Cumartesi

Uludere: öncesi ve sonrası

(agos, 6 ocak 2012)
Geçtiğimiz Perşembe günü meydana gelen ve çoğu çocuk yaştaki 35 yurttaşımızın bombardıman altında can verdiği katliamın detaylarını biliyor olmalısınız. O cephede aktarabileceğim yeni bir detay yok. Ancak katliamdan sonra Türkiye’nin gidişatına etki eden aktörlerin aldıklar tavır ve tutum, ibret vericidir. Biraz o tavır ve tutumlara bakarak hem bugüne  hem de geleceğe yönelik bazı ipuçları çıkarmak gerekli olabilir.
Saldırı sonrasında AKP ve eskisi ile yenisiyle merkez medyanın ilk reaksiyonu “Hata” şeklinde oldu. İlk saatlerdeki o uzun kahredici sessizliği ancak öğleden sonra bozabilen AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, olayı “operasyon kazası” olarak niteleyince sonraki günün başlıkları da atılmış oldu. İktidar partisi hata yapıldığınıkabul ediyordu, e madem ölüm de vardı, buna pekala “Öldüran Hata” denebilirdi. Birçok gazetenin manşeti böyle atıldı. Dolayısıyla aslında bu gaddarca katliamda sırıtanın ne olduğu da  AKP ve basın eliyle faş edilmiş de oldu. “Hata” formülünde uzlaşılması isteniyordu.  Fakat zaten mesele de burada. Buna hata denebilir mi? Kanımca denemez. Çünkü hata, genel hatlarıyla doğru bir işlemde olur. Fakat burada “işlemin” kendisinde problem var. Bu nokta bir hafta boyunca  epey yazılıp çizilmiş olmasına rağmen yine de biraz irdelemek gerekiyor. İşlem dediğimiz, bildiğiniz gibi devletin Kürt sorunu ile baş etme  politikalarıdır. AKP dönemindeki bazı fasılalar haricinde şiddet politikasından hiç vazgeçilmediğini biliyoruz. Ancak son birkaç aydır bu şiddet politikasında yepyeni bir evreye girdiğimizi görüyor idik. İnsansız hava araçlarının neredeyse PKK’yı bitirecek ve dolayısıyla Kürt sorununu çözecek bir mertebeye terfi ettirildiği  gözlerden kaçmamıştı. İsrail’in Heron’ları yetersiz kalmaktaydı, dolayısıyla ABD’den yeni araçlar bir an önce alınmalıydı. Bu nokta mesela Başbakan Erdoğan tarafından da defalarca gündeme getirilmişti. Bundan önceki PKK saldırılarında da insansız hava araçların yetersizliği sürekli gündeme getirilmekte ve hep bir “istihbarat” eksikliği  ya da yanlış istihbarat’tan bahsedilmekteydi. Böylece kamuoyu derece  derece “TSK da devralındığına göre, artık istibarat uyaracak, İHA’lar saptayacak,  ordu bombalayacak” formülünün PKK ve Kürt sorununu bitirmek için tek çare olduğuna inandırıldı. Belli ki hükümet de kendi kendini buna inandırmıştı. Oysa bu formülde bir sakatlık vardır. Terörist olduğu düşünülen insanların üzerine havadan bomba yağdırmak bir terörle mücadele yöntemi değildir. Şu yüzden değildir: a) Her –olası- suçluyu  canlı yakalamak ilk tercih olmalıdır. b) Yürüyüş halindeki 40’lı 50’şerli grupları doğrudan öldürmek maksadıyla havadan bombalamak savaşta bile meşruiyeti  tartışılır bir uygulamadır c) Eğer bunu yapmak durumdaysanız mücadele ettiğiniz şey terör değildir, bambaşka bir şeydir. Siz aslında birileri ile savaş halindesinizdir. Bu birileri yerine ister “halk” deyin ister “örgüt”. Tercih size kalmış. Dolayısıyla”uygulamanın” kendisi, başlı başına tartışma konusudur. O yüzden bu katliama hata demekte sıkıntı çekiyoruz. 
Katliam sonrası aktörlerin tavır ve tutumları demiştik. İlk kaydadeğer reaksiyon, geride bıraktığımız aylar boyunca Hükümeti ısrarla “bastırma” politikalarına sürükleyen Gülen cephesinden geldi. Cemaate yakınlığıyla bilinen bir Taraf gazetesi yazarı hatalı istihbaratı MİT’in verdiğini, MİT’e bu istihbaratı ise PKK içindeki bir ajanın verdiğini öne sürdü. İlk gün Başbakan Erdoğan bu “kulis” haberi alışılmadık ölçüde sert ve detaylı biçimde yalanlayınca bir restleşmeye tanık olduk. Gazeteci Baransu iddiasından vazgeçmedi.  Hatta ona MİT’te de genel bir problem vardı. “Her yere girilmişken”, “MİT’e müdahale” edilememişti. (Bunlar Baransu’nun TV programlarındaki sözleri) Hiç şüphesiz bu iddialardan bazıları doğru da olabilir. Ancak yukarıda da vurguladığım gibi, “uygulamanın” kendisi problem. Dolayısıyla o genel problem içinde bunlar başka hesaplaşmaların yansımaları olarak da görünebiliyor.  Zaten genel olarak bu restleşme genel Gülen-Erdoğan çatlağına da bağlandı. Fakat burada önemli bir detay da var.  Cemaatin asli platformu  konumundaki  Zaman gazetesi kendini bu pozisyona bu derece sert angaje etmiş değil. Erdoğan ise Baransu ile birlikte Taraf gazetesini de hedef almış durumda. Son grup toplantısında Baransu’ya cevap verirken tabloya gazeteyi de katıp “kuzu postuna bürünmüşler”  diyerek, belki de  cemaat-liberal cephe ortaklığını çatlatmayı amaçlamış olabilir. Çünkü en çok oradaki laflar gücüne gidiyor, anlaşılan.
Konumuza dönelim. Gelelim  Hükümet’in tavrına. Bakanlar Kurulu sözcüsü Bülent Arınç’a göre olayda kasıt yoktu. Olsa olsa ihmal ya da hata söz konusu olabilirdi ki, bu da inceleme sonrası ortaya çıkacak bir durumdu. Özüre gerek yoktu. Ölenler ikaz edilmişti, ama buna rağmen hareket etmişlerdi. Şunu demeye getiriyordu Arınç:  E, ne yapılsındı? Tazminat ödenecekti işte. Bununla da bitmedi.  Katledilen ailenin PKK tarafından ısrarla o istikamete yönlendirildiği, çocukların PKK tarafından yem olarak kullanıldığı da kimi gazeteler (Zaman burada devreye girdi işte)  ve  isimler tarafından dile getirildi. Bitmedi. Hükümet’e yakın bir başka gazete katledilen aileden 4 kişinin ajanlık  suçlamasıyla cezaevinde olduğunu, birinci sayfadan genişçe bir biçimde duyurmakta hiçbir beis görmedi. Yani Hükümet’e yakın cephe tüm gücüyle katliamın sorumluluğunu ölenlere ve PKK’ya yıkmaya çalışmaktaydı. Yine AKP içinde ve AKP’ye yakın çevrelerde dile getirilen bir başka  “argüman” da katliamın PKK ve BDP’yebir avantaj sağladığı dolayısıyla olaya böyle bakmak gerektiği yönündeydi. Bu çevrelere göre (isim vermiyorum) bu katliamdan PKK ve BDP kazançlı çıkacaktı. Örgüt tam da köşeye sıkışmışken bunun olması pek manidardı. Yani derin güçler hala devlet içinde AKP’ye karşı çalışmaktaydı.  Hatta PKK ağzından “beş karakol bombalasak bu kadar prestij sağlamazdık” gibi gerçekliği şüpheli açıklamalar yayınlama yoluna bile gidildi. Toplumun şöyle düşünmesi isteniyordu sanki: takmayın o kadar kafaya..
35 parçalanmış beden daha soğumadan bu hesaplar ve hesaplaşmalar yapıldı işte. Dolayısıyla (ana akım medyasıyla, cemaatiyle, partisiyle, hükümetiyle) Türkiye’nin iktidar blokunun bu sınavdan hiç de parlak bir sicille çıkmadığını söylemeliyiz. Hele  Başbakan  Erdoğan’ın yine her zamanki gibi BDP’yi çarmıha germe yoluna şevkle, şehvetle gittiğini görmek hayli dramatikti. Bütün bunların ötesinde bir de genel bir rahatsız edici temel tavır var ki, ona da değinmek zorundayız. Bütün bu vakalarda şu söylenir: işte efendim, devletin niyeti halistir, ama işte ara kademelerde kötü niyetli insanlar vardır.  Bu çizgisini koruyor devlet. Aynı geçmişteki gibi. 1915’te amaç tehcirdir ama işte yolda olanlar olmuştur, Dersim’de amaç isyanı bastırmaktır ama olanlar olmuştur,  Varlık Vergisi hiç şüphesiz savaşta yokluğa bir çare olarak düşünülmüştür ama bazı kötü niyetli yöneticiler olayı çizgisinden çıkarmıştır, özel-harp dairesi tabii ki soğuk savaş döneminde SSCB’ye karşı kurulmuştur ama sonrasında , olanlar olmuştur; 1980’lerde ülkücüler tabii ki iyi niyetle  devletin istihbarat kurumlarını içine alındılar ama sonrasında olacakları kim tahmin edebilrdi , 1990’larda devlet PKK’nın  para kaynaklanını kurutmak istedi amaç tabii ki Kürt işadamlarını infaz etmek değildi. Ağar’ın dediği gibi, kusurlar olmuştu.  Evet hep böyle olmuştur, devletin kabahati yoktur, ihmalkarlar, sorumsuzlar vardır. Toplumu buna inandırmaya çalışırlar. Bu mantık maalesef geçerliliğini koruyor.  Meselemiz bu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder