Pazartesi

% 50’den sonra..

(agos, 16 haziran 2011)
Seçimler hiç de sürpriz olmayan bir sonuçla; ancak AKP’nin az da olsa bir oy kaybı yaşamasını bekleyenleri  -mesela  beni- yanıltarak sonuçlandı. AKP üç kez üst üste, oylarını her seferinde artırarak hükümet kuran ilk  parti oldu,  cumhuriyet tarihinde.  Demokrat Parti de 1950’lerde üç kez üst üste seçim kazanmıştı, hatırlanacaktır, ancak son seçimde oyları düşmüştü. Dolayısıyla son derece önemli bir vaka ile karşı karşıyayız.  Bu tablodan pek çok çıkarımlar yapmak mümkün.
İlk  olarak.. Erdoğan’ın tüm otoriter tonuna, Gülen cemaatinin kazandığı etkinliğe ve baskıcı uygulamalara rağmen; AKP’nin  bu ülkede seçim kazanmasının ilk anlamı,  TSK’nın ve katı-laik devletçi görüşün etkinliğinin bir kez daha geriletilmesidir. Bu epey önce oldu zaten, ben de biliyorum ancak bu seçimde Ergenekon davasına ve Ergenekon görüşlerine yakın isimleri güç kazanması, ülkenin hala bu konuda sallantıda olduğunu gösterecekti. Dolayısıyla toplumda “asker gene arada  sırada ne yapacağımızı söylesin” tarzı bir tavrın artık iyice geride kaldığını söylemek mümkün. Tabii çok da abartmadan. Zira CHP ve MHP listelerine baktığımızda bu tortunun izlerinin hala durduğunu görebiliyoruz.
İkinci olarak.. Seçim öncesindeki  manzara  oy destekli bir tek parti cumhuriyetine gittiğimizi gösteriyordu. Sonuçlar bu gidişatı perçinledi.  Hem devlet yönetiminde hem de Erdoğan’ın toplumla irtibatında otoriter-muhafazakar bir tek parti (daha doğrusu tek adam) yönetiminin toplum tarafından da onaylandığını görüyoruz.  AKP’nin  doğal yaşam çevresinin dışında kalan her kesimin (sol medya, sendikalar, -kimi bölgelerde- laik orta sınıf, Kürtler, Aleviler, solcular, eşcinseller, kadınlar, çevreciler) yaşadığı, devlet/medya  gücüyle birleşmiş muhafazakar baskı, bu yüzde  50’lik kesimi zerre kadar ilgilendirmiyor görünmekte. Dolayısıyla bu tablo aslında en az ilk madde kadar hatta daha da fazla önem  arzediyor. Ve geçen haftaki yazınını sonuda not düştüğümüz gibi yeni dönemde öncelikli meselelerden biri de bu olacak.

Dağınık notlar halinde ilerleyelim. Seçimde BDP’nin yani Kürt siyasal hareketinin mevzi kazandığı herkesin ortak görüşü. Bu zaten beklenmekteydi.  Vekil sayısında yükselen, oy oranında da (yüzde 6,7) kemikleşen bir yapı kazanan BDP’nin  bundan sonra kendine güveninin artacağı rahatlıkla görülebilir. Burada geçen haftaki yazımdan bir paragraf alıntılamak uygun olacak. “Seçmen ne istiyor?” başlıklı yazıda tüm kesimlerin Kürt Sorunu’nun çözümünü istediğini vurgulamış ve şöyle demiştim:  “Batı’da  hakim olan ‘Sorun çözülsün’ tavrı biraz geç kalmış bir tavır zira BDP tabanı oraları geçti ve ne yapacağına kendisi karar vermek istiyor gibi. Bu durumda “Batı’daki”  içi boş sorun çözülsün  talebinin bölgede pek de karşılığının olmamasından kaynaklanan yeni bir gerilim bizi bekliyor muhtemelen.”
Seçim sonrası gördüğümüz hava da bunu doğrular nitelikte. Dolayısıyla seçim sonrasının en önemli gündem maddesi Kürt Sorunu olacaksa, bu sorunun çözümünde zor bir dönem geçireceğiz gibi görünüyor. Zor olması normal, bu sorunun kolaylıkla tereyağından kıl çeker gibi çözülmesini  zaten beklemiyoruz.  Ama  önemli olan yaklaşım biçimi. Burada tekrar AKP’ye döneceğiz. Erdoğan son dönemde konuya her değinişinde sorunun çözümü için “devletçi” görüş ile “muhafazakar” görüşü harmanlayan ve üzerine din kardeşliği sosu döken bir formül içinden konuştu. Ve her seferinde- ısrarla- BDP’nin muhatap olma ihtimalini elinin tersiyle itti. Şimdi bu süreçte öncelikle AKP’ye çok iş düşüyor. Yüzde 50’nin güveniyle muhtemelen yine üst perdeden ve az önce bahsettiğim formülde pozisyon alacaktır. Ancak bu tip sorunlarda hep söylediğim gibi, bilhassa Batı’daki evrensel örneklere bakmakta ve “komplekssiz” olmakta sonsuz fayda var.  BDP’yi muhatap kabul etmek, Anadil’de eğitim için adım atmaya hazır olmak ve açık fikirli bir duruş sergilemek en azından başlangıç için tansiyonu düşürecektir. AKP’ye verilen yüzde 50 oy’un içinde “bu sorunu artık çöz” talebinin olmadığını kim iddia edebilir ki? Üstelik bu oy oranında “vesayet rejimi sona ersin” saiki olduğunu kabul ediyorsak...
CHP’ye gelirsek. Doğrusu Erdoğan’daki otoriter, azarlayan tonun CHP’ye bir miktar seçmen kaydıracağını düşünmüştüm ama pek öyle olmadı. Ancak bence problemlerden biri  CHP’den beklentilerin yüksek tutulması. Kılıçdaroğlu’nun genel  başkanlığı ile CHP’nin hem ulusalcı, hem Kemalist, hem milliyetçi, hem  Kürt, hem  Alevi, hem sosyal demokrat, hem daha da soldaki kesimlerin oylarını toplaması beklendi. Bu tabii mümkün değildi ve olmadı. Sonuç, büyük şehirlerin bazı semtlerindeki elit/burjuva kesimle; devletçi/ulusalcı orta sınıfın aynı partide  buluşması oldu.  Kılıçdaroğlu’nun ve yeni CHP yeni yönetiminin en büyük iddiası olan “yoksullarla, mağdurlarla buluşmak” gerçekleşemedi. İstanbul’da  ilçe bazında seçim sonuçlarına bakmak bunu gösteriyor zaten. CHP sadece Bakırköy, Şişli, Kadıköy , Beşiktaş ve Sarıyer ilçelerinde birinci parti konumunda.  Fakat yoksul ve dışlanmış kesimlerin de oturduğu ilçelerden mesela Zeytinburnu’nda yüzde 23, Gaziosmanpaşa’da %23, Esenler’de yüzde 15, Bağcılar’da yüzde 18, Güngören’de yüzde 25 , Pendik’de yüzde 24 oranında oy almış durumdadır. (Mesela, Sırrı Süreyya Önder’in tek başına Zeytinburnu yüzde 8 oy aldığını olduğunu not düşelim) AKP’nin buralarda yüzde 50’nin de üzerinde oy aldığını hatırlamakta fayda var. Tabii ki bu  ilçelerde arazi rantına dayalı bir sistem olduğu için iktidar partisinin güçlü olması doğaldır ancak buralarda güçlü olunmazsa fazla ilerleme de kaydedemez merkez solda olduğunu iddia eden bir parti, söylemeye gerek bile yok. Dolayısıyla CHP’ye “seçimin kazananı” demek mümkün  değil.  Ancak bir yandan da devletçi/vesayetçi Baykal kanadının da hemen hareketlenmeye başladığı  haberleri geliyor. CHP’nin başladığı yere dönmesinin daha dramatik bir tablo yaratacağı da ortada. Dolayısıyla tüm güçlüklere rağmen CHP’deki dönüşüm çabasının desteklemekte –en azından dalga geçmemekte- fayda var. Tabii Kılıçdaroğlu ve ekibi de Ergenekon sanıklarını partiye doldurmanın hiçbir getirisi olmadığını anlamalı diye bekliyoruz. Fakat burada tabii denklemi yanlış kuruyoruz. Getirisi olsa bile bu, CHP için gidilecek yol olmamalı.
MHP’ye kısaca bakalım son olarak. Kaset meselesinden bağımsız olarak MHP’nin siyasi pozisyonunda bir zayıflık olduğunu söylemiştik. Kaset reaksiyonuyla alınan yüzde 13’lük oy da bunu bir anlamda doğruluyor. 80 sonrasındaki tek varlık sebebi Kürt Sorunu olan MHP, toplumda bu konuda yaşanan “çözülsün” dönüşümüne bağlı olarak siyasi açıdan gitgide zayıflıyor. (Geçen hafta bu “çözülsün” tavrının ille de demokratik bir tavır olarak anlaşılmaması gerektiğini, bunun içinde “gitsinler de kurtulalım” gibi akımlar da bulunduğunu not düşmüştük) Bu zayıflık belki MHP’de bir yönetim değişikliği mücadelesi getirecektir ve kimbilir belki de Kürt sorunu konusunda daha sert bir kadro, yönetime geçmek için mücadele verecektir. Ve eğer bu ekip yönetime gelirse Kürt Sorunu’ndaki gidişata bağlı olarak yeni bir kalkışma hesabı yapabilir. Bu da mümkün. Ancak bu tip konularda sert  ve egzantrik çıkışlar yapan küçük partilerin neredeyse tamamen siyasi arenadan silinmesi ve tüm marjinal sağ seçmenlerin AKP’de konsolide olması o cephede gidilecek fazla bir yol olmadığını gösteriyor sanki.  Sonuçta tüm mesele bu konsolidasyonu arkasına alan AKP’nin hangi yolu tercih edeceği.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder