Cuma

Nışan ve Çapo için...

(agos, 5 mayıs 2011)

 “1915 kasım ayı sonunda Sebil’de bulunuyordum. Yağmur hiç durmadan yağıyordu. (...) Burada bir hafta kaldıktan sonra kafilelerin sevkiyatlarına başlandı. Eşyalarımız eşekler üzerinde yüklenmiş olarak tam gece yarısından sonra yola koyulduk ve gün ağarırken Bab’a ulaştık. Ne kötü ne dehşet verici bir görüntü. Şehre yarım saat uzaklıkta yağmurla sular altında kalmış düz bir alan içerisinde binlerce gerilmiş çadır çamur ve su içinde bulunuyordu. Çadırların yanında çok sayıda yatan ölüleri ve can çekişenleri yetkililer tarafından Ermeni sürgünler arasından seçilmiş mezarcılar ancak zorlukla dışarı atabiliyorlardı. (...) Çoğu yarı çıplak veya tamamen çıplak günlerce bu şekilde bırakılan kabirsiz, ölüler mezarlığı olarak kullanılan yerler vardı burada. Allahım bu ne görüntü...Gözyaşlarımı ve kalbimin anormal atışlarını durduramadım. Küçük bir çocuk gibi, bu bölgelerde bir milletin tamamının öleceği düşüncesinin derinliğine dalarak gözyaşları içerisinde ağladım. Tifüs her gün 350-400 arası kurban alarak hep yeniden kendi kendine tutuşan ateş gibi dehşet verici şekilde bütün çadırları sarmıştı. (Vartabed Dacad Arslanyan, 1915 sonunda Bab’daki durum)

“Der-Zor’daki çocuklara Meskene yoluyla getirilenler de eklendiler. Hepsini topladıklarında iki binden fazla idiler. Büyük bir hanın içerisine üstüste yığılmışlardı, yiyecek olarak sadece küçük ekmek parçaları veriyorlardı. Bu durum 6 ay sürdü. Açlık neticesinde çocuklar arasında hastalıklar gelişti. Günlük 20-30 çocuk ölüyordu. (...) Yedinci ayın başında bu çocuklara hala hayatta kalıp sokaklarda bulunan çocuklar eklendi. Sonra bütün bu çocukları şehir dışına çıkarmak için tekerleli yük arabalarına tıka basa yığdılar. Bu iş kolay değildi. Çocuklar durmadan kaçıyorlardı. Aramalar sırasında birçok erkek çocuk öldürüldü. İki üç kere kaçmış olanların bacaklarını kırıyorlardı. Tekerlekli yük arabalarının çevresinde cehennem gibi dehşet verici bir delilik hüküm sürüyordu. Zeki bey bu kafileleri denetliyordu. Onu emri üzerine hiç kimsenin bu tekerlekli arabaların yanınna yaklaşma izni yoktu. Bu kafilede ölümün habercisi gibi bir durum vardı. Köpek sürüleri bu tekerlekli arabaları takip ediyordu. Halkı yatıştırmak için bu yetimleri vatana sadık bireyler haline getirmek amacıyla elverişli yerlere götürdüklerini söylediler. Fakat kimse inanmıyordu. Arabalar uzaklaştıkları zaman öldürülen çocukların cesetleri yolda kaldı. Kadınlar onları kaldırmak ve gömmek istediler fakat polisler buna engel oldu. Çocuklar bu şekilde bütün gün orada kaldı. Bazen köpekler yaklaşıyor ve onları parçalıyordu.” (Dikran Cambazyan, Tarsuslu)
“Halep gibi bir şehirde bile karpuz ve kavun kabuklarını sebze artıklarını yiyen çok çocuk bulunuyordu. Çöplerin yarısı anne babası olmayan Ermeni çocuklar tarafından temizlenmekteydi. Buna o kadar alışmışlardı ki yiyecek vermek için çağrıldıklarında bile yine çöpleri karıştırmaya gidiyorlardı. Biraraya gelmiş  erkek çocukların çeteleri bazı mahallelerdeki çöpleri kendi özel av alanların içine almışlardı ve diğer bölgelerden gelen çocukların buralara yaklaşmalarına müsaade etmiyorlardı. Annesi babası olmayan Dikranagerd (Diyarbakır) kökenli 12 yaşlarında olan Nışan adlı bir çocuk, siyah bir köpek ve diğer 3-4 Ermeni çocuklar birlikte iki sene süresince Halep düşene kadar Hotel Baron’un çöpleri üzerine hükmettiler. (...) Nışan kemerinde küçük bir bıçak taşıyordu ve dışarıdan gelenlere karşı kendisinin hükmettiği alana biraz fazla yaklaştıkları zaman onların kıçlarını ve bacaklarını basit bir şekilde kertmek için kullanmaktan çekinmiyordu. Fakat en enteresan olanı onun siyah köpeğiydi. Basit bir sokak köpeğiydi. Onları kış süresince ısıtıyordu. Kendisi arkadaşları ve köpek bir yapının holünün girişinin altında birbirlerine tek bir kitleymiş gibi sıkıca sarılmış halde; kendilerine bakıldığı zaman  hangi bacağın veya hangi başın hangi vücuda ait olduğunu tespit etmenin zor olacağı şekilde uyuyorlardı. Çapo lakabını koydukları köpek Nışan tarafından eğitilmişti ve kendi şefi olmadığı zaman asla yemezdi. Çöpler çıkarıldıkarı zaman Nışan ve arkadaşlarının onları karıştırıp kendisine düşen payı vermelerine kadar orada sakince dururdu. Çocuklar orada olmadıkları zaman çöpleri sıkı bir şekilde koruyordu. Çok kuvvetli nadir bulunabilecek bir güce sahip bir havyandı. Kaç kere pencereden ona ekmek hatta et parçası atarak atarak onu denemedim ki? Hemen onların üzerine atlıyor ısırıyor fakat yemiyordu. Çocuklara, onları da bulamadığı zaman her zamanki yuvalarına götürüyordu. Küçükler dönünceye kadar topladığı parçaları bekliyordu. (Aram Andonyan)
“Kış geliyordu. Yığınlar halinde gelen sürgünler, şehir dışında bulunan kayıklarla oluşan bir köprüyle Der-Zor’a bağlanan (Cezire) bölgeye ırmağın sol tarafı üzerinde korunaksız bırakılıyordu. Çölün korkunç rüzgarı esmeye başlamıştı ve günler boyunca yağmur, korunaksız ve çıplak sürgünler üzerine hiç durmadan yağıyordu. (..) Orada suya veya sonradan üstü toprakla örtülen doğal çukurlar içine atılan günlük takriben 300-350 ölü oluyordu. Ölmüş çocukların vücutlarını kollarının arasında tutan, günlerce ölümün gelmesini bekleyen veya gidip genel mezarın içerisindeki cesetlerin ortasına yatan anneler vardı. Hala süt emmekte olan çocuklar mezarlığa doğru götürülmekte olan ölmüş annelerin kollarını narasından çekilip alınıyorlarda. Ölüm en şanslılara ayrılmıştı...(Mihran Ağazaryan)
İnsanın kanını donduran bu satırlar, geçtiğimiz şubat ayında yayınlanan bir kitaptan.: Soykırımın İkinci Safhası (Sürgüne Gönderilen Osmanlı Ermenilerinin Suriye-Mezopotamya Toplama Kamplarında İmha Edilmeleri, 1915-1916, Belge Yayınları) Raymond Kevorkyan’ın kaleme aldığı daha doğrusu derlediği kitap asıl olarak Aram Andonyan’ın “bizzat bir kurban olarak kendisinin tanıklıkları, diğer kurbanların derlediği tanıklıklar ve Osmanlı yetkililerinin, misyon görevlileri ile Vatikan görevlilerinin tanıklıklarını” kapsıyor. Kevorkyan’ın ifadesiyle söylersek: “Bu çalışmayı doğru bir şekilde gereği gibi gerçekleştirebilmek amacıyla aynı zamanda sürgüne gönderilenlerin günlük yaşamlarını içeriden gözlemleyebilmek için Türk, Amerikan, Avusturya ve Alman kaynaklarına paralel olarak 1915-1919 arasında sağ kalabilenlerin sıcağı sıcağına Aram Andonyan tarafından kaydedilen tanıklıklarını da kullanmayı seçtik.”
Kitapla ilgili bir şeyler yazmayı düşünürken en iyisi bu tanıklıklardan birkaç pasajı olduğu gibi, sadece küçük kısaltmalarla aktarmak dedim kendi kendime. Dolayısıyla araya girmeden birkaç tanıklığı ardarda aktardım. Ve şunu söylemek isterim: Seçtiğim bölümler, en az sarsıcı bölümlerdir. Çerkes zabitlerin ve bölgedeki Arap halkın zulmünü, İttihat Terakki yöneticilerinin kayıtsızlığını ve gaddarlığını ve aynı zamanda az da olsa yardım etmek için çırpınan Osmanlı yöneticilerini ve bölge halkını anlatan bölümleri aktaramadım çünkü bunlar kabaca biliniyor zaten. Bilinmeyen, insan hikayeleridir. Ve şu var: hakikaten bu insan hikayelerini ardarda okumak müthiş bir psikolojik güç gerektiriyor. Ancak şunu tabii ki akılda tutmak lazım. Onlar yaşamış, biz de bir zahmet okuyacak gücü bulalım.
Son olarak: kitabı okurken aklımda hep şu vardı. “Özür Diliyoruz” kampanyası başlatan aydınlar için “Bir şey yapmışlar ki özür diliyorlar” diye dalga geçen ve kinini gizlemeyen bir Başbakan gördük. Peki , mesela, Der-Zor’da bir çocuğun isimsiz mezarı önünde diz çöken ve bir demet çiçek bırakan bir Başbakan da görebilecek miyiz? Böyle bir yol var mı? Ve bu yolculuk kaç yıl sürer?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder