Cuma

Uludere’den Açlık grevlerine: Kürtler ve Erdoğan


(agos, 16 kasım 2012)

Uludere katliamı ve açlık grevleri ile ilgili olarak Başbakan Erdoğan’ın yaptığı açıklamalardaki kasıtlı kalpsizlik (“Her kürtaj bir Uludere’dir”, “Açlık grevi yok, kuzu şiş yiyorlar” “şov yapıyorlar” “BDP’lilerin zaten rejime ihtiyaçları var”) ve idam konusunun tekrar gündeme gelmesindeki ortak yön, maalesef her iki konunun de Kürtlerle ilgili olması. Kimileri buna tesadüf olarak da bakabilir, AKP’ye muhalefet eden her odağa karşı Erdoğan’ın acımasız bir dil kullandığını öne sürebilir. Bir ölçüde doğru olabilir, evet CHP ya da laik-elit cephe ile ilgili sözleri de hayli serttir Erdoğan’ın ama burada ayrı bir kalpsizlik ve sertlik var. Çünkü her iki vakada da insan hayatlarından söz ediyoruz. Birinde devletin bir operasyonu sonucu bombardımanla ölen, çoğu 19 yaşından küçük 34 kişi, biri ise bu yazının yazıldığı gün itibariyle 63. güne giren açlık grevleri. Neden böyle? Erdoğan ya da AKP, Kürtleri ayrı bir yere mi koyuyor?
Kürtler’le ilgili genel durum ayrı bir başlık (ki burada zihinlere sinmiş bir ayrım vardır esasen) ama siyasal Kürt hareketini ayrı/dışlayıcı bir yere koyuyor diyebiliriz herhalde. Burada iki gelenek birleşmiş durumda Erdoğan’da. Cumhuriyet rejiminin Kürtler’e bakışı ve Türkiye’deki sağ/muhafazakar siyasetin, sol/Kürt ve hele ikisinin biraraya geldiği  hareketlere bakışı. Her ikisi gelenek de karşısındakini muhatap bile almaz, kendinden hayli aşağıda, her fırsatta ezilmesi/yola getirilmesi gereken bir odak olarak görür. Kendisiyle eşit saymaz özetle. Ölmelerini ya da öldürülmelerini de bu çerçevede görür. O yolun yolcusu ise ya da oralarda dolanıyorsa, operasyonda ölür, açlık grevi yapar ölür vs. Dertlenmez. Dolayısıyla bu durum siyasal Kürt hareketinin işini iki kere zorlaştırıyor. Hem devleti tüm o eski alerjileriyle birlikte devralan AKP’deki “tek dil/tek ulus/tek devlet”çi damarla, hem de Türkiye siyasetine damgasını vuran ve kabaca yüzde 60’lık bir oy potansiyeline sahip, milliyetçi-mezhepçi/muhafazakar damarla, onun siyasi temsilcisi konumundaki AKP taaasubuyla/kibriyle mücadele etmek zorunda.
Dolayısıyla Türkiye, Cumhuriyet ve Kürtler bahsinde kritik bir aşamaya gelmiş durumdayız.  Son isyanın lideri 13 yıldır cezaevindedir. AKP’nin Öcalan ile çözüm bulma çalışmaları bir şekilde akamete uğramış, böylece AKP’nin zaten bu konuda hiç de geniş olmayan vizyonu bir anda sönmüştür. Yeni sürecin Öcalan’la mı, Öcalan’sız mı olacağı belirsizdir. Öcalan’ın ne düşündüğü de belirsizdir. Bu belirsizlik içinde Öcalan üzerinde 1 yılı aşkın bir süredir tecrit uygulanması siyasal Kürt hareketinin tepkisine neden olmuş, bu tepkilerin “merkez” tarafından umursanmaması  üzerine yüzlerce tutuklu açlık grevlerine başlamıştır. Talepler  basitçe şunlardı: Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması, ana dilde savunma, anadilde eğitim. Bunlardan sadece anadilde savunma için (ki o da hayli yetersiz) bir adım atılacak gibi görünüyor. Ama ne pahasına? Öcalan’ın sürekli idam ile tehdit edilmesi ve siyasal Kürt hareketinin her fırsatta siyasal alan dışına itilmesi pahasına. Bu, meselenin ikili karakterini de özetliyor aslında. Yani öyle bir hale geldik ki yeni “merkez”, mahkemelerde anadilde savunma hakkını (o da yarım yamalak) tanımak için bile Türkiye’yi açık açık idamın konuşulduğu, açlık grevleri yapanların aşağılandığı bir ülke  haline getirmekte beis görmüyor. Ancak böyle irkiltici bir gürültü çıkarıldığında bu hakkın tanınabileceğini söylüyor sanki Erdoğan bize. Bu birinci ihtimal. Ve eğer bundan sonrası da böyle gidecekse, yani Kürtler’e normal bir hak tanımak için bile ülkede böyle ters yönde bir atmosfer yaratılacaksa ve o hak tanıma ancak o atmosferin eşliğinde icra edilebilecekse, işimiz var demektir. Zira böyle verilen bir hak, aslında toplumsal zemini tahrip etmekten başka bir işe yaramayacak..

İkinci ihtimal ise aynı derecede tatsız ve tehlikeli. Erdoğan’ın kafasında başkanlık olduğunu biliyoruz. Bu sisteme geçmek için bir referanduma ihtiyacı olabileceğini de.  Çünkü MHP desteği sağlansa bile bunun için TBMM’de yapılacak anayasa değişikliği oylamasında referandum aralığına düşme ihtimali var. Erdoğan da bunu biliyor elbette.  Ve AKP Erdoğan ile alabileceği oyun sınırlarına muhtemelen dayanmış durumda. Erdoğan bunun için ilave, daha büyük bir oy pastasına daha ihtiyaç duyuyor olabilir. Bu da doğal olarak MHP’nin takriben yüzden 10-12’lik pastası. Yani tüm bu ağır milliyetçi söylem ile hem referandum hem de başkanlık seçiminde MHP’nin pastasını da kapacak bir pozisyona geçmeyi hedefliyor muhtemelen. Bu da ikinci ihtimal. (*) Ki bu ihtimal zaten yazılıyor, çiziliyor. Fakat burada da meselenin başka bir kritik noktasına geliyoruz.  Zira MHP’nin son  yıllarda siyasal söyleminin aslında sönmesi ve kalanına da AKP’nin göz dikmesi,  ülkücü camia içinde de doğal olarak problem ediliyor ve böyle bir süreç, son MHP kongresinde geliştiğini gördüğümüz “sokağa inme” yanlısı daha sert bir muhalif çizginin kendine yeni bir alan bulmasına yol açabilir.
Her iki projenin de Türkiye’yi hayırlı bir yere götürmeyeceğini söyleyebiliriz herhalde. Bu ağır milliyetçi söylemin, arada kimi hak taleplerine olur verse bile, Kürtlere yönelik düşmanca hislerin artmasını getireceği ortada.  Son örnekte Erdoğan açık biçimde açlık grevi yapanları neredeyse insan yerine koymadı ve toplumdaki siyasal Kürt hareketine yönelik düşmanca algıyı körükledi. Bunun sonucunda şu hale geldik: basit ve meşru taleplerini duyurabilmek için günlerdir açlık grevi yapan yüzlerce insan var ve Türkiye’nin batısı bu seslere kulaklarını tıkamakla kalmıyor, onlarla dalga geçiyor, ölmelerini bekliyor. Sesini ancak  intihar etmek için çatıya çıktığında duyurabileceğine inanan birine  gaddarca “atla, atla” diye bağıran bir güruh gibi, ülkenin ekseriyeti. İnsanlığımızı kaybetmeye ramak kaldı özetle..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder