Pazartesi

Uzayıp giden bir liste ve “Şef”lik sistemi


(agos, 22 mart 2013)

İki kıdemli ve AKP’yi büyük ölçüde desteklemiş gazetecinin sözü, AKP cephesinin asabını bozmaya yetti de arttı. Bu kadar kırılgan bir barış sürecindeyiz yani, anlayın. Biri Hasan Cemal, diğeri de Cengiz Çandar. Ki yakından izleyenler bilir, bu listeye aslında yine AKP’yi genel çizgi itibariyle desteklemiş başka liberal isimlerin de eklenmesi, an meselesi.
İki vaka atbaşı gidiyor desek yeridir. İmralı kayıtlarının yayınlanmasına AKP cephesinden gelen tepkiler üzerine Milliyet yazarı  Hasan Cemal “Gazete yapmak ayrıdır, devlet yönetmek ayrıdır. İkisi birbirine karıştırılmasın. Kimse de kimsenin işine öyle karışmasın” cümleleriyle yanıt verince Başbakan Erdoğan hem Milliyet’i “Batsın senin gazeteciliğin” diyerek suçladı hem de bu az önceki cümleleri zikrederek isim vermeden Hasan Cemal’i sertçe –uzantı, kalemşör diyerek- eleştirdi. Böyle bir çıkış, yeni dönemde bir holding medyası için patron katına bomba düşmesi demektir. Hele ki  AKP’nin kurduğu yeni medya ve sermaye düzeni sayesinde gazete almışsanız. Öyle de oldu. “Şef”in bir özelliği de bu. Her şeyi açık açık yapıyor, kürsüden söylüyor. Zaten Şef’lik sistemi budur, kürsüye, kalabalıklara seslenmeye, hedefi toplumun önüne atmaya, yani bir nevi lince ve fırçaya dayanır. Fırça yiyen bazen toplum olur, bazen bir kişi, bazen bir grup, bazen bir millet. Mesajı alacak olan alır. Bu sefer de böyle oldu ve Hasan Cemal’e “Bir süre dinlenseniz?” dendi. Bir süre sonra Hasan Cemal yazısını gönderdiğinde ise –anladığımız kadarıyla- yazı münasip bulunmadı ve basılmadı. Böylece Hasan Cemal yazmayı bıraktı. Özetle, AKP’nin de içinde olduğu bir süreç sonunda, sansürlendi. Daha önce köşeleri ellerinden alınan bir çok yazar gibi. Tabii şunu da unutmamak lazım:  daha önce –siyasetin dahli olmadan, sermayenin çıkarları gereğince- işsiz kalmış, sansürlenmiş birçok gazeteci gibi. Daha önce bültenlere, sayfalara haberini sokamamış yüzlerce gazeteci gibi.
Bu son durum da, büyük ölçüde basının sermayeye, holdingleşmeye dayanmasıyla; bunun sonucu olarak -asıl işi başka olan- sermayenin “kudret” kimde ise onunla iyi geçinmeye çalışmasıyla ilgili, bu çok açık. (Bu arada detaylarını öğrenemedik ama Taraf gazetesi başyazarı Ahmet Altan’ın da benzer bir sürece maruz kaldığı yönünde şüpheler var) Dolayısıyla bütün bu olup bitenlere “eskiden de  böyleydi canım, bir yenilik yok” diyerek bakmak bence doğru değil. Çünkü böyle baktığımızda yeni tabloyu ve iktidar yapısını farklı kılan özellikleri gözden kaçırmış oluruz.
Bunun için Cengiz Çandar-Hasan Cemal vakası arasındaki bağlantıya yakından bakmak yerinde olur, zira Çandar’ın AKP’nin değilse de AKP basının hedef tahtasına konması da Cemal vakasıyla alakalı. Cemal’in cezalı olduğu günlerde Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e bir söyleşi veren Cengiz Çandar AKP medyasını kızdıracak sözler söyledi. Şöyle dedi mesela:

N.D.: Kürtlerin özgürce konuşması, örgütlenmesi, fikirlerini açıklaması nasıl sağlanacak Türkler susturulurken?
C.Ç. : Sağlanamaz. Çünkü hangi Türkleri yasaklıyorlar? "Kürtlerin taleplerini dinleyelim" diyen Türkleri yasaklıyorlar. Sen, Kürtlerin taleplerini dinleyelim diyen adamların konuşmasını yasaklarsan, Kürtlerin serbestçe konuşmalarını nasıl sağlayacaksın? Bu baskı sürerse, çözüm süreci yürümez.
Tam katılmayabilirsiniz belki. Ama bu ve diğer sözler AKP medyasını pek kızdırdı. Yeni Şafak’tan Salih Tuna ertesi gün Neşe Düzel’i Yılmaz Özdil’e, Cengiz Çandar’ı da Doğu Perinçek’e benzeten bir yazı yazdı. Bu, AKP medyasında hedefe konmak demekti. Daha önce Ahmet Altan’ın başına gelen şey yani. Bununla da bitmedi, Hasan Cemal’in durumu da, onun durumunu yazanlar da istihzayla karşılanır oldu.
Mevcut durumda AKP ile bir dönem birlikte yürüyen liberal kanadın önemli bir kesimi müzakere süreci ile ilgili tereddütlerini dile  getirdikleri için gözden çıkarılmış, Ergenekoncularla neredeyse aynı sınıfa sokulmuş durumdadır. Üstelik bu isimlerin çoğunun resmi görüşün Kürt meselesine bakışında önemli gedikler açtıkları bilindiği halde. Şimdi onlara saldıranların o yıllarda pek de seslerinin çıkmadığı bilindiği halde. Tabloya böylece baktığımızda bazı gözlemlerde bulunabiliriz.
Hükümetin bu süreci bir PR çalışması gibi yürüttüğünü söylemiştik. Bu PR havası içinde çatlak seslerin yer almasını istemiyor. Fakat asıl önemli olan, Öcalan’ın ancak Hükümet’çe onaylanan cümleleri söylediğinde sesinin duyulmasını istiyor. Hükümet’in onaylamadığı sözlerin duyulması AKP’de bir alarm hali yaratıyor ve sadece bu yüzden sansüre bile gitmekten çekinmiyorlar. Çünkü bu “görülmüştür” onayından geçmeyen sözlerin süreci sekteye uğratmasından çekiniliyor. Örnek: kayıtlar yayınlanmasa Öcalan’ın TBMM katkısı talep eden sözlerini bilmiyor olacaktık. Yani aslında tablonun sadece Hükümet’in izin verdiği kısmını biliyor olacaktık. Öncelikle: buna razı mıyız?
Bir de şuna razı mıyız: bilhassa liberal ya da liberal-sol kesimden gelen sorular, şüpheler ve “kontrol” dışı haberler, bir “büyük iyi”nin gölgesinde boğulmak isteniyor. Evet, “Şef”in bir büyük iyisi var. Bu büyük iyi, itiraz edilemez bir iyi. Referandum zamanında da karşımıza çıkmıştı, hatırlayın. Ya tarafında oluyorsun, ya karşısında. “Evet, tamam, ama şöyle şöyle de meseleler var” dediğinde, devre dışı kalmaya mahkumsun. Çünkü biraz dışarıda bir görüş bildirdiğinde, siyaset imkanını elinin tersiyle itmiş sayılıyorsun. Ve tabii AKP medyasının hücumunu göğüslemek zorunda kalıyorsun.  Çıkmaz şurada: bildirmediğin durumda ise kendi ellerinle, kendi siyaset imkanını, sözünü o “büyük iyi”ye devrediyor ve sürecin bir seyircisi oluyorsun. Konuştuğunda da  her şey için artık çok geç oluyor. Yeni “Şef”lik sistemini bir özelliği de, bu. Her şeyi yutan büyük ve iyi bir kara delik..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder