Perşembe

2011’de merkez ve “bastırılanlar”...


(agos, 31 Aralık 2010)
Geçtiğimiz haftayı BDP tarafından gündeme getirilen iki dil ve Demokratik Toplum Kongresi tarafından tartışmaya açılan Demokratik Özerklik tartışmaları ile kapatmıştık. Anlaşılan 2010 yılını da bu tartışmalarla kapatacağız ve 2011’de de başıca konularımızdan biri bu olacak. İki dil ve Demokratik Özerklik konusunda Kürt kesiminin taleplerine kulak verilmesi gerektiğini savunanlardanım. Bilhassa Demokratik Özerklik konusunu tartışmaya açan metin Kürt Sorunu’nu çözmek istediğimiz muhatapların talepleri açısından bir gösterge. Eğer Türkiye’deki siyasi elit, bu sorunu çözmek istiyorsa, nasıl ki Öcalan ile pazarlık yapmakta beis görmüyorsa, bu taslağın sahipleri ile de diyaloga girmenin bir yolunu bulmalıdır.
Ancak geçen hafta olup bitenler bu konuda pek de bir yenilik olmayacağını gösterdi. İki dil, bilhassa da demokratik özerklik önerileri gündeme düştüğünde hem CHP hem de AKP’den üst düzey bir tepki beklenmiş ancak iki lider de uzun süre suskun kalmışlardı hatırlanacağı gibi. Ancak İçişleri Bakanı Beşir Atalay gibi isimlerin açıklamaları AKP’nin konuya sert bakacağının sinyalleri oldu. Sonunda hafta sonu iki lider de konuştu ve deyim yerindeyse kestirip attılar. Türkiye’nin resmi dili tektir ve özerklik gibi tartışmalar ülkeyi parçalanmaya götürür. CHP ve AKP bu noktada birleşmiş durumdalar. Sürpriz değil. Bırakın siyasi eliti, epeyce bir köşe yazarı, düşünür ve akademisyen de taslağı beğenmedi, kusurlu buldu. Olabilir, taslak bazı açılardan zamansız ya da tutarsız talepler içeriyor olabilir. Ancak  bilhassa Erdoğan’ın konuya yaklaşımı her zamanki gibi azarlar, had bildirir nitelikte oldu. Sözlerini hatırlayalım Erdoğan’ın: “Ortak dil Türkçe'dir, bu gerçeği  değiştirmeye yönelik hiçbir girişim kabul edilemez..Bu meseleyi tartışmaya dahi açmak, bu meseleyi  getirip Türkiye'nin gündemine taşımak ne demokrasiye, ne özgürlüklere, ne  toplumsal barışa ne de kardeşliğe asla hizmet etmez ..Özerklik tartışması, demokratikleşmeyi, Türkiye'nin ileri demokratik  standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgahı. Millete rağmen, milletin kurumlarına rağmen, anayasal düzene  rağmen, kim hangi projeyi hayata geçirebilir? Hiçbir ciddiyeti ve derinliği olmayan bu projeleri, benim Kürt kökenli  kardeşlerimin talebiymiş gibi takdim etmek, çok büyük bir haksızlıktır. Bu  bildirileri yayınlayanlar, bunun siyasetini yapanlar benim Kürt kökenli  vatandaşımın ne kadarını temsil ediyorlar? Milletim müsterih olsun, biz kimseye bu ülke üzerinde ameliyat  yaptırmayız, kimseyi bu milletin hissiyatıyla oynatmayız.”
Özetle şunları diyor: iki dil tartışmaya dahi açılamaz, özerklik tartışması çirkin bir tezgah, bu talepler Kürtlerin talepleri değil. Şimdi: mesela bu “tartışmaya dahi açılamayan” meseleler korosuna  herhalde başta AKP cephesinin katılmaması gerekir. Zira Anayasa’nın “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddelerinden onlar (ve tabii toplum olarak biz) mağdur oluyoruz, Bir toplumsal kesimin bir talebini, “tartışmaya dahi açılamaz” diye elinizin tersiyle ittiğinizde sorunun çözümüne pek katkıda bulunmuş olmuyorsunuz. Üstelik neyin tartışılabileceğine karar verme yetkisi de sizde oluyor. İkinci argüman: özerklik tartışması çirkin bir tezgah. Yine benzer şeyler söyleyeceğim. Dediğim gibi beğenin, beğenmeyin, ama bir kesimin bu çerçevede talepleri var. Neden illa tezgah olsun, hem de en çirkininden? Ben şahsen kabaca buna benzer bir model tasarlayan bir Kürt olsam herhalde bu sözler beni epey yaralardı. Ve şu temsil meselesi:  bu talepleri dile getiren kesim, 1990’ların başından  beri Güneydoğu bölgesinde hatırı sayılır oranda oy alan kesimdir. TBMM’ye de, baraj gibi tüm engellere rağmen hatırı sayılır oranda temsilci gönderiyorlar. Herhalde ortada bir sorun varsa ve çözüm aranıyorsa bu kesimi de ciddiye almak gerecek, başka türlüsünü düşünmek zor.
Bununla beraber şunları da hatırda tutmak lazım.BDP-DTP cephesi bir teklif getirdi diye bu teklifi hemen “temel çerçeve” olarak belirleme mecburiyeti yok. Sorunun iki tarafı var ve toplumun tümünün içine sinecek bir çözüm, ortak paydalar bulmaktan geçiyor. BDP-DTP cephesinden de bu mantık içinde ve her ihtimalde  “siyaset zemini” üzerinde davranmalarını beklemek hakkımız.
Gelelim asıl meseleye. Tüm bu tartışmalar içinde temel, çok temel bir dengesizlik var: “Merkez”in “bastırılmışlar”la ilişkisi. Bu, hem türban, hem Kürt, hem Alevi, hem Ermeni sorununda karşımıza çıkan, “merkez”e yerleşen her kesimin eksiksiz benimsediği bir ilişki biçimi. Şöyle tarif edebelirim: devletin, resmi ideolojinin yıllar boyunca ezdiği, baskı altına aldığı topluluklar var, etnik, siyasi ya da mezhepsel. Bu topluluklar artık “çağ”ın değişmesiyle birlikte taleplerini dile getiriyorlar, devletin kendilerine daha eşit davranmasını, daha eşit bir yurttaş olmayı  istiyorlar. Mesela türban takan genç kızlar üniversiteye girmek istiyorlar. İşte merkez burada  devreye giriyor ve bu talepleri bastırıyor. Merkez bunları yaparken, o zamanki resmi görüşe ideolojik  destek vermekle kendini yükümlü hissedenler de boş durmuyor ve o kesim adına karar verme yetkisini kendilerinde görüyorlar. Bu durumda türbanlı genç kızlar bir bakıyorlar ki onları düşünen ne kadar çok insan varmış ve aslında türbanla üniversiteye girmemeleri gerekiyormuş. Oldu. Peki ne oluyor, dönem değişiyor, bu ezilen kesimin sözcüsü iktidara geliyor. Hemen tabii merkeze kuruluyor. Ama bir bakıyoruz  bu kez aynı merkezciliği Kürtlere ve Alevilere karşı oynuyor. Onlar adına düşünüyor, onlar adına karar veriyor.Yıllar önce kendisi mağdurdu. Ama şimdi kendisi merkezde. Ve milyonlarca insanın (milyonlar olması da şart değil, burada temel ölçümüz talebi getiren ne kadar kalabalık olduğu da değil) talebini “çirkin bir tezgah” olarak görüyor. Özetle: merkez değişiyor ama merkezin ezilenlenlere, bastırılmışlara bakışı kolay kolay değişmiyor. 2011’de bu mantık değişir mi? Zor. Herkese daha iyi bir sene diliyorum. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder