ergenekon, ama ispatlayamıyorum.”  Bunu duyduğumuzda anlamıştık. Davayı karambole getiriyorlardı. İhmali olanlar, göz yumanlar önümüzde dururken, kimi vali, kimi emniyet müdürü olmuşken, kimi istihbarat daire başkanlığı gibi son derece kritik görevine devam ederken, önümüze ispatlanamamış bir Ergenekon örgütü konduğunda anlamıştık. Bir suikast girişimi için kozmik odalara giren devlet, yargı, bu cinayette kendi iddiasını ispatlayamıyordu güya.

Cumartesi

Nışan ve Çapo için...

(agos, 6 mayıs 2011)
“1915 kasım ayı sonunda Sebil’de bulunuyordum. Yağmur hiç durmadan yağıyordu. (...) Burada bir hafta kaldıktan sonra kafilelerin sevkiyatlarına başlandı. Eşyalarımız eşekler üzerinde yüklenmiş olarak tam gece yarısından sonra yola koyulduk ve gün ağarırken Bab’a ulaştık. Ne kötü ne dehşet verici bir görüntü. Şehre yarım saat uzaklıkta yağmurla sular altında kalmış düz bir alan içerisinde binlerce gerilmiş çadır çamur ve su içinde bulunuyordu. Çadırların yanında çok sayıda yatan ölüleri ve can çekişenleri yetkililer tarafından Ermeni sürgünler arasından seçilmiş mezarcılar ancak zorlukla dışarı atabiliyorlardı. (...) Çoğu yarı çıplak veya tamamen çıplak günlerce bu şekilde bırakılan kabirsiz, ölüler mezarlığı olarak kullanılan yerler vardı burada. Allahım bu ne görüntü...Gözyaşlarımı ve kalbimin anormal atışlarını durduramadım. Küçük bir çocuk gibi, bu bölgelerde bir milletin tamamının öleceği düşüncesinin derinliğine dalarak gözyaşları içerisinde ağladım. Tifüs her gün 350-400 arası kurban alarak hep yeniden kendi kendine tutuşan ateş gibi dehşet verici şekilde bütün çadırları sarmıştı. (Vartabed Dacad Arslanyan, 1915 sonunda Bab’daki durum)
“Der-Zor’daki çocuklara Meskene yoluyla getirilenler de eklendiler. Hepsini topladıklarında iki binden fazla idiler. Büyük bir hanın içerisine üstüste yığılmışlardı, yiyecek olarak sadece küçük ekmek parçaları veriyorlardı. Bu durum 6 ay sürdü. Açlık neticesinde çocuklar arasında hastalıklar gelişti. Günlük 20-30 çocuk ölüyordu. (...) Yedinci ayın başında bu çocuklara hala hayatta kalıp sokaklarda bulunan çocuklar eklendi. Sonra bütün bu çocukları şehir dışına çıkarmak için tekerleli yük arabalarına tıka basa yığdılar. Bu iş kolay değildi. Çocuklar durmadan kaçıyorlardı. Aramalar sırasında birçok erkek çocuk öldürüldü. İki üç kere kaçmış olanların bacaklarını kırıyorlardı. Tekerlekli yük arabalarının çevresinde cehennem gibi dehşet verici bir delilik hüküm sürüyordu. Zeki bey bu kafileleri denetliyordu. Onu emri üzerine hiç kimsenin bu tekerlekli arabaların yanınna yaklaşma izni yoktu. Bu kafilede ölümün habercisi gibi bir durum vardı. Köpek sürüleri bu tekerlekli arabaları takip ediyordu. Halkı yatıştırmak için bu yetimleri vatana sadık bireyler haline getirmek amacıyla elverişli yerlere götürdüklerini söylediler. Fakat kimse inanmıyordu. Arabalar uzaklaştıkları zaman öldürülen çocukların cesetleri yolda kaldı. Kadınlar onları kaldırmak ve gömmek istediler fakat polisler buna engel oldu. Çocuklar bu şekilde bütün gün orada kaldı. Bazen köpekler yaklaşıyor ve onları parçalıyordu.” (Dikran Cambazyan, Tarsuslu)

Çarşamba

Töre cinayetleri ve “ağır abi”lik kurumu..

(agos, 13 kasım 2009)
Türkiye’de töre ve namus gerekçesiyle 2002 yılında 66 kadın cinayeti işlenmiş. 2003’te 83, 2004’te 164, 2005’te 317, 2006’da 663, 2007’de 1011, 2008’de 806 ve 2009’un yedi ayında 953. Son yedi yılda toplam 4 bin 63 kadın öldürülmüş. Bu hesaba göre son yedi yılda töre ve namus cinayetleri yüzde 1400 artmış durumda.
Bu sayılar DTP’li Fatma Kurtulan’ın soru önergesine Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in verdiği yanıt sayesinde gün yüzüne çıktı. Aynı yanıtta kadınlara yönelik şiddet ve cinayetlere ilişkin yargılama istatistikleri de açıklandı. Buna göre 2002 yılından 2009’a kadar kadına yönelik şiddet ve cinayetler nedeniyle toplam 12 bin 678 dava açılmış durumda. Bu davalarda 15 bin 564 kişi yargılanmış. Bunlardan 5 bin 736’sı mahkum olmuş. Açılan davalarda dosyalardan  11 bin 216’sı karara bağlanırken  6 bin 74 dosyanın yargılanmasına devam ediliyormuş. (8 Kasım 2009, Radikal)
Tablo çarpıcıdır. Ama şaşırtıcı mıdır? Değil. Kızkardeşlerini töre gerekçesiyle vuran ama ölmediğini öğrenince hastaneye gidip başına ateş ederek öldüren insanların memleketinde yaşıyoruz. Tekrar edelim: son yedi yılda töre ve namus cinayetleri % 1.400 (yazıyla yüzde bin dört yüz) artmış. Oran gerçekten sarsıcı.
Nedenleri üzerine kafa yormaya değer bir konu. Şunu hemen not düşmek lazım, herhalde herkes mutabıktır, şiddet sadece kadınlara yönelik değil. Toplumun her kesiminde artıyor. Şiddet herkese, bütün zayıflara yöneliyor. Ama kadınlara yönelik olan daha çarpıcı, daha can acıtıcı. Çünkü burada ayrı bir gaddarlık var ve biliyorsunuz yakın zamana kadar cinayette namus gerekçesi hafifletici neden sayılıyordu. Bazı düzenlemeler yapılsa da hala bu konuda bir netlik olmadığını gösteren haberler okuyoruz.

Salı

Anayasa'yı beklerken

(agos, 13 ocak 2012)
Geçtiğimiz haftasonu Bilgi Üniversitesi Dolapdere kampüsünde Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ile Alevilik Araştırma, Dökümantasyon Uygulama Enstitüsü birlikte bir sempozyum düzenledi. "Anayasayı Beklerken: Aleviler" başlıklı sempozyumun ikinci gününde ben de BDP milletvekili Erol Dora, KAOS GL'den Remzi Altunpolat ve Güney Anadolu Alevileri adına Ali Topacık ile bir sunum  yaptım. 2 gün süren, gayet verimli bir sempozyumdu. Notlarımı burada da paylaşayım diye düşündüm. Fakat şunu hemen not düşeyim, başı sonu belli, bir talep listesi değil benimki. Sadece bir Ermeni olarak değil bir Türkiyeli de olarak şimdilik bazı sorular sorabiliyorum şu aşamada. Çünkü aslında mesele hayli karmaşık.
-Nasıl olmalı? Yeni Anayasa nasıl olmalı? Kısa mı uzun mu? Yazarlar, uzmanlar, STK'lar tartışıyor ama siyasi aktörlerden henüz pek elini açık eden olmadı. Bu kritik bir konu ve düşünmeye nereden başlayacağımızı da belirleyecek aslında. Kısa bir anayasa isteyenler çok. Zira uzun bir anayasa, talimatname gibi olacaktır. Buna bir parça ben de katılıyorum. Ve talimatname gibi olunca, güçlü bir otoriteye ihtiyaç duyacaktır. Bununla beraber Anayasa hukukçularına sorarsanız, bunlar tali tartışmalar. Asıl soru şu olmalı: Neden yeni bir anayasaya ihtiyaç duyuyuyoruz? Nerede sıkıntı yaşıyoruz? Madde değişikliği ile içinden çıkamayıp, toptan yenisini yapmamızı gerektiren durum nedir? Buna doyurucu bir yanıt verdiğimizde anayasanın şekli şemali de kendiliğinden belli olacaktır. İşin aslı biz belki buna cevap verebiliniz ama siyasi aktörlerin klişe laflar haricinde bu soruya doyurucu bir yanıt verdiğini henüz göremedik.

Cumartesi

Uludere: öncesi ve sonrası

(agos, 6 ocak 2012)
Geçtiğimiz Perşembe günü meydana gelen ve çoğu çocuk yaştaki 35 yurttaşımızın bombardıman altında can verdiği katliamın detaylarını biliyor olmalısınız. O cephede aktarabileceğim yeni bir detay yok. Ancak katliamdan sonra Türkiye’nin gidişatına etki eden aktörlerin aldıklar tavır ve tutum, ibret vericidir. Biraz o tavır ve tutumlara bakarak hem bugüne  hem de geleceğe yönelik bazı ipuçları çıkarmak gerekli olabilir.
Saldırı sonrasında AKP ve eskisi ile yenisiyle merkez medyanın ilk reaksiyonu “Hata” şeklinde oldu. İlk saatlerdeki o uzun kahredici sessizliği ancak öğleden sonra bozabilen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, olayı “operasyon kazası” olarak niteleyince sonraki günün başlıkları da atılmış oldu. İktidar partisi hata yapıldığınıkabul ediyordu, e madem ölüm de vardı, buna pekala “Öldüran Hata” denebilirdi. Birçok gazetenin manşeti böyle atıldı. Dolayısıyla aslında bu gaddarca katliamda sırıtanın ne olduğu da  AKP ve basın eliyle faş edilmiş de oldu. “Hata” formülünde uzlaşılması isteniyordu.  Fakat zaten mesele de burada. Buna hata denebilir mi? Kanımca denemez. Çünkü hata, genel hatlarıyla doğru bir işlemde olur. Fakat burada “işlemin” kendisinde problem var. Bu nokta bir hafta boyunca  epey yazılıp çizilmiş olmasına rağmen yine de biraz irdelemek gerekiyor. İşlem dediğimiz, bildiğiniz gibi devletin Kürt sorunu ile baş etme  politikalarıdır. AKP dönemindeki bazı fasılalar haricinde şiddet politikasından hiç vazgeçilmediğini biliyoruz. Ancak son birkaç aydır bu şiddet politikasında yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyor idik. İnsansız hava araçlarının neredeyse PKK’yı bitirecek ve dolayısıyla Kürt sorununu çözecek bir mertebeye terfi ettirildiği  gözlerden kaçmamıştı.

Pazartesi

Asıl bu pişkinlik öldürüyor..

(agos, 10 temmuz 2009)
Temmuz ayının ilk günlerini, ayrı ayrı iki gaddarlık gösterisinin kurbanlarına saygısızlık ederek geçiriyoruz yıllardır. 1993’ten beri bu böyle. Biliyorsunuz 1993’ün 2 Temmuz’unda Sivas’ta Madımak Oteli’nde 37 kişi, İslami taşra faşizminin ayininde can vermişti. Birkaç gün sonra 5 Temmuz’da ise Başbağlar köyünde 33 kişi PKK’nın o zamanki eylemleri içinde hiç de istisnai gibi durmayan bir gaddarlık eylemi sonucunda can vermişti. İşte bu iki olayın peşpeşe gelmesi her iki olayın faillerine kendilerini bir biçimde yakın hissedenler tarafından türlü şekillere sokulur durur yıllarca. “Bu eylemleri yapanlar bahsettiğiniz insanlar olamaz”  reaksiyonuna bir de şöyle tiksinç bir “mahsuplaşma” eşlik etmişti ilk zamanlarda. Sağ-muhafazakar kesim, “İşte PKK’lılar da eşit derecede insan öldürdü, artık bu olay kapansın” teranesini işlediler.. Bir başka cephede ise Başbağlar’daki olayın Sivas’a kıyasla biraz daha sisler arasında olmasından istifade ederek, o coğrafyadaki gaddarlıkla hesaplaşmaktan kaçınma eğilim sezilmekteydi. Son yıllara bu havada ve hiç de bu havadan rahatsız olmadan, bu anlayışla hesaplaşmadan geldik. Ergenekon soruşturması sayesinde bu kez yeni bir “mahsuplaşma” eğilimi ile karşı karşıyayız. Değil mi ki; ama doğru ama yanlış, her karanlık vakayı Ergenekon’a bağlayıp işin içinden sıyrılmaya çalışanlar hiç de az değil? Neden bu iki büyük travmayı da buraya bağlayıp, bu konularda yapılması gereken vicdan muhasebesinden kurtulmayalım? Pekala olabilirdi bu. Öyle de oldu. Dediğim gibi, zaten gerek Sivas, gerekse Başbağlar vahşetinde “Olayın failleri başka.. İşi dışarıdan gelenler yaptı, ortalığı başkaları karıştırdı, yabancı servislerin parmağı var” denilip durulmaktaydı. Ergenekon da yeni “açılım imkanı” sağladı. Son çıkış Erzincan Valisi’nden. Şöyle demiş Erzincan Valisi Abdülkadır Demir: “Birliğimize kurşun sıkanlar, dirliğimizi dinamitleyenler, geleceğimize kanlı senaryolar yazanlar şunu bilsin ki bu millet tüm bunların üstesinden gelecektir. Aydınlık geleceğini karartmaya çalışan karanlık ellere bu fırsatı vermeyecektir. 2 Temmuz’da Sivas’ta terörü ateşleyen el ile 5 Temmuz’da birliğimize kurşun sıkan el aynı eldir. Bu elin kirli işlerini hepimiz görüp lanetliyoruz.”
Evet, böylece pek güzel sıyrıldık işin içinden. Karanlık bir el her şeyi planladı, masum insanlarımız tamamen suçsuzdur. Öyle mi? Sağlıklı bir bakış açısı diyebilir miyiz buna? Vali aslında bir örnek. Sağ basından sol basına ulusalcılardan milliyetçilere kadar, bu anlayışı çok geniş bir kesimin paylaştığını, birçok olayın bu şekilde açıklandığını bilmiyor muyuz? (Bu arada şu notu da eklemek lazım. Sayın Vali hayli kesin konuşuyor. Bu konuda bir şeyler biliyorsa bizimle paylaşmasını talep etmek hakkımız. Ben şahsen bu iki olayı birbirine bağlayan bu kadar net delliller olduğunu, en azından devletin valisinin bu kadar kesin konuşmasına gerekçe olabilecek bilgiler bulunduğunu bilmiyorum. Beni geçelim, bu toplum bu bilgileri öğrenmeyi hakediyor sanırım) Şunu kabul edemiyoruz herhalde: bu toplum gaddarlaşabiliyor. Bilhassa da etnik meselelerde.

Medz yeğern: Bu da mı olmadı?

(agos, 15 mayıs 2009)
“94 yıl önce 20. yüzyılın en büyük katliamlarından biri yaşandı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde 1,5 milyon Ermeni’nin katledilmesini veya ölüme yürümesini anıyoruz..”
Amerikan başkanı Obama’nın 24 Nisan açıklamasında aslına bakarsanız en vurucu kısım buydu. Fakat o günlerde konuyla ilgili tüm taraflar “Medz yeğern” ifadesine takılmış durumdaydı. Bununla başlayalım. Açıklama yapıldıktan hemen sonra bilhassa Türkiye’deki tepkiler şaşırtıcı olmamakla birlikte yine de tuhaftı. Gelenek bozulmadı. Yine tüm taraflar “soykırım” kelimesinin kullanılıp kullanılmadığına dikkat kesildiler. Aslına bakarsanız soykırım demeyeceği belli olmuştu ama, belli mi olur? Evet, beklendiği gibi demedi. Şöyle dedi onun yerine: “Ermeni halkı bizim kalplerimizde yaşadığı gibi, Büyük Felaket de (Medz Yeğern) bizim anılarımızda yaşamalı. Tarih, çözülmedikçe ağır bir yük olabilir…”
Evet gerçekten de tarih çözülmedikçe ağır bir yük oluyor. Çok uzağa değil, bir ay öncesine gidelim. Obama’nın Türkiye ziyaretini hatırlayalım. Ne demişti Obama, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile düzenlediği basın toplantısında “Bu konudaki fikrim değişmedi..” Yani olayların soykırım vasfı taşıdığını düşünüyordu Obama. İlginçtir o vakitler Obama’nın bu tavrı aslına bakarsanız Türkiye’de beğenilmişti bile denebilir. Büyük gazetelerden biri “Kıvırmadı” manşetiyle çıktı. Kamuoyunda öne çıkan hava “Eh, helal olsun, adam ne düşünüyorsa onu söyledi” şeklindeydi. O vakitler kamuoyu daha çok Obama’nın Türkiye’nin laikliğine vurgu yaptığı bölümle daha çok ilgilenmişti. Asıl o  kısım  çok beğenilmişti. Ne olmuştu, artık ABD Türkiye üzerindeki emellerinden vaz mı geçmişti? Artık ABD Türkiye’yi “ılımlı İslam” kategorisinde değerlendirmiyor muydu?  Görünen o ki değerlendirmiyordu. O vakit rahat bir nefes alabilirdik artık.

Gönderin de rahatlayın...

(agos, 19 mart 2010)

Esasında bu haftaki yazımı düşünürken aldığım notlar arasında ABD Kongresi Dış İlişkiler Komitesi’nde Ermeni Soykırımı Tasarısı’nın kabul edilmesinden sonra ülkede esen havayla ilgili bir haber vardı. 15 Mart Pazartesi günü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, TBMM Dışişleri Komisyonu’na bilgi vermişti. Toplantıya ABD ve İsveç’ten çekilen büyükelçiler Namık Tan ve Zergün Korutürk de katılmıştı. Gazetelerde çıkan haberlere göre Komisyon’da iktidar ve muhalefet tek yürek olmuştu. Fakat bazı  küçük farklar vardı. Mesela MHP’li üyeler Ermeni protokolünün iptalini istemişlerdi. 16 Mart tarihli Akşam gazetesine göre ise CHP’li milletvekilleri oturma izni vizesi biten Ermenistanlı Ermenilerin sınırdışı edilmesini önermişlerdi. Ancak Bakan Davutoğlu, yine gazetenin haberine göre “Yaptırım sonuç getirmez” demişti.
Doğal olarak CHP’nin bu ırkçı tavrını konu edinecektim ki, Salı günü akşam saatlerinde Başbakan Erdoğan’ın İngiltere’de BBC’ye yaptığı açıklamalar ajanslara düştü. Şöyle diyordu Erdoğan:
“Bakın benim ülkemde, 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz. E ne yapacağım ben yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim. Yani şu anda bizim bu samimi yaklaşımlarımızı bunlar bu tavırlarıyla ne yazık ki olumsuz istikamette etkiliyorlar, bunların farkında değiller.”

Hakikaten kan dondurucu. Manzara şu: Dünyanın önemlice bir kesimi ülkenizi başka bir etnik grubu soykırıma uğratmakla suçluyor. Siz bunu kabul etmiyorsunuz. “Yapmadık” diyorsunuz ve bu ülkeleri bu tezinize ikna etmeye çalışıyorsunuz. Ülkenizde bir zamanlar milyonlarca üyesi olan o halktan bugün 70 bin kişi kalmış. Ve o halkın kurduğu ülkede, muhtemelen soykırıma uğradıklarını düşünen binlerce insan bunu mesele etmeyip yıllar sonra ülkenize gelmiş, çok zor şartlar altında yaşamaya çocuklarını okutmaya çalışıyor. Ve siz bir zamanlar iktidarda bulunan bir partinin soykırım yapmadığını ispat etmek için işte o insanları –ki Erdoğan’a göre bu kişilerin sayısı 100 bindir- zorla geri gönderiyorsunuz. Ne için?  Soykırım yapmadığınızı ispat etmek için.

“Kaçak” dediğiniz buralı olmasın?

(agos, 26 mart 2010) 
Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz hafta BBC Türkçe Servisi’nin sorularını yanıtlarken söylediği “Ülkemde 170 bin Ermeni var; bunların 70 bini benim vatandaşımdır. Ama yüz binini biz ülkemizde şu anda idare ediyoruz.. Yarın, gerekirse bu yüz binine hadi siz de memleketinize diyeceğim, bunu yapacağım. Niye? Benim vatandaşım değil bunlar. Ülkemde de tutmak zorunda değilim” şeklindeki sözlerin yankıları hafta boyunca ilginçleşerek sürdü ve hayli öğretici oldu.
AKP yanlısı basının bu sözlere bir tür karartma uyguladığını öne sürmüştüm geçen hafta. Erdoğan’ın ve Hükümet üyelerinin takip eden günlerdeki tutumları bu tip bir karartmanın mümkün olabileceğini gösteriyor. Zira eylemi üstlenen pek olmadı. Erdoğan, baktı ki durum pek de parlak değil, iki gün sonra “Sözlerimi çarpıtıyorlar” demek zorunda kaldı. Yani söylenen söylendi tabii onu geri alamıyor da, efendim, basın çarpıtmış. Ciddiye alınmadı bu açıklama. Sonra baktı ki Erdoğan, bu çarpıtma argümanından ilerleme olmayacak “Kaçak dediğimi vurgulamıyorlar. Ben kaçakları kastetmiştim” deyiverdi. Oysa ki basın, yani bir kısım basın, açıklamayı gayet iyi anlamış ve aktarmıştı. Buralardan bir sonuç elde edemeyince kendisini eleştiren yazarlara yüklenmeye başladı. Hedefinde de Cengiz Çandar vardı. Zira Çandar bu meşhur sözlerden sonra “Başbakan’ın özür borcu var” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Erdoğan’ın Çandar’a yanıtı şöyle oldu: “Bana özür dilemelidir tavsiyesinde bulunanlara sesleniyorum, kimden özür dileyeceğimizi çok iyi biliyorum. Sen kimin avukatısın yahu? Bir defa dürüst ol. Doğrunun avukatı ol, yanlışın değil... Biz yolumuzda aynen devam edeceğiz.”