Pazartesi

Hayat işte..

(agos, 21 nisan 2011)

Kibir kadar, hayat tarafından terslenen bir tutum yoktur herhalde. Siz ne kadar çevrenizi, güçsüzleri ezerseniz, kendinizi ulaşılmaz bir yere koyarsanız, hayat da ama öyle ama böyle; er ya da geç size ders verir. Osmanlı zaten bunu bildiği için “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” lafını türetmiştir. Kastımız AKP ve  Başbakan Erdoğan’ın günden güne artan kibirli, otoriter, gücünü göstere göstere, eze eze sergilemeyi seven tavrı. Bu tavır hem arşa eriyor hem de ivme kazandığı oranda da duvara tosluyor, ilginçtir.
Son bir haftalık kesiti alalım. Erdoğan Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde bir konuşma yaptı. Sonra da parlamenterlerin sorularına tek tek yanıt verdi. Bir parlamenter kalktı ve Türkiye’deki dini azınlıkları eşit muamele yapılıp yapılmadığını sordu. Gayet makul bir soru, zira daha Malatya Katliamı ile ilgili olarak komutanlar, öğretim üyeleri filan içeri alınmış, Hrant cinayeti konusunda da polis şefleri, jandarma komutanları ihmali oldukları gerekçesiyle yargılanıyor veya görevden el çektiriliyor ve aynı zamanda bunları yazanlar içeri atılıyor, haklarında dava açılıyor. Soruyu soran Halk Birliği Hareketi Milletvekili Muriel Marland-Militello. Ne yapıyor Erdoğan? Soruyu sorana “Arkadaş belli ki Türkiye’ye Fransız” diyor, kahvehane edebiyatıyla Avrupalıları aşağılayacak, niyeti belli. Lafı gediğine koydum havasında.Ama işte,  ne diyorduk, hayat. NTV ve bazı gazeteler gidiyor Militello ile konuşuyor ve Fransız diye alay edilen parlamenterin Ermeni olduğu ortaya çıkıyor. Üstelik 1915’te İstanbul’u terk etmek zorunda kalmışlar. Annnesinin adı Madlen.Üstelik onlara yardımcı olanlar Türklermiş. Söyleşide Türkler’e ne kadar minnetar olduğunu da öylüyor Militello.  Bu toprakların tarihine Erdoğan’dan çok daha aşina olduğu ortada. Ama Erdoğan bundan bir ders almıyor, Türkiye’ye geliyor hala kendini eliştirenlere “Türkiye’de de kendi ülkesine Fransız olanlar var” diyor. Ders almak da bir erdem ama boş vermiş Erdoğan.

Vazgeçişler ve geri dönüşler listesi...

(agos, 14 nisan 2011) 
12 Haziran’da yapılacak seçimlerde partiler aday gösterecekleri isimleri Pazartesi günü açıkladılar, bildiğiniz gibi. Hafta boyunca sanki seçim sonuçlarını inceler, yorumlarmışcasına listeleri inceledik sonuçlar çıkardık, seçimlerde nasıl ki seçmen şunu söylemek istiyor diyorduysak bu sefer de parti yönetimi şunu demek istiyor gibisinden mealler anlamlar çıkardık. Kimi tutarlı kimi tutarsız birçok görüş ortaya saçıldı. Benim de bu görüş çorbasına bir katkım olsun madem.
İktidardaki AKP ile başlayalım. İlk bakışta söyleyeceğim AKP’nin daha derinlemesine bir sivilleşmeden ve Kürt Sorunu’nu eşitlik temelinde çözme iddiasından vazgeçtiğidir. Aday listesinden bunu nasıl çıkardın birader, diyebilirsiniz, haklı da olursunuz. Ama sonuçta partiler gösterdikleri adaylar kadar göstermedikleri adaylarla da bir şeyler söylerler. AKP’nin listesine baktığımızda tek başına ve derin devlet tehlikesini bertaraf etmiş kendine güvenen bir iktidarın yeni atılımlara hazırlandığı gibi bir manzara göremedik doğrusu. Her kritik dönemeçte AKP’yi statükonun içinde tutan, ona merkez sağ ve otoriter havasını veren  kadrolar olduğu yerde duruyor. En göze çarpan şu: medyatik bakanların bazıları sahil bölgelerine kaydırılmış belki CHP’den oy yontarlar diye. Mesela Zafer Çağlayan Mersin’de, Ertuğrul Günay İzmir’de, Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım yine İzmir’de vs. Bu hamleler sahillerde AKP’nin oyunu artırır mı, pek zannetmiyorum ama sonuçta AKP’nin Erdoğan’ın ifadesiyle ustalık döneminde yaptığı en çarpıcı harekete bu. Bunun dışında gazetelere yansıdığı kadarıyla Gül yanlısı bazı vekillerin tasfiye edildiği yine Milli Görüş’ten gelen bazı vekillerin listelere alınmadığı gibi  haberler var. Güneydoğu’da ise eski Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu’nun aday gösterilmesinin yanısıra Tarım Bakanı Mehdi Eker’in Diyarbakır’dan listeye konması gibi bir hamle var. Buradan da “Açılım sürecek” gibi bir sonuç çıkarmak zor doğrusunu isterseniz. Benim anladığım AKP şu son 1 yıldır yerleştiği sağ, statükoya daha önem veren AB ile uzak, Ortadoğu’dan kendine pay/prestij arayan postu pek beğenmiş ve buradan bir iki ufak hamle dışında kıpırdamak istemiyor. Türbanlı aday meselesine hiç yüz vermemeleri de bunun bir göstergesi. Fakata bu konuda laik cephenin dolduruşuna gelmemeyi de tercih etmiş olabilirler tabii, dolayısıya bu son nokta biraz karışık bir konu.

Neden şimdi?

(agos, 7 nisan 2011)
 Hrant’ı öldürdüğünü itiraf eden, dolayısıyla, hukuken Hrant’ın katili olarak adlandırmakta bir sakınca bulunmayan Ogün Samast, çocuk mahkemesinde ifade verdi bu hafta başı, ifadelerini de okudunuz. Bu seferki duruşma hayli farklı cereyan etti. Samast kendisinden beklenmeyecek bir edebilik ve bakış açısıyla ülkede o dönemde hakim olan milliyetçi havayı yaratan basından hesap sordu. Konu ilginçtir.

Önceki duruşmada Samast’ın hukuki durumu “suça sürüklenen çocuk” olarak tanımlandı mahkeme heyetince, hatırlarsanız. Bu ifadenin Samast’ı hayli masumlaştırdığı o vakit de yazıldı çizildi. Fakat çocuk mahkemesi hukuki olarak 18 yaşın altında suç işleyen çocuklar için bu tabiri kullanıyor, Samast’a özel bir durum değil bu. Neyse Samast, suça sürüklenen çocuk sıfatıyla ifade verdiği çocuk mahkemesinde, hiç de çocukça sayılmayacak laflar etti. Birkaç noktayı öne çıkarmak iyi olur.

4 sayfalık bir mektup yazan Samast, sözlerine şöyle başıyor: “Lanetli bir nehir gibi akıp giden gençliğimi tükettiğim bu yollarda yaşanılanları tüm ayrıntılarıyla anlatıyorum..” Sarkastik olmaya lüzum  yok deyip devam edelim:

Devlet aynı devlet, savcı aynı savcı olacaksa..


(agos, 31 mart 2011)


 "Yürütülmekte olan operasyonların siyasal olduğu, AKP ve Cemaatin, Cumhuriyet İlke ve Devrimlerine karşı rövanşist düşüncelerle giriştiği sivil/faşist bir hareket ve diktatörlüğe uzanan yeşil bir devrim olduğu anlatılmalıdır. Saldırıların bilinçli olarak TSK ve Yüksek Yargı başta olmak üzere Anayasal Kurumlara karşı yürütüldüğü işlenmelidir" 

Şimdi..Polisin söylediğine göre Odatv’ye yapılan baskında bir döküman ele geçirilmiş. Bu döküman ağırlıklı olarak  2008 yılındaki operasyonlarla çökertilen Ergenekon örgütünün 2010 yılı için kendine rehber bellediği ve elemanlarına gönderdiği bir dökümanmış. Bütün medya harekatı bu dökümana göre icra edilecekmiş. Ergenekon üyesi ya da sempatizanı olup da hala ne şekilde yayın yapacağını bilemeyen kalmışsa, bunlar bu dökümana bakacak ve ne yapacaklarını öğreneceklermiş. Diyelim ki hakikaten böyle bir döküman var. Ne kadar mantıksız bulursak bulalım örgüt böyle bir döküman hazırlamış. Ne kadar mantıksız olursa  olsun diyorum çünkü yine böyle bir döküman yüzünden topluca hapse giren örgüt, operasyon tüm hızıyla sürerken, bazen kurunun yanında yaş da yanarken ve örgütün hedeflerine inananlar bu tablo içinde ne yapacaklarını herhalde gayet iyi bilirken neden böyle bir dökümana ihtiyaç duyar, anlamak zor. Ama tamam. Soruşturmayı itibarsızlaştırmayalım. Böyle bir dökümanın var olduğunu kabul edelim. Bana mantıksız gelmesi adamların yazmayacağı ve bunu bilgisayarlarında saklamayacakları anlamına gelmez.
Yine de  mesele bitmiyor.Dökümana bakıyoruz ve şunu görüyoruz: AKP’nin İslami bir ton taşıdığını ve otoriter eğilimler gösterdiğini öne süren herkes bu dökümandan emir almış oluyor. Bunda bir tuhaflık yok mu?
Şunu söylemek lazım: operasyon eksenini epeyce kaybetmiş durumda. Veli  Küçük gibi isimlerin sorgulanmasıyla başlayan ve gayet doğru bir istikamette giden soruşturma, cinayetleri, Güneydoğu’da olup bitenleri, silahlı örgütlenmeleri derinlemesine soruşturmayı bırakmış, Türkan Saylan’la Ahmet Şık’la, Nedim Şener’le uğraşıyor. Cemaate ve ve AKP’ye yakın gazetelerde bu işin bayraktarlığı yapılıyor, her türlü ayrıntı suçlama aracı olarak kullanılıyor. Son durum şu: Efendim Ahmet Şık’ın kamuoyundan ısrarla gizlenen kitap çalışmasının kenarına düşülen notlar, Şık’a bu kitabı birilerinin yazdırdığının ispatıymış. Bu birileri de Ergenekon üyeleri oluyor. Esasen Ergenekon üyesi dedikleri –bu vakada- benim anladığım emniyet  içindeki Gülen yanlısı örgütlenmeye karşı çıkan her polis şefi. Peki, ona da eyvallah bu polis şefleri Gülen’ci olmadıkları için otomatikman Ergenekon’cu olsunlar. İyi de bu notlar neden Ahmet’e bu kitabı birilerinin dikte ettirdiğin ispatı olsun? Böyle bir kitap için bir gazeteci birçok polis şefiyle konuşur, konu Gülen cemaati ise bu hareketin muhalifleriyle de konuşur.. Bununla da kalmaz başka başka çevrelerden insanlarla da konuşur onları not eder, kopyalarda  onların notları bulunur. Bütün bunlar bir gazeteciyi nasıl terör örgütü üyesi yapar?