Pazartesi

Umut ve umutsuzluk...

(agos, 19 mayıs 2011)
Geçen haftaki  yazının ağırlıklı bahsi Güneydoğu’da artan tansiyondu. Tansiyon maalesef düşmedi ve haftasonu sınırda PKK ile çatışmaya giren TSK, 12 militanı öldürdü.  Gelişme bilhassa Güneydoğu’daki gerilimi daha da artırdı, Türkiye’nin “Batı”sının da Doğu’sunun da hem kaygıyla hem de tepkiyle izleyebileceği gelişmeler yaşanması ihtimali arttı. Seçimler  yaklaşırken birçok cephenin gerilimi diri tutmak istediğini biliyorduk, geçen haftaki yazıda da buna değindik.  Fakat bu çapta bir operasyon hesapta var mıydı, yoksa olaylar kendiliğinden mi gelişti, bizim buradan bilmemiz zor. Dolayısıyla böyle bir operasyonun neden gerekli görüldüğü, TSK’nın bunu tek başına mı yaptığı yoksa Tunceli’deki  7 militanın önceki hafta  öldürülmesi de hesaba katıldığında TSK ile AKP’nin bu politikayı beraber mi yürüttüğü pek bilinmiyor. AKP’nin kendisi   değil de çevresi, TSK’nın ya da TSK içinde bir kanadın  bölgede AKP’nin altını oymak için bu tip girişimleri kasten yaptığını yaydı bir süre. Ancak AKP açık açık bunu perde önünde söylemeyezdi. Söylemedi de zaten. Bunun yerine mevcut çatışma ortamının Ergenekon örgütü tarafından tezgahlandığını söyleyebilirdi ki Erdoğan da dün bunu yaptı. Operasyonları ve TSK’yı kurumsal olarak sahiplendi.  Gerilimin iyice arttığı, ölen PKK’lıların cenazelerinde on binlerce kişinin toplandığı, BDP’nin üç gün yas ilan ettiği, CHP’nin ortamı dikkate alarak bölge bürolarını kapattığı bir dönemde hem CHP ve BDP’yi suçladı, hem de gerilim senaryosunun  Silivri ve Kandilli tarafından ortak yazıldığını söyledi. Kastettiği bu iki odağın bölgede AKP’yi zor durumda bırakmak istediği. Keza bölgedeki gösteriler için “meydanı bunlara bırakmayız” dedi. (Bunlar  dediği aslında BDP tabanı oluyor.) Sonra da “o meydanın sahibi milettir” dedi. Kendince kurduğu retorik  başladığı yere dönüyor olsa da belli ki söylemek istediği  Kürt sorunu meselesinde devletçi çizgiyi artık iyice ve bir kez daha sahiplendiğidir.

Pekala, yangın büyüyor, dolayısıyla mevcut durumda ne yapmalı sorusunun yanıtını da arayabiliriz. Zira gelişmeler bunu dayatıyor. AKP ile başlayalım. Kürt sorunu ie ilgili olarak her yıl tarihi bir fırsat yakalanır ve aynı şekilde her yıl tarihi bir kavşağa gelinir. Dolayısıyla bu da gelir geçer diye bakanlar çıkacaktır ama ölenler geri gelmiyor. Eğer AKP, açılım zamanlarında ağzından düşürmediği  “analar ağlamasın” argümanında ciddiyse, bu kritik adımları seçimden sonra değil, acilen yani seçimden önce atmalıdır. Tabii ki reel politik alanda bir sağ partinin Kürt sorunu gibi kritik bir alanda  seçimden önce adım atması anlamsız hatta siyaset erbabınca komik bulunabilir ama bir partinin ya da siyasi akımın bu tip bir meselede seçimden önce önemli bir çıkış yapmasının gerilimi düşürmek açısından faydası  olacaktır. Ama nasıl bir çıkış? Besbelli ki açılım çıkışı gibi belirsiz bir çıkış değil. Öncelikle AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili olarak zihnindeki  paradigmayı değiştirmesi gerekiyor. Kürt müminlere hak bahşeden bir paradigmadan çıkıp, derinlemesine demokratik bir düzeni benimsemiş ya da en azından bu kanalları açık tutan ülkelere göz çevirmesi ve bu çapta bir etnik kimliği barındıran ülkelerin nasıl bir yapıyı benimsediğine bakması  gerekiyor. Ve tabii Kürtlerin taleplerine. Anadilde eğitim ve özerk bir yapıda yoğunlaşıyor bu talepler. Anadilde eğitim ile başlayalım. Valla acizane şunu söyleyeyim, bizim okullardaki  model pekala olabilir. Evet bizim okullardaki model  Lozan ile saptanmıştır, biz resmi biçimde  “Azınlık” olarak tanımlanmış haldeyiz ve eğitim hakkımız uluslarararası düzeyde belirlenmiş  durumda.  Dolayısıyla Kürtler’in de eğitim açısından bu pozisyonda olması devletçi ve milliyetçi kanadı ayağa kaldıracaktır ama çözüm için adım atmak şart. Kürtçe dersinin haftanın belli saatlerinde resmi ders olarak okutulduğu ve bazı derslerin de Kürtçe okutulduğu bir müfredat. Milli Eğitim Bakanlığıı’na bağlı okullar. Pekala olabilir. En azından bu konuda kafa yorulabilir. Lozan gibi anlaşmalara büyük değer atfetildiğini ve kutsallaştırıldığını  biliyoruz ama böyle konularda artık zihin açıklığı ile düşünmek  ve ihtimalleri değerlendirmek gerekir. Burada asıl engel tabii AKP’nin içinde büyüyüp serpildiği  sağ muhafazakar zihniyet dünyasımın bu tip can alıcı konularda aslında pekala resmi görüş içinde düşünüyor olmasıdır. Zaten AKP de  yakın zamana kadar Refah Partisi’nin 1993 sonrasında geliştirdiği “din kardeşliğine odaklanma, devletin sert yumruğundan kaçınma, yumuşaklıkla idare etme” paradigması içinde hareket ediyordu, bunu daha önce de defalarca burada yazıp durdum. Özetle klişe ifadeyle zihinlerdeki zincirlerden kurturulması gerekiyor  AKP’nin. Özerklik konusu ise aslında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından takriben bir yıl önce zaten dile getirilmiş bir konu. Gül hatırlanacaktır Kürt Sorunu ile ilgili açıklamalarından birinde çözümün  yerel yönetimlerin güçlendirilmesinde yatabileceğini zaten söylemişti. Dolayısıyla bu, AKP’ye uzak bir konu değil. Ancak bu konu hiç şüphe yok AKP tarafından şimdilerde ortaya atıldığında bilhassa seçim öncesinde Orta Anadolu ve Karadeniz’deki oylarda ciddi kaymalar yaşanacaktır, bunu da veri olarak almak lazım. Ama ister seçim öncesi, ister seçim sonrası bu konuda adım atmak gerekiyor, bu yapıyı daha fazla sürdümek imkansız. Yok eğer AKP en eski “tenkil”  modeline dönecekse de kendisi bilir, ne diyelim. Ki zaten yukarıda da bahsettiğim konuşmaya bakılırsa Erdoğan bölgede AKP’ye meydan okunduğunu düşünüyor ve bu resti görerek oylarını koruma yoluna gidiyor. Yani Kürt Sorunu konusunda klasik devlet çizgisine birkaç adım daha yaklaşmış durumda. AKP medyası muhtemelen bundan sonra bu politikayı gerekçelendirme çabası içinde olacaktır.Dolayısıyla aslında havaya konuşuyorum.
BDP cephesine gelince . Haklı oldukları yönler çok, legal olarak önleri sürekli kesiliyor, direnişteler,  kendilerini AKP ve devletin topyekun hücumu altına hissediyorlar. Büyük oranda da öyle.  Ancak bazı çıkışların birlikte yaşama iradesine zarar verdiğini bilmiyor olamazlar. Şunu da biliyoruz, Erdoğan BDP’yi muhatap kabul etmediği için müzakere de edemiyorlar. Ama bence en kritik nokta müzakere ısrarından vazgeçmemek. Yukarıda AKP’ye önerdiğim yol nasıl gerçekçi bulunmayacaksa, bu da gerçekçi  bulunmayacak, biliyorum. Fakat şu var: Devlet /AKP Öcalan ile müzakere ediyorsa Erdoğan da BDP ile temasa geçebilir. Bu çizgide ısrarcı olunursa en azından bizim ayrıntılarını bilemediğimiz Devlet-Öcalan görüşmesi gibi perde arkası pazarlıklar yerine demokratik geleneğe daha uygun perde önü görüşmeler modeline  geçeriz ki bu şüphesiz  daha yararlı. Özetle bu badireden çıkmak için yeni bir yol bulmalıyız. Mevcut  yol yani “şu şu adımlar atılmazsa kötü şeyler olur” türü çıkışlar pek yardımcı olmuyor. Sivil itaatsizlik eylemleri ile, demokratik çözüm çadırları ile yeni bir başlangıç yapan Kürt siyasi hareketi yepyeni bir umut yarattı. O yüzden de BDP Erdoğan’ın ve devletin (ve bir ölçüde Öcalan’ın) yeniden yükselttiği çatışma denkleminin ve şiddet dilinin karşı cephesi/partneri olmaktan ne kadar uzak durursa o kadar iyi. Eğer herkesin içine sinen bir ortak yaşama formülü bulunucaksa, başta Ankara olmak üzere hepimiz ince bir buz tabakası üzerinde yürüdüğümüzü  unutulmamalıyız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder