Cuma

Türkiye’nin “köşk” dönemeci..

(agos, 3 temmuz 2014)

Malum, adaylar netleşti ve yarış başladı. Hiç zaman kaybetmeden sırayla bakalım ve CHP-MHP ortak adayı ile başlayalım. Doğrusu CHP-MHP’nin ortak adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu ismi açıklandığından beri kendi adıma ne yapılmak istendiğini anlamaya çalışıyorum. CHP çevrelerinden gelen mesajlar dindarlığın Erdoğan’ın/AKP’nin tekelinde olmadığını ispatlamak üzere böyle bir adayın seçildiği yönünde. Eh, İhsanoğlu dindarlığıyla tanınmış bir isim olsa bu argüman -ki birazdan buna da geleceğiz- tartışmalı olsa bile en azından geçerli bir bilgiye dayanmış olurdu. Öyle de değil. Evet muhafazakar dünyadan gelen bir isim ancak asli olarak bir “devlet” adamı. Bir de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ilk Türkiyeli genel sekreteri olmak gibi bir özelliği var. Herhalde bu özelliğiyle seçilmiş olsa gerek. Yani AKP İslamı’na karşı, klasik devletin İslamı. Bu yönüyle hayli Kemalist/devletçi bir proje olduğunu söylemek gerek. Ancak sunum/prezentasyon “muhafazakar/dindar” olunca bu kez CHP içindeki ulusalcı ve sola yakın kesimlerde bir homurdanma başladı. Keza CHP’li olmayan, ancak Cumhurbaşkanlığı için  oy verilebilecek “doğru” bir aday çıkmasını bekleyen laik-şehirli ya da muhalif-Alevi kesimlerde de geniş bir hayal kırıklığı/şaşkınlık yaşandığı ortadadır. İlk günlerde bazı gazetelerde İhsanoğlu isminin doğru tercih olduğu yönünde neredeyse hırçınca bir kampanya yütürüldüyse de günler geçtikçe ve diğer adaylar ortaya çıktıkça bu kampanya da sönümlenmiş görünüyor.
Fakat mesele bundan ibaret değil. İhsanoğlu bahsinde bir de “sol din ile barışmalı” argümanı öne sürülüyor. Buna da kısaca değinmek gerekir. Teorik (ve pratik) olarak evet, son derece haklı bir argümandır, zaten ben de bunu savunanlardanım. Ancak İhsanoğlu bana kalırsa bu zemine oturtabileceğimiz bir tercih değil. Yukarıda da tarif etmeye çalıştığım gibi bir “devlet” adamı ve üstelik bir mücadeleden gelmiş bir isim değil. Bir proje. Fakat buraya, yani adaya da gelmeden, her şeyden önce CHP’nin, mesela Kürt meselesindeki fikirleri belli olan MHP ile neden ortak aday çıkardığı sorusu var.  Ya da şöyle soralım: CHP sol bir parti ise MHP ile neden ittifak kuruyor? Yok eğer CHP  milliyetçi bir parti ise, iki milliyetçi partinin çıkardığı ortak adaydan sola ne?
Bir diğer argüman da AKP’nin dini hegemonyasının kırılması gerektiği ve ancak böyle kırılabileceği şeklinde. Belki tartışılabilecek bir argüman. Fakat bu aynı zamanda CHP ve MHP’nin siyasi argüman açısından iflas ettiği anlamına da geliyor bir yandan. Daha ilk turdan kendi adayını çıkaramayan siyasi partiye başka ne diyeceğiz?
Özetle ilk başta belli ki birileri bu fikri çok beğendi. Sonra da Kılıçdaroğlu ve Bahçeli beğendi. Ve kendi partilerinden bile saklayarak böyle bir aday çıkarmaya karar verdiler. Seçim sonrası kendilerini zor bir dönem bekliyor diyeceğim ama hiç emin değilim. Aynen şu rotada gidebilir her şey, iki partide de.
HDP ise kendinden bekleneni yaptı ve güçlü bir aday ile, kendi adayı ile yola çıktı. Selahattin Demirtaş, demokrasi ve eşitlik mücadelesinden gelen ve son dönemde Kürt siyasal hareketinin etki alanını genişleten, siyasi argümanları güçlü ve siyasetin kendisini de yukarıya taşıyan bir isim. Eğer HDP/BDP çizgisinin üzerinde oy alırsa (ki bu mümkün) bu aynı zamanda CHP ve diğer sol-laik partilerden şikayetçi kesimlerden de oy aldığı anlamına gelecektir ki bu, siyasal Kürt hareketi için, aylardır çabaladığı Türkiye’nin batısı ile  –en azından- tanışmak anlamına da gelir. Bu açıdan Demirtaş’ın adaylığının –bir ihtimal- siyasi dengeleri de değiştirebilecek ölçüde bir hamle olduğunun altını çizmek gerekir.
Gelelem Erdoğan’ın adaylığına. Beklenen, evet buydu. Keza şöyle ya da böyle seçilmesi de, yine beklenen bir gelişme. AKP’nin temsil ettiği siyasal çizgi açısından tarihsel önemde bir gelişme olacağı açık. Ancak burada üzerinde daha çok durmak istediğim biraz “sistem”sel bir konu.

Cumhurbaşkanlığı işi yaklaştığından beri neredeyse bütün yaptığımız “isimler” üzerinde konuşmak. Bir yandan bu, normal. Ancak Erdoğan’ın seçilmesi durumunda nasıl bir siyasi ve yönetsel yapı ile karşı karşıya kalacağımız bir muamma.
AKP’ye kimin başbakan olacağı ve cumhurbaşkanı başbakan ilişkilerinin nasıl seyredeceği bir ölçüde AKP’nin sorunu. Ancak biz, Türkiye olarak seçilmiş bir Cumhurbaşkanı ile ne yapacağız? Bu sorunun yanıtı yok.
Çaktırmadan başkanlık sistemine mi geçiyoruz? Eğer öyle ise eldeki mevcut kurumları (yasama, yürütme, yargı, bağımsız kurullar) ne yapacağız, nereye, nasıl bağlayacağız? Başbakan ne iş yapacak? Bakanlar ne iş yapacak? Her şeyden önce –seçilmiş- TBMM’nin fonksiyonu ne? Bilhassa iktidar  (hatta bazı muhalefet) partileri açısından artık işlevsizleşmeye başlayan vekilleri ne yapmaları için seçiyor olacağız?
Çok simgesel düzeyde, toplumun bir kısmı için belki de bir şeyler farketmeyecektir. Yani Erdoğan baştaydı, yine başta olacak. Ancak zaten tek adam rejimine gittiğimiz bir dönemde böylesi bir gelişmenin siyasal yapımız ve zaten güçlü olmayan demokrasimiz açısından ne tür sorunlar yaratacağını görmek zor değil.
Ve tabii bütün bu sorular kadar önemlisi: Eğer olur da seçilirse yolsuzluk iddialarından aklanmamış birini Cumhurbaşkanı seçmemizi nasıl açıklayacağız kendimize? Evet oy vermiyor olabiliriz, ancak bu toplamdaki sonucu değiştirmeyecek. Biz, bir ülke olarak böyle bir ismi Cumhurbaşkanı seçmiş olacağız, belki de.  Az buz mesele değil hani.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder