Herhalde Osmanlı imparatorluğu ile Cumhuriyet arasında bir süreklilik kuracaksak, en kalın çizgiyi devletin, resmi söylemin her yere nüfuz eden gücü ve toplumun bu güçle karşı karşı iken yana çekilip, o güç köşeyi dönüp uzaklaştığında gerçek fikrini söylemesi geleneği etrafında çizebiliriz. Tam da bu yüzden toplumda yaklaşık olarak her bireyin bir resmi görüşü, bir de gerçek görüşü olagelmiştir. Sağ ya da sol siyasete ya da fikriyata bulaşmış olanları hariç tutabiliriz belki bundan. Ama bu tavır sadece orta sınıfına özgü bir tutum değildir. Devlet tarafından baskıya, eziyete maruz kalan her türlü etnik grup da uzun yıllar boyunca böyle tavır almak zorunda hissetmiştir kendini, eğer o grubun bir siyasetçisi ya da hak arayıcısı değilse. Bu, genellikle saklanmak şeklinde olur. Aleviler, Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler kendilerini çoğunlukla saklanmak zorunda hissederler. (Neden acaba?) Bunun bir adım sonrası ise kimliği gururla taşımak ama devlet politikaları söz konusu olunca biraz ağırdan almaktır. Yani bir resmi görüş bildirmek. Ve tabii şu nokta önemli. Azınlıklara baskı uygulayan çoğunluğun en geniş bileşeni olan Sünniler de kendilerini zaman zaman bu durumda bulmuşlardır. Zira devlet otoritesi, baskısını kimseden esirgemez. Bu grubu diğerlerinden ayıran özellik, Sünni siyasi kanadın, gücü eline geçirdiğinde aynen “devlet” gibi davranabilmesidir.
Niye böyle bir giriş yaptım? İşin doğrusu bu konu üzerine hepimiz zaman zaman düşünmüş, benzer sonuçlara varmışızdır. Fakat Rauf Denktaş’ın ölümü ve sonrası, bu otoriter sistemin, bu kapsayıcı ve zorlayıcı resmi görüşçülüğün ayyuka çıktığı günler oldu. Oysa hatırlanacağı gibi, 2004 sonrasında kendi pozisyonu gereği AB ile arada pürüz kalmasını istemeyen AKP, uzlaşmaz tutumuyla bilinen Rauf Denktaş’ı görüşme masasından uzaklaştırmak için elinden geleni yaptı. Bununla da kalmayıp 2004 referandumunda bariz biçimde Denktaş karşıtı çözümcü cepheye destek verip, bu blokun iktidara gelmesi için uğraştı. Bunlar işin ilginci, gayet doğru hamlelerdi. Türkiye’deki operasyonel/milliyetçi devlet aklının Kıbrıs’taki ortağı olan Rauf Denktaş, bilhassa 1960’ların sonu ile 1970’lerin başındaki eylemleriyle tartışmalı bir maziye sahipti ama resmi görüş bunu hiçbir zaman mesele etmemiş, Denktaş’ın İttihat-Terakkici hamlelerine hep onay/destek vermişti. Ancak bu politikaların 2000’lerde Türkiye’nin ayağına bir pranga haline geldiği ortadaydı. Resmi görüş, Türkiye’yi esir almıştı. AKP işte 2004’lerdeki atak ve pragmatist politikasıyla bu engeli aşmıştı. Fakat –özet geçiyorum- köprülerin altından çok sular geçti, artık AB’ye ihtiyacı olmayan AKP Denktaş’ın söylemini de sahiplenmiş durumda. Peki ama bu toplum, bu medya, AKP, AKP medyası ve AKP seçmeni şu soruyu hiç kendine sormayacak mı? Neden bir zamanlar bir kenara attığımız Denktaş’ı şimdi (bir ölünün arkasından gösterilecek saygının çok çok ötesine geçerek) yere göğe sığdıramıyoruz? Acaba bizde bir acayiplik olabilir mi? Bütün bu Denktaş ve Kıbrıs macerasında nasıl oldu da başladığımız yere döndük? Acaba yine gerçek görüşümüzü saklayıp, resmi görüşümüzü mü açıkladık? İyi ama eğer gerçekten böyleyse daha ne kadar bu dürüstlükten uzak tavırla yaşayacağız? Yok hakikaten böyle düşünüyor isek, bir özeleştiri yapmak gerekmez mi, devlet, hükümet ve toplum olarak?