Perşembe

Yakın tarih: kurşun gibi ağır…

(agos, 20 kasım 2009)


Tesadüfün bu kadarına ne denir? 10 Kasım’dan bahsediyorum. İki ayrı dramı, devlet ve Türk devlet felsefesinin iki ayrı gaddarlığını tam da 10 Kasım’da olanca ağırlığıyla hatırlamak hiç şüphe yok tarihin bir cilvesi olsa gerekti.  Diyarbakır Cezaevi’nden ve Dersim Katliamı’ndan söz ediyorum. Diyarbakır Cezaevi ile başlayalım.
Seyredenler vardır. “Bu Kalp seni Unutur mu” dizisi, bir zamandır Show TV’de Salı akşamları yayınlanıyor. Dizi 12 Eylül sonrasını kendisine milat alıyor ve darbe sonrasında cezaevlerinde ve dışarıda yaşananları solcuların, ülkücülerin ve az biraz da İslamcıların etrafından sağlam bir olay örgüsüyle anlatıyor. 3 Kasım’da yayınlanan bölümde Kürt bir solcu olan Sinan karakteri Diyarbakır Cezaevi’ne sevk edilmişti. Dolayısıyla sonraki bölümde o çok meşhur Diyarbakır zulmünün anlatılacağını anlamıştık. Ancak dilden dile, kulaktan kulağa yayılan bu insanlık dışı zulmün ne kadarının anlatılacağını, ne şekilde anlatılacağını kestirememiştik. Karışık duygularla 10 Kasım akşamı televizyon karşısına geçtim. Çok şey dinlemiş, çok şey okumuştum. Ve o sarsıcı 10 Kasım bölümü bittiğinde iki şey vardı sadece aklımda. İnsanlar buna nasıl dayanmışlardı? Ayrıca insanlar bu gaddarlığı nasıl yapmışlardı? Ve bütün bu olup bitenler bir dizi haline nasıl gelmiş, çok izlenen bir kanalda yayınlanmıştı? Zira herhalde kabul edersiniz, bundan 10 yıl önce Diyarbakır’ın dizi olacağını, orada ölenlerin isim isim anılacağını hayal bile edemezdik. Neyse, benim aklımda olanlar önemli değil tabii ki. Önemli olan orada olan ve diğer cezaevlerinde olanlar. Bir köpeğe tekmil verdirilmesini, tutukluların işkence olsun diye asılıp son anda ipten alınmasını, lağımlara sokulmasını, akıl almaz işkence metodlarını o  10 Kasım gecesinde herhalde birkaç milyon insan görmüş oldu. Kamber nasılsın hikayesini izlemiş oldu. Zulme dayanamayarak kendini yakan 4 tutukluyu izlemiş oldu. “Sen o türküyü söyle”nin ne demek olduğunu anlamış oldu. Biz o gece Diyarbakır Cezaevi ile bir kez daha yüzleşmiş olduk. Diyarbakır’dan bihaber olanlar da herhalde 1980’den sonra Türkiye’de neler olup bittiği konusunda bir fikir edinmişlerdir. (ayrıntı öğrenmek isteyenler için: www.diyarbakirzindani.com)

Diyarbakır Cezaevi bizim yakın tarihimizdir. Ve aslına bakılırsa benim üzerine yazı yazamayacağım bir konudur. Çünkü öyle ağır bir gaddarlıktır ki, hem yazma hakkını kendimde göremem, (çünkü yakınları ya da bizzat kendisi orada işkence görenler, hayatını kaybedenler vardır, o dönemi yakından yaşamışlar vardır, daha yakından bilenler vardır) hem de orada olup bitenleri hakkınca yazabileceğime inanamam. Dolayısıyla bu yazı Diyarbakır Cezaevi’nde olanları anlatma yazısı değildir. Sadece yakın tarihimizin, 12 Eylül’ün o büyük zulmünün bir bölümünün su yüzüne çıkmasından duyduğum rahatlamayla sıkıntının birbirine karıştığı o tuhaf hissin dışa vurulmasıdır. İşte bu, vicdanı olan her insanı ekran karşısında  karmakarışık bir halde bırakan o dizinin yayınlandığı gün, Demokratik Açılım’ın TBMM’de ön görüşmesi vardı. Tarihin cilvesi dediğim, işte buydu. MHP, bilhassa da CHP ve Kemalist kesim, Kürt Açılımı’nı konuşmak için bula bula 10 Kasım’ın mı bulunduğunu sormaktaydılar. Onlara göre bu uygunsuz bir tarihti. Fakat olayların akışı gösterdi ki, gayet uygun bir tarihtir. Yani tarihmiş. CHP ve MHP, açılıma direnmek için devletin gaddar ve otoriter yüzünü cansiperane savunurken nereden bileceklerdi ki akşam milyonlarca insan Diyarbakır Cezaevi’nde olup bitenleri tüm çıplaklığıyla izleyecek? Peki bilseler ne olurdu? Umurlarında olur muydu? Herhalde olmazdı.

Olmazdı çünkü CHP milletvekili Onur Öymen oturum sırasında yakın tarihimizin bir başka gaddarlık sayfasını bilmeden de olsa açıverdi. TBMM’deki ön görüşmede söz aldı ve Demokratik Açılım için AKP’nin öne sürdüğü argüman olan “Analar Ağlamasın”a cevap vermeye yeltendi. Öymen’e göre Kurtuluş Savaşı’nda analar pekala ağlamıştı, Şeyh Sait isyanında analar pekala ağlamıştı, Dersim’de analar pekala ağlamıştı, Kıbrıs’ta analar ağlamıştı. Dolayısıyla hala analar ağlayabilirdi. Yakışıksız bulundu bu sözler, bildiğiniz gibi. Bilhassa da Dersim’le ilgili olanlar. Ve yine milyonlarca insan Dersim’de neler olup bittiğini Öymen sayesinde öğrenme imkanı buldu. Dersim’de, (katliam öncesinde değiştirilen ismiyle Tunceli’de) 1937’de Kürtlere yönelik iskan politikalarını protesto etmek için başlayan hareketlenme, devletin çok sert müdahalesiyle sonuçlanmıştı, bilenler biliyordu. İşte Öymen sayesinde daha güçlü biçimde su yüzüne çıktı olanlar. 40 bin kişinin gaddarca katledildiği bir kez daha hatırlandı. Dersim’in savaş uçaklarıyla, kimyasal silahlarla bombalandığı bir kez daha hatırlandı. Kadın savaş pilotumuz Sabiha Gökçen’in hangi faaliyetleriyle bilindiği bir kez daha hatırlandı. Seyit Rıza’nın asılırken “Evlade Kerbelayime, be gunayime, ayibo, zulimo, cineyata (Evladı-ı Kerbelayız, günahsızız, ayıptır, zulümdür, cinayettir) dediği bir kez daha hatırlandı. Katliam olup bittikten sonra Celal Bayar’ın “Artık Kürt sorunu kalmamıştır” dediği bir kez daha hatırlandı. Bunların hepsi Öymen sayesinde oldu.
CHP’nin ve MHP’nin savunduğu devletçi çizginin artık tamamen iflas ettiğini bir kez daha gördük. Öymen’in kendini savunurken “Ne yani Atatürk faşist miydi?” demesi de durumu kurtarmadı. (Muhtemelen kendisi de kabul edecektir, bulduğu bu argümanla epey tehlikeli sularda gezinmekte aslında. Aynı sularda 18 Kasım günü de kafa dengi Yılmaz Özdil gezinmekteydi, isteyen internetten açıp baksın) Öymen’in istifa edip etmemesi artık bir ayrıntıdır. 1980 öncesinde Tunceli’de hayli kuvvetli olan CHP’nin (1977 seçimlerinde CHP’nin Tunceli’de aldığı oy oranı % 66 civarında idi) 2009’da düştüğü içler acısı durumdur önemli olan. Öymen ve CHP resmi yazışmalarda, devlet raporlarında kendilerini haklı çıkarmaya çalışabilirler. Ancak halkların hafızasıdır önemli olan. Ne yapsanız da silinmez. Öymen’in aynasında devleti seyrettik o gün. Yansıyanlardan rahatsız olundu. Eh, o da bir şey.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder