Cuma

seçilmişler hukuku, atanmışlar hukuku, vatandaş hukuku

(agos, 24 şubat 2012)

Geçtiğimiz  haftayı devam eden MİT Krizi ve  Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti raporu ile geçirdik. İlgili görünmemekle beraber ikisine de belli bir mantık içinde bakmak mümkün. Çünkü vakalar aslında bir yere bağlanıyor.
MİT krizi olarak bilinen Hükümet-cemaat çekişmesinin girdiği son virajda Başbakan Erdoğan’ın geçen pazar günkü çıkışı ve AKP çevrelerinin meseleyi büründürdükleri kıyafet ilginçtir. Hatırlayalım, Erdoğan ne demişti?
“Sınırları aşan her türlü girişim, yetki gasbıdır, millet iradesinin çiğnenmesidir. Biz bu ülkede gayrimeşruluğa izin vermeyiz. Hiçbir zaman seçilmişleri, atanmışlara kul etmeyiz”
İlk ağızda “MİT Müsteşarı nereden seçilmiş oluyormuş?” diye bir soru akla geliyorsa da AKP çevrelerinin cevabı hazırdır: ““Hakan Fidan’ın tutuklanacağı belliydi. İş oradan Erdoğan’a uzanacaktı..”
AKP denklemi böyle kurdu. Denklem böyle kurulunca da bir hukuk devletinde sorun yaratacak adımlar peşpeşe atıldı. Yürüyen bir soruşturmayı etkileyecek yasalar çıkarıldı, polislere savcılara tuhaf  gerekçelerle dosyadan el  çektirildi, savcı hakkında soruşturma açıldı vs. Bütün bunlar seçilmişleri korumak için yapıldı, denildi. Yeni yasayla “MİT mensupları veya başbakan tarafından belirli bir görevi yerine getirmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler hakkında, görevin niteliğinden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı soruşturma yapılması başbakanın iznine bağlı olacak.”
Bunların hepsinde AKP çevrelerinin senaryosunu şimdilik doğru kabul edelim. Peki nedir, gerçekten tüm seçilmişler koruma altında mı? Bakıyoruz, hiç de öyle değil. BDP’li ve CHP’li seçilmişlerin bir kısmı hala tutuklu olarak cezaevindedir. Bu seçilmişler, milletvekili olmalarına rağmen atanmışların kararları yüzünden  cezaevinden çıkamamaktadırlar. Erdoğan bu gelişmeleri umursamazlıkla karşılamasa, tutarlı olabilirdi..
Dolayısıyla seçilmişlerin değil de, “has” seçilmişlerin bir koruma kalkanı altında yaşadığını pekala görebiliyoruz. Çoğu zaman da hukuku eğip bükerek kuruluyor bu kalkan. Gelelim atanmışlara.
İlginç bir tesadüf sonucu seçilmişleri denetlemek üzere atanmışlardan oluşan, Cumhurbaşkanlığına bağlı Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink cinayeti raporu  geldi önümüze tam da bugünlerde. Normalde bu cinayeti ve hukuk skandalını MİT vakasıyla beraber incelemek hiç de uygun kaçmaz ama önemli bir detay gözümüzün önünde duruyor. Rapordaki yargılamanın niteliğine ilişkin eleştirilerden bahsediyorum. Şöyle tespitler var:



“AİHM tarafından Türkiye ile ilgili davalarda verilen kararlarda, kamu görevlilerinin karıştıkları iddia edilen ve konusu suç teşkil eden eylemler hakkında etkin soruşturma ve kovuşturma yapılamamasının nedenleri arasında Türkiye'deki memur yargılama mevzuatı da gösterilmektedir. Memur yargılaması için özel düzenleme getirilmesi AİHM tarafından üzerinde durulan ‘özel veya kamu alanında çalışan görevlilerin sorumluluğunu saptamaya dönük etkili ve bağımsız bir yargısal sistemi kurma’ ilkesi ile de uyumlu değildir. Ceza hukuku açısından, suç işlediği iddia edilen kamu görevlileri için ayrı yargılama usulleri getirilmesi, hukuk karşısında kişilerin eşitliği ilkesine aykırı görülmektedir.”

Yani diyor ki, memurlara özel yargılama sistemi getirmek, doğru değil. Sorun yaratıyor. O yüzden etkin bir soruşturma yapamıyorsun. Başka?  

 “Kamu görevlilerinin silsile halinde birbirini takip eden ihmalleri; 4483 sayılı Yasa çerçevesinde bir bütün halinde incelenmemiş ve gerek yetki gerekse suçun işlendiği mahal itibariyle farklı birimlerce ayrı ayrı soruşturma ve incelemeler yapılmıştır. İdari soruşturma ve incelemelerde izlenen söz konusu yöntem; olayların bir bütün olarak ele alınıp değerlendirilememesine ve tüm iddiaların bir arada sorgulanamamasına yol açmıştır. Bu durum, kamu görevlilerinin süreç içerisindeki fiillerinin ciddiyetinin kavranamamasına, ana fiil ile illiyet bağının bulunup bulunmadığının sorgulanamamasına ve böylece bütünüyle idari inceleme ve soruşturmalardan  sonuç alınamamasına neden olmuştur.Aynı zamanda her bir idari birimce süreç içerisindeki ihmal ve hatalarının başka birimlere kaydırılmaya/yükletilmeye çalışılması gibi reflekslerin gelişimine de sebebiyet vermiştir.”

Yani diyor ki, bu memurların yargılanmasıyla ilgili yasa yüzünden bu adamları, daha doğrusu ihmalleri hiyerarşik bir silsile halinde, bir bütün halinde yargılamadın. Böylece herkes suçu başkasına yıktı. Halt ettin. Başka?

“Kamu görevlisi olmayanların  tarafından işlenen fiiller ve suçlar ile birlikte kamu görevlilerinin de söz konusu suçlarla  bağlantılı veya illiyet bağı olan fiillerinin görülmesi halinde, öncelikle, kamu görevlileri hakkındaki soruşturmanın genel hükümlere göre adli yargı organlarınca yapılması gerekmektedir”

Yani diyor ki, kamu görevlisininki ihmal bile olsa, kamu görevlisi olmayanla birlikte suçlanıyorsa bunları da öteki zanlılarla birlikte normal mahkemede yargılamalısın.
Başka birçok can alıcı  tespit de var ama onlar gazetede ayrıca işleniyor. Ben bu bölümleri buraya alırken şunu düşündüm. Elbette ki  Türkiye’de seçilmişler üzerinde bir devlet baskısı vardır. Ancak bu baskı, rüzgara göre, siyasi iklime göre değişir, bazen yokolur. AKP iktidarının son yıllarında olduğu gibi. Bir de “atanmışları” koruyan bir sistem vardır. O sistem, DDK raporunda açıkça teşhir ediliyor. Bir talihsizlik, bunları söyleyen  Cumhurbaşkanı’nın aynı günlerde “bazı devlet görevlilerine” kalkan getiren bir yasaya imza atmak zorunda kalmış olmasıdır.
Özetle bize sunulan seçilmiş/atanmış denklemi elbette varolmakla ve önemli olmakla birlikte işin esası değildir. Bir nevi önümüze konan bir perdedir. Çünkü ikisini de ayrı ayrı koruyan bir “sistem” vardır ve güçlüdür. İşin esası, ne seçilmiş ne de atanmış olan yurttaşların  durumudur. Ve orada skandal, boylu boyunca önümüzde durmaktadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder